25 Haziran 2017 Pazar

VLADİMİR BURKONY II (Son Metin)



28
 Birbirimizi öldürerek yaşayacaksak tanrıya ne gerek var. Haklar ve haksızlıkların terazisi, ilkel yaşamımızın ve barbar dünyamızın mihenk taşı, ölümü doğallaştırmanın biricik yolu, onu kutsamak, inandığı yolda öldü biçimiyle tanıtlamak, işte size mazohizmin basamaklarında ve canavar ruhlarımızın burçlarında soluk alıp veren uygarlığımızın ilkeleri, amentüsü ve ilkinsil ayeti. Kimse Ukrayna'dan buralara gelip, benim geçmişimin silinerek, sıfırdan yaşama başlamamın hesabını ya da yolun yarısında yeniden doğmaklığımı veya yaşarken ölmekliğimi sorgulamıyor gene de olağanüstülüklerle dolu şu yeryüzü yaşamı, değil tansıma, yaşamın evrensel biçimde yeryüzüne yayılmış ilkelerine us yormam olanaksız, kavrayabilmem düşünülemez, tasım sınırlarımın paramparça olduğunu görüyor ve yetersizliklerle kıvranıyorum her zamanki gibi...
 Zaman yolculuğunda, bir kral tüm tebaasını, bir kum saatinin hayranlık verici akışıyla, şaşmaz düzeniyle yönetebiliyor, herkes ona bağlı, başkaldıran dağlara değil, iğnenin deliğine kaçıp saklansa da gene bulunuyor ve kentin dillere destan meydanında cezalandırılıyor, ibret olsun diye asılabiliyor ve onun çığlığı tüm yeryüzüne yayılarak, yıkılmaz bir düzenin temelini oluşturuyor ve zaman akıp gidiyor, ne kadar us dışı, ne şaşılası bir düzenek ve ne bağımlılık yaratıcı, ne korkunç, ne tapılası bir yapıntı diyesim geliyor, püsküllü apoleti, ışıldayan kılıcıyla bir muhafız, haraç topluyor, bir kişi çıkıp, ben çabalarıma, emeğime, zırnık kadar katkısı olmayan Fizan'daki -biz Krasnodar'daki deriz- voyvodaya neden vergilerle, bağışlarda bulunayım ki diyemiyor, bir kasap her gün düzenli biçimde açıyor kapılarını, bir Sevil Berberi hiç bir zaman aksatmadan saç kesimini sürdürüyor ve köylü, mujikler, tüm üreticiler, varoluşun mekanikleri, dinamoları, yetiştirdikleri her şeyi, tüm toplumun ağız tadı, boğaz sefası uğruna, eteklerinin dibine kadar getirip sunabiliyor ve en küçük bir isyan ya da nisyan olduğunda; aynı reaya, nezaketin zahmetsiz yaratıcıları, estetiğin ve elastikiyetin elitistleri tarafından, -bu köylü ya da ayak takımının- en ufak bir aksaklıkta, gırtlağının tadına bakmakta beis görmüyor ve en küçük bir acıma dahi duymuyor, ne şaşılası, ne göz alıcı, ne durgunluk verici bir sistem düşünüldüğünde...
 Yüzyıllarca düşünüp tasarlasak da bu düzenin inceliklerini kavrayamayız, bağlantılarını bulamayız, düşün ya da savlarla dolu anılarımız, bu konuda inandırıcılığını yitirmekten başka bir işe yaramaz, bu düzen yaratıcılarının çok üstünde bir büyüyle işliyor ve en çok onlar şaşıyor bu saatin yanlışsız, yanılgısız, hiç bir zaman aksamadan, tanrısal bir sistematikle yürürlükte oluşuna, onun için en ufak bir sarsılışta, ağızlarından salyalar akarak, ben sizin papanızım diyebiliyorlar, babalarımız onlar, onu bırakın ben sizin tanrınızım diyenleri de vardır. Çünkü pas tutan aynalar, oksidan zehirleyiciler onları buna inandırmış, çünkü yarıyaşarlar, ovalarda, yaylalarda, dağlarda, kuşa kurda, toprağa bağımlı insanlar, gerçekten ayakta uyuklayan ve zora geldiğinde yalnızca kuyruğunu yiyen bir canavara dönüşmüşler, birbirini yiyip bitiren tanrı parçacığı, bir Higgs bozonu onlar, en ufak bir değişiklik umarıyla eşkıya olup bir doruğa, olmadı Himalayalar'a çıksalar, Yeti gibi buzdan salkımlarıyla saçaklaşıp, yerlere kadar sarkmış tüyleri ve donmuş, kaskatı gözyaşlarıyla  avcılar, tüm zamanların ceset tacirleri, onların kolaylıkla iskeletini bulabilir ya da Roma'ya yenilen Hasdrubal'ın hatunuyla, çocukların, surlardan aşağı, alevlerin içine atlaması gibi, bir uçurumun dibinde akbabalara yem olurlar.
 Yuvalarından çıkmış, ağaran gözleri, yırtıcıların parçaladığı kemikleri, o korkak ve birbirini ele verme alışkanlığının çizgileriyle harmanlanmış yüzlerinin, pişmanlık ve esef dolu halleriyle, hala yalvarır gibi bakarlar; göğün derinliklerindeki tanrılarına...
 Kimileri de yazgısına küsmüş, utanç içinde toprağa gömülmüş ve dünyaya sırtını dönmüş, görünmez bir kovuğun içine gizlenmiş gibidirler, bu onların alın yazısı, değişmeyen naturası, türkülerinde ağlayan kederi, ölüm kokusu yayan ağıtlarıdır ne yazık ki, tanrı bizi böyle yaratmış der gibidirler belki de, ama hayır, tanrı onları gerçekten öyle yaratmış, onlar bunu dahi söyleyemezler, onların söz hakkı hiç bir zaman olmamıştır, tanrı onları dilsiz, hayatın marabası, makinaların, mekanizmaların olmazsa olmazı, dizginsiz birer aksamı ve mavi kanın uşağı, hançerli kasketlerin, kasnaklı eteklerin hizmetkarı, süvarilerin, atlı birliklerin, eyerlerin, püsküllü koşumların bakıcısı olarak yaratmıştır. Onlar birbirleriyle el ele vererek sıratı geçmedikçe, yok etmedikçe, efendilerine değil, tanrılarına baş kaldırmadıkça, bu dehşet dolu düşler, hortlak ve cadılarla, eğlenceye dönüştürülmüş, hallowenle, maskeli baloyla, cin ve perilerle süslenmiş, acımasız masallar sürecektir. Çünkü tanrılarının, yeryüzünün yarıyaşarları ve yarıgoril efendileri adına anakaraların kayalıklarında, kıstak ve ovalarında ve kimsenin gizini çözmeye gücünün yetmediği okyanuslarında, yürürlüğe koyduğu imansız formül ilanihaye şu olmuştur; Ben kardeşime düşmanım, kardeşimle ben, komşuya düşmanız, komşum, kardeşim ve ben, şehre düşmanız, şehir, kardeşim, komşum ve ben, ülkeye düşmanız, bu minval sonsuza dek sürer gider!..
 Bisikletli Maria gözyaşı döker, ben göz yaşı dökerim, Makarenko her şeye boş verir, Mehveş çılgınlığın eşiklerinde gezer, Arseni çocuklarına kol kanat gerer, avcılar birbirini vurur, silahlar hiç durmadan konuşur ve eARTh, yeryüzünün tekeri, kan sıçrata sıçrata, salyaları aka aka, döner durur,  eARTh, bu üzerinde güneş batmayan imparatorluğun dünyaya verdiği ad, ortasından sanat geçiyor, tanrının bize verdiği yeteneklerin, kurnazlık ve hilelerle süslü olduğunu görmek bir yana, kapısında sirk afişiyle, çoluk çocuk girdiğimiz bir yerin, sonunda korku tüneliyle bitmesine benziyor bu, tanrının formülü buna yetiyor ve biz boyun eğiyoruz, afişlerle, ayetlerle, dileklerle, gerekirse silahlarla, kurşunlarla, roketlerle, heyhat, keman sesini arayıp bulabilene aşk olsun demek geliyor içimden, ama yarı uyurlar ve yarı goriller o denli işbirliği içinde ve tanrı öyle bir hışımla gözetliyor ki bizi, çekip gitmek en iyisi...

 Korkunç derecede düşünceye durgunluk veren, ilahi bir düzen var, çok mu yetersiz ve gaddarca bir anomalinin göstergeleri bu yaklaşımlar, ey yarıyaşarlar, tanrımızın gücü bu kadar mı demeliydik yoksa, daha iyisini siz yaratın mı demeliydik, bazen onlar; Spartaküs'den bu yana her şeyi denemişlerdi, kimi zaman her şeyi ele geçirmişler ve her şeyi yenilemişler, yenilemek istemişlerdi belki, devrim, reform ve restorasyon peşine düşmüşlerdi ama genlerine işlemiş olan bir Kabil acımasızlığında, Habil'in çocukları hep yenilmişlerdir ne yazık ki ve hep o elim başlangıca dönmüşlerdir, o yarı bildik patikalara tırmanışlarıyla!..
 O değişkesiz ilahi düzen adına, vejetaryen bir insan soyunun, yalnızca bitkilerle yaşayan bir kavmin, yırtıcılar soyundan, kansever Kabil'in şürekası tarafından, yok edildiğini bile yazıyordur tarihler, gizlenen bilitler ve tanrının yazılı, kutsal manifestosunun kurbanları, belki de, yarıyaşar, yarısolur canlılar, bir illüzyonun, bir matriksin, sonsuza dek bir materyali ve bir tutsağı, acımasız kan içici bir ejderin, öldükçe dirilen ve yeniden doğarız ölümlerde diyerek, acının ve tutsaklığın, hiçliğin ve boşunalığın, kendini bile yadsıyan bir kurnazlığın, umursamazlığın, öldükçe ve öldükçe dirilen ebedi bir kobayı mıdır onlar. Tanrı içimizde kol geziyor bizim...

 İlahi düzenin sefaletinin, gözler önüne serilip, değişmesinin olanağı yok, ya kan içici canavarların evrilmesi, ya kanlarını sunaklarda armağan ederek, sessiz çığlıklarla ölmek onuru bağışlananların, genlerinin değişmesi gerek. Çünkü onlar ölümü bile ululayan şiirlerin gölgesinde, -şiir ölümü kutsayacaksa, o bir şiir değil, olsa olsa bir ölümlünün narası, kan içici bir ejderhanın ulumasıdır- mutlu, gülümseyen ve bakar kör bir pencerenin eşliğinde, sonsuz saflıklarıyla yaşayıp gidiyorlar, karanlıkta ıslık çalan türküleri bile var, ölümü kabullenen, ipeksi bir söylemle, kadife gibi akıp giden... Coşkuyla, utkuyla, tansımayla ve bir kanıksanmışlık ve alışkanlıkla onu haykırmaktan neden çekinmeli...
'Manuel Flores ölecek. Bu para gibi geçerli;  ölmek bir alışkanlıktır,  çoğunun iyi bildiği.  Yine de acı veriyor, elveda demek hayata, şimdi bunca bilinen şey, tatlı ve sağlam bunca. Bakıyorum şafak vakti, elimdeki damarlara; bakarmışım gibi ilk kez, gördüğüm bir yabancıya. Gün olur bir mermi gelir, acısı unutulmanın. Büyücü Merlin demişti:  ölmesi vardır doğmanın.  Neler gördü bu gözlerim, nice şeyler, nice yerler! İsa beni yargılarken, kim bilir ne görecekler. Manuel Flores ölecek. Bu para gibi geçerli; ölmek bir alışkanlıktır, çoğunun iyi bildiği.'

 Şuna emin olun ki, ne feodalizm, ne merkantilizm, ne liberalizm, ne de kötürüm bir cennet oyuncağı; eğreti, olanaksız bir mujik laternası olan marksizm gelip geçti bu dünyadan, gelip geçen tek şey var, tanrının sığırlarıyla dolu, yırtıcıların cirit attığı otlaklarında; Kan içici sermaye... Sonsuz kapitalizm!.. Paratorizm'in ilkel versiyonları ve monarşik ya da demokratik görünümlü, gümüşün, bakırın, gücü varlığından ağır nikelin dostlukları, despotlukları... Para'noyamızdan önce ne vardı, trampa, değişkeci zorunluluk, el koyma ya da takas... Ne ki paranın büyüsü, onun bulgusu, şaşılacak bir sihirle, üretime katkısı olmayan, apoleti, redingotu, kamçıyı, yolsuz, uğursuz ve hırsızı hayata bağlamanın yollarını açtı, para, metalik, merkantilist bir devrimdi ve göreceli komünal bir toplum yarattı.
 Krezüs ilk banker olduğu kadar sakallı Marks'ında atasıydı, kimseler hakkını bağışlamıyor ne yazık ki, ilkel bile olsa komünterni ilk o yaygınlaştırdı, para bir devrimdi mujik dünyasında, her uygarlıkta adı değişen Lidyalılar parayı bulgulayarak, dolaşıma sürdü diyoruz ama para gerçekte yoksulların, eli ayağı tutmazların, hırsızların ve Robin Hoodların, burada da sözü edilen Köroğlu ve Koçerolar'ın yaşamının güvencesi oldu ve işlerini kolaylaştırdı.

Para tanrının elidir.

 Her şey buharlaşarak ilahi düzenin bir parçası olur zamanla, insanın evrene egemen olabilmesi için, parasal nitelenebilecek basit gerçeklikleri aşıp, değiş tokuş gibi kozmikomik gülünçlüklerden uzaklaşıp, benmerkezci nötrinolarından kaçmanın yollarını araması gerek, sorunların kendi özünü aşması, geride bırakarak, onun yalnızca mut dolu bir ziyaretçi olmayı başarması gerek, yalnızca onu, erki ya da finans kaynaklarını ele geçirmek için prensipleri değiştirdi para, evet bir aşama ama, zamanla kümeleşme ve sınıflaşmanın, zümre kaynaklarının aracılığına dönüştü o, her şey gibi...
 Her şey eni sonu bir soyutlamaya ve entropiye, düzensizliğe ve kaosa varıyor ve eşitsizliğin, doğal dünyanın ve benmerkezci bir dünyanın açılımına yarıyor-varıyor.
 Para matematik evet, yoksulları sömürmenin bilimsel yolu, maddenin, nesnenin ve bir materyalin hareketi, devinimi demek. Bir somutlama ama insan tinsel bir varlık, spiritüel bir dünyanın yaratığı, bir ruhaniyet, ruhsaniyet, içrek ve deruni bir varlık, maddenin gücünü değiştiren, somut sorunları yerle bir eden paradır. İnsan ruhunun açlıkları, doymazlıkları karşısında, yenilgiye uğramaktan kendini alamıyor, kurtaramıyor ve bir oyuncağa dönüşüyor. Para soyuttur ve somut evet ama ruhumuz göksel, sonsuz, ruhumuzun görkem ve safahata düşkünlüğüyle, sefalete yatkınlığı, onun tanrısallığa özenen yapısıyla, yerlerde, yeryüzünde sürünen açmazlığı karşısında para, kimliğinden uzaklaşıyor ve bir paçavraya dönüşüyor, her şeye gücü yeten para, insan ruhunun gökselliğe tutkunluğu, görkem ve şatafata bağımlılığı ve şaşaaya ve tanrısal olgulara özentisi karşısında; evet bu doğru bir şey belki ama yeryüzünün keşfettiği parayla, göklerde ruhani katlar arayan, tanrıya meydan okumaya kalkan, soyut bir varlık olan insanın sorununu çözmeye gücü yetmiyor, çünkü göksel düşüncelerin tapınağına, yerelliğin saltanatıyla ulaşılan, elde edilmiş bir parayla çözüm üretilemez, o  bocalıyor ve ağır yenilgilere uğruyor.
 Para bir ilkelliktir yine de, human; tüm gerçelliğiyle insan olmayı başardığında, para yeryüzünden çekilecek, tanrısallaşan insan yerel yaratım, toprak bilimi ve kanın devinimiyle oyalanmaktan vazgeçecektir. İnsan nasıl insan oldu değil, insan, insan olmayı neden başaramadı demeliyiz biz.

 Ne var ki para, öyle büyülü bir güçtür ki yine de, yoksullar büyük kavgalara girişmeden, kan dökülmeden, Alaattin'in sihirli lambasını, kap kacağını sırtlayıp açlığın oyunlarına çözüm bulmanın, esef duyduğu ve aşağılık bulduğu abur cuburdan uzak, insanca karın ve karındaşını doyurmanın yollarını bulmuştur gene de, belki bir nebze, belki bir nefes ama, devranın kurnazlığı da budur. Başlangıçta para, agorada palas pandıras dolanan ve varsılların ruhunu acıtan serflerin, sızılarını dindirmek için, içi tahıl ve bin bir çeşit aşlıkla dolu amforaları sırtlayabilmek için, ortaya konmuş bir demirdi, zamanla envaı çeşit sikkeye, adı tansıkla anılır bir ecinniye, çağımızda ise görünmeyen bir ilah ve bir Mabut'la yaşamın düpedüz yaratıcısı, dahası acımasız ve illüzyonist bir tanrıya dönüştü.
 Bu her zaman böyleydi, para, altınsı maske, elmas gibi bir cevher, bir titan, bir dev... Sınır taşını geçerek verimli tarlalara el koyan Kabiller, kabileler için, para kan ve gözyaşını azaltan, büyülü bir yuvardı başlangıçta, tarlayı değil, güneş benzeri muskayı ele geçirmek yetiyordu kıro-magnon sürüler için, bu bir devrimdi ve yırtıcı anarşinin, sunaklarda akan kanın ve tanrıya kurban edilen dişilerimizle dolu çağların, sonunu getirdi.
 Çünkü alış veriş uygarca bir düzene girmiş, insan bedeni bir meta ve alınıp satılan bir nesne olmaktan neredeyse çıkmıştı, kölelik düzeni sürüyor ama başlangıçta kölelik Epiktetos'un dediği gibi, bir efendi ve yarıyaşar (köle) ilişkisiydi ve efendi dilerse onun yaşamına son verebiliyordu, para ölümlerin önüne geçti belki ama, koca bir dünyayı, ilahi ve sonsuz derecede cennetsi bir düzene sokmak, o denli zordu ki, bunun çaresi şu olabilirdi; Tanrının alışkanlıklarında değişkeler yaratmalıyız!.. Bedensel açlık anomalisinin önüne geçmeliyiz, ruhsal doyumsuzluğun estetik savaşları, bizim yaşamımızın itici gücü ve evrene dağılmamızın roketsi birer öncüsü olabilir ama insanız ve her zaman yanlışlarımız ve düş kırıklıklarıyla dolu yanılsamalarımız olacaktır bizim. Temel ve bir türlü anlaşılmayan sorunda şu; Tanrı bizim aramızdan çekildiğinde, bir şey değişmeyecektir, tanrı dehşetengiz dünyamızın masalsı ejderhası ve bizi göksellikle evrenin katlarına çıkarıp ululayabilen bir görsel. O olmadığında değişen tek şey bizler olacağız, sorunlarımızı ve barbarlıkla dolu düşsel, düşünsel mekanizmalarımızı yenilgiye uğratıp, yeni bir sisteme kucak açtığımızda, sorunlar yine bitmeyecek, ama bu ilkel ve kurbanlar üreten, yok etmeye uyarlı, terminatörsü yaşamımızı geride bıraktığımızda, insan insanın kurdu olmayacak, insan gözünü evrene çevirecek ve yan yana durmayı öğrenecektir, tüm canlılarla...

 Evrenden geldik, evrene gideceğiz biz. İnsanın, yaşamın, tüm varlıkların yaratılışındaki amaç, evrenin sonsuzluğunu, bitimsizliğini güvence altına alabilme duygusudur. Duygu bir tür düşünce biliyorsunuz, doğaçlama gelişen bir tepkime... Eğer evreni tüm canlıların kaynaştığı, cıvıldaşarak yaşadığı, kozmik bir kaba evrilerek, çorbayı herkesin tadabileceği bir bulamaca, bal dolu bir marmelada dönüştürebilirsek, gerçekten bir tanrının ortaya çıkma olasılığı vardır, eğer bunu başaramazsak, kendi ilkel tanrılarımız ve içgüdülerimizin buyruğunda, kılıç suyuyla yıkanmış yaşamlarımızın, körü körüne tutsağı olmayı sürdüreceğiz ve dahası yok olup gideceğiz.
 Bir insan olma, insan olarak yaşamımızı sürdürme olasılığımız hala var, ama bunu başaramazsak her şey gibi, evrenimizde son soluğunu verecek ve yaratan ve yaratılanın, anne ve kızı, baba ve oğlunun macerası sayılabilecek bu körpe deneyin sonu, belki de düş kırıklığıyla bitecektir. Yaratan ve yaratılan birdir, bir paranın iki yüzü gibidir ve tanrı biliyor ya, bu paranın yazısı da, turası da aynıdır. M. İlin'in, İnsan Nasıl İnsan Oldu kitabını bir kez daha okumuştum, aynı ırmakta iki kere yıkanamayacağıma göre, aynı kitabı okumuş olamam, bu doğrudur ve o zaman şu düşüncelerim oluşmamıştır zaten. Bir işimizin olmadığı, çalmadığımız boş gecelerimizde okurken, beni bu düşüncelere sürükledi kitap, vakit geçirmek için tartışır, söyleşiriz, zamanımızı doldurmanın iç açıcı yolları...
 Neşe verir karşılıklı teatide bulunmak insanlara, görüş alış verişi diyoruz buna, burada her konuda tartıştığımız oluyor, bir arkadaş -buradan biri- insanoğlu dedi, doğuştan tutucudur ve değişiklikler, sayılmasız bir risk olasılığını taşır, bu yüzden köleler bile geçmişte, bir değişiklik olsun istemezlerdi ve çoğu başkaldırılar, onların kendi aralarında birbirine düşmesi ve düşünsel ayrılıklar yüzünden bir sonuca ulaşamadan ve her hangi bir olgu oluşturamadan, hedefe varamadan yok olup gitmiştir.

 Her şeyi gündelik yaşamla bağdaştıran Xuraman diye bir arkadaş var, ekonomist bir bayan, değişiklik dedi, olanaksız bir şeydir ve zaman alır, en ufak bir kıpırdayış da. Ben dedi, şuna daima şaşmışımdır, insanlar metal aksamlı telefonlar taşıyorlar, belli bir ağırlığı var bunların ama bu yetmiyormuş gibi, saat taşımayı da elden bırakmıyorlar, en yoksulları bile saat kullanıyor sürgit, oysa telefonlarında saat var, bu bir prestij diyorlar, bir yoksul, saati görsel bir obje, bir süs aracı gibi takacaksa eğer, bu anlatması zor, gereksiz bir şey, zamanın zorunluğuyla yürürlüğe giren telefonların yanında, saat alışkanlığını bırakamayan insan, ilkel içgüdülerinden bir türlü arınıp, sıyrılamayan canlılar gibidir, mum ışığında yemek yeme alışkanlığı, karanlık çağlardan kalan bir törenin, güvencenin vazgeçilememiş, sürüp giden bir geleneğidir, genlerimizde yer eden milyonlarca uyarıya sahibiz biz, karanlıkta hayaller görmemiz, bir gölge görünce, kedi gibi eğilip, çömelmemiz, koşarken geriye doğru bakmamız ve gaitamıza göz atıp, dönmeden edemeyişimiz, hep ilkel çağlardan kalan dürtüler ve alışkanlıklardır, yenilik bir kesinleme olarak, sürgit kaçınılasıdır insanın yaşamında, gezegenin damarlarında...
 Dönüp dolaşıp aynı şeyleri yineliyor gibiyiz, ama bu bize özgü bir kusur değil, yüz yıllardır ya da başlangıçtan beri var olan ovanın üzerinde kümelenen insanların, bir türlü ilkel güdülerini aşamayıp, başlangıçta oluşan düsturların dünyasını, bir türlü alt edemeyip, ezeli habitatını kendi doğal kurgusundan koparamadığı ve kutsal kitaplarda düşlerini kurduğu, hatta oradan kovulduğu, cennetsi yaşamı bir türlü gerçekleştiremediği için, hayatın değiştiremediğimiz kurgusunun, tanrının, evrenin ve olması gereken olur biçiminde dile getirebileceğimiz ilahi düzenin oluşturduğu kozmik çorbamızın kusuru bu, dilimiz dönmüyor belki ama, paylaşabildiğimiz her şey gibi, her şeyin var oluşuyla, katkıda bulunup, eksiltisinde paylaşılabilen gerekçelerimizin darağacı işte bu!..

 Bir gün kokteylden geliyorduk, bir sınai kuruluşun yıldönümü gibi bir şeydi, resim sergisi de vardı sanat için ayrılan galeride, aşırı gerçekçi resimler vardı Tina Marzo'ydu sanırım adı; Mirror Art diyorum ben bu tür sanata, Mirrorart!.. (Makarenko, Otoart diye daha anlaşılmaz bir nitelemede bulundu). Çalmıştık da üstelik, biraz daha ağır şeyler çalmıştık gelen konukların uyumuyla -klişesi üst düzey ziyaretçiler-, caza yakın, doğaçlama şeyler de çalmıştık, müziğin serbest akışına, keman pek uygun değil diye düşünülür, keman inleyici ve sorgulayıcıdır, yineleyelim ki;  'Rüzgarın ağlayışı, kurdun iniltisini bastırıyor mu', kemanda ikisi de vardır, melankolik bir derinliğe kaçan müzik türünün prensesidir keman, beyaz atlı prensine bir türlü kavuşamayan, bahtsızlığın müziği, evrenin, acıların, yaratılmışlığın, karşı konamayan, bitmez tükenmez üzüncünü dile getirir keman, tanrının, bir gün aradığı ya da peşinde olduğu veya özlemini çektiği yaşam biçimini gerçekleştirebildiği gün, göklerden onun tınıları çekilecek ve belki de yalnızca neşeli bir prelüdün ninnisi duyulacaktır artık.
 Yalnız unutulmamalıdır ki, zamanının bir dünyası, minik manik bir evreni olan, Titanic batarken bile kemancılar onu terk etmemiş ve hep birlikte elem veren yazgılarına ağıt yakarak, bilinmeyen bir dünyaya, sonsuz ve anlamsız bir yalnızlığa kucak açmışlar ve okyanusun ürkütücü, derin karanlığında ölümsüzlüğe kavuşmuşlardır. Bunu ancak keman başarabilirdi...

 Gariptir, yaşamda gerçekleşen her şey uyuşuk ve alelade ruhların türemesine yol açar, ilerlemenin sonu hantallıktır, gerilemeninse inanın ki volkanik patlama... Tanrı gerçekleştirebileceğini biliyordur belki de, sonsuz güzellikte bir yaşamı, ama işte o zaman, basitlik ve bayağılığın saltanatından ve sorunsuzluğun ağır kanlılığıyla, evreni kucaklayıp, sarıp sarmalayarak, Big Crunch'ın, o büyük çöküşün aniden gerçekleşmesinden ürküyordur belki de... Şuna inanıyorum ben, belki de sonsuz barış, sınırsız eşitlik ve estetin ebedi güzelliği sonumuz olacaktır, ama evrenin şu halini beğenmemizde olası değil ne yazık ki, salıncak gibi bir şey bu, sicim teorisi gibi, doğrulamı ürkütüyor, ama gerçekleşebilecek bir özleme kavuşmakta dehşet verici, kar körlüğü diye bir şey var, aşırı ışık karanlıktan daha korkunçtur belki; yolumuzu sonsuza dek yitirmemize yol açabilir de... 
 Çabalamak ve bir ulaşılmazlığın peşinde olmak belki daha mutluluk vericidir,  daha insanidir bilemiyorum, ama evrenimizin korkunç kusurları da var, buda bir kesinleme ne yazık ki...
Kokteylden dönüşte kokteyl fareleri için dedikodu yapıyorduk, hani hiç zahmet etmeden, alkollü şeylerle kanını uyuşturmaya çalışan insanlar, giyotin pencereleriyle, hala göz kamaştıran, ahşap bir köşkün önünden geçiyorduk, bu cumhuriyet Fetret Cumhuriyeti diye bağırdı biri, gece karanlığında, tanrının içkisi sudan içseydin, işte böyle yalpalamayacaktın diye çıkıştı başka biri. Afrika'nın tam tamları gibi ses geliyordu yandaki sokaktan, düğün varmış, iki kişi geçti yanımızdan, çok iyi anımsıyorum inanın, Japonya'da, Roma sikkesi bulunmuş dedi yanındakine ve Sezar oralara da gitmiş olmalı dedi, yanındaki güldü, yok canım yolunun üzerine çıkan bir Japon, Sezar'ı belki de dolandırmıştır dedi.
 Bizde delidolu çoklu evren üzerine tartışıyorduk gece yarısı, üç kişiydik ama, Makarenko, ben ve üçüncü yoldaşımız, üçüncü kendini bile unutan, yüksüz negatif veya anti pozitif de denemeyecek, fevri ve kestirme olması bir yana, düşük promilli düşünceler üretiyordu ne yazık ki. Övgü ve sövgü baş tacıydı onun, yargıcı yargılamak için yargıç gerek derler, söylediklerini pek anımsayamıyorum şimdi, ama daha ziyade gündelik, siyasi açıdan bakıyordu olaylara, olguların temelinden hiç söz etmiyordu, dikte ile diktatör bağlantısını kurar, barbar bir düzende sık sık seçime gidilebileceğini söyleyerek, illüzyonun pay edilebileceğini ileri sürerdi, dikta rejimlerinin egosantrik despotluklara evrilmesinin de kaçınılmaz olduğunu ileri sürerdi ama melekler iyiliği ve erdemi paylaştırmadıkça, ben sizin babanızım diye hamasette bulunmak, etik dışı naraların uygar görünümlü senfonileridir derdi. Bende her kim ki sürgit bir erkin başından ayrılmıyor, tanrının elçisi olduğunu bilsem, kendine bahşedilen vahiyleri dile getiren bu adam, benim için ilkelliğin çemberi içinde dolanan bir dinozordur, dünya adil bir planetin gülümseyen mehtabı, ışıldayan yakamozu olmak istiyorsa, yüz yıllık bilgeler tiranlar üreteceğine, delikanlı çağında ermişler yaratsın, cro-magnon sürülerinin alışkanlıklarına boyun eğerek yaşamak, var olmak değildir diye düşünüyorum derdim ama politika Makarenko ve benim için anlak içi bir ütopya olarak oportünist-günoğulcu bir Şarlo'tanlıktı sanırım... Üçüncü kişi öylesine aramıza katılmış gelip geçici biriydi o gün.
Yanılsama olmadan düşünce üretilemez, Makarenko'yla iyi şeyler çalmamızın etkisi vardır belki de bu arkadaşlıkta, dedim ki ona, çoklu evren kuramına göre bizim evrenimizin tanrısı, diğer evrenleri de yaratmış mı oluyor şimdi, çünkü bizim evrenimiz, kozmik dünyada diğer evren kabarcıklarının yanında sıralanmış evrenlerden, yalnızca biri, belki tanrılar paylaşmıştır sicim ya da kabarcık kuramının evrenlerini, saçmalama dedi Makarenko, sen var oluşunu bu konularla bozmuşsun, keşiş Mendel'e kadar spermlerin içinde ufak tefek adamların olduğuna inanılırdı, cüce tanrıların varlığına da, bırak bu nereye varacağı bellisiz konuları dedi ve senin hoşuna gider bak, bizim çabalarımızın boşunalığına ve bekleyişlerimizin karşılıksız çıkacağına dair, yazgımızı dile getiren bir şiir okuyayım sana diye omuzuma vurdu, daha önce dinledim gibi geldi ama, şiir içliydi ve hoşuma gitti, diyorum ya yaşam yalnızca bir şiirdir belki de ve sırf bir kemanın sesini duyabilmek için yaratılmıştır belki de dünya, tanrıyı, tanrıları eğlendiriyoruzdur belki de, bilemeyiz, belki de, acılar, sevinçler, korkular, umutlar ve bekleyişlerle dolu bir kemanın tellerinden yükselen, umarsız bir çığlığız biz, gökyüzünü inleten sarsıcı bir nara...
 Ne bileyim tanrı alaycı bir kuştur belki de, Saura'nın aurası diye bir deyim duymuştum, dünyada şimdiye dek yüz yedi milyar insanın yaşadığı düşünülüyor, bugünse yalnızca yedi milyarız, bunda garip bir şey var gibi geliyor bana, sanki yok olmaya çalışıyoruz...
İşte Makarenko'nun hiç bir zaman birbirimize kavuşamayacağımıza, umudun insanda yer etmek şöyle dursun, tanrının sonsuz bir uykuda olduğuna ve her şeyi, aşkı, umudu, ölümsüzlük ve sonsuz barışı dünyada bulamayacağımızın, bekleyişimizin boşunalığına ve yaşananların sıradan bir öylesinelik olduğuna dair sözünü ettiği, o gizemli şiir, sade ve sanki başka bir şey için yazılmış gibi, ama öyle mi acaba...
'Bütün gece, çılgın gibi, acımadan mahmuzlayarak sağrısını, dörtnala sürdü atını. Bekliyorlar, diyordu, kuşkusuz işi aceleydi. Gün doğarken vardığında, kimseler beklemiyordu, bekleyen kimse yoktu. Dört bir yanına baktı  -kapılar sürgülü, evler ıpıssız, herkes uykudaydı. Yanı başında atının solumasını duydu– ağzı köpük içinde, kaburgaları ezik, yağırı soyulmuş. Atının boynuna sarılıp ağlamaya başladı.  Hayvanın iri, karanlık, ölüme yakın gözleri, uzak, yağmur yağan bir ülkede, yapayalnız iki kuleydi.'


29
 Güzellik nedir ki, bir kobra yılanı da gökkuşağı kadar güzeldir dedi bisikletli Maria, ama zehri ne kadar yok edici güzellikleri... İnanılır gibi değil ama yolda karşılaştık Maria'yla, söz etmiştim karşılaşacağımızdan, işte bu devasa şehirde, Asmalımescit'den, Taksim'e doğru elimde keman Makarenko'yla yürürken, kalabalıkta görmeden birbirimizi geçiyormuşuz ki, bir çığlık attı Maria, sarmaş dolaş olduk, gözlerimiz doldu birden, anılar göz yaşları içindir.
 Tanrı içimizden birine ölümsüzlük bağışlasaydı ve her şeye gücü yettiğini kanıtlasaydı eğer, o meleğin Maria olmasını isterdim, yaşamı o kadar sever ki o, güzelliklerin peşinde o kadar koşar ki, dünya yeniden kurulacak olsa, onu eksiksiz ve kusursuz biçimde yeniden yaratacak kişi Maria olabilirdi, o biçim versin isterdim daha doğrusu, ama yaşlı biri o ve solgun yüzüyle, işte bize kobra da güzeldir diye sitem ediyor artık... Hepimizin karamsarlıktan öldüğü günler oluyor, ipe sarılacak kadar kederleniyoruz bazen, ama unutuyoruz sabahın olduğunu ve güneşin her gün yeniden doğduğunu, güzelliğinde bir algı olduğunu biliyoruz evet ama her şey gönlünce olsun ne demek, hepimizin gönlünce, güzel, mutlu ve sağlıklı, erişilebilir bir dünya ve ulaşılabilir bir okyanus içinde yaşaması çok mu zor, acıların ve umutsuzluğun kederi gözlerimize bir perde gibi inmeden...
 Evren bir estet ve sonsuz güzelliğin peşinde olmaktır evet, ama o önce gülümsemektir, güzelliğin doğuşu, bir imge ki, sonsuz mutlanın yansısı... Kaderimizin Odysseus'u olabilseydik ve beklemeye yazgılı Penelope'nin umarsızlığından uzak yaşayabilseydik eğer, sanırım başka hiç bir şey istemezdik dünyadan...
 Elimde keman Maria bizi, bakımını üstlendiği bir kadına götürdü, pazar günleri izinliymiş ve bu yüzden karşılaşabilmişiz. Çiyangir diye bir semte götürdü, aşağıda deniz vardı ve merdivenlerle iniliyordu, ev yamaçta kalan bir apartmanın giriş katındaki dairesiymiş, zile üç defa bastı, Bach'ın bir noktürnü gibi uzun devinimlerle, sesi kısılarak yitip giden gecede, mehtabın gizlediği bir peyzajın dile gelişiydi sanki zil, umutla içeri girdik, ses ferahlatmıştı beni, içerde dört kişi vardı diye anımsıyorum, saçları ak ama çelimsiz görünümüne karşın kanlı canlı, konuşmaya can atan biri ve onun yanında biraz daha uzun ve kumral, efendiliğiyle silik bir görünüme bulanmış, sessizliğe inanmış olduğu izlenimi veren bir delikanlı, gençten biri ve iki kadın, yaptığı makyajla istediği kılığa bürünebilirmiş gibi, cansız bir mankeni andıran ve daha ziyade takılarının öne çıktığı, uzunca, son derece zayıf ve boşluğa bakar gibi iri gözleriyle, yeryüzündeki her tür konuşmayı dinleyebilirmiş gibi içeri girenlerin üzerinde gözlerini gezdiren, gizli bir saldırganlığın içe kapanıklığında, ketum ve bir o kadar tuhaf izlenimi veren, kullandığı parfümü insanı esir eden, otuzlu yaşlarında biri ve Maria'nın bakımını üstlendiği yaşlı, sarışın Madonna...
 Maria tanıştırdı ve hemen çaylar, kahveler üzerine, girişler yapmak üzere mutfağa geçti, dördüncü olan, sarışın, ev sahibinin adı, Lale Zehri'ymiş, sanatçı, yazın üzerine çalışmalar yapıyormuş, suskun ama alaycı bir tipti, gözleri alev alevdi ve ağırlaşmış bedeniyle son derece çelişik bir ışın yayıyordu, diğer kadın daha gençti ve kalın dudakları, hafifçe sarkık, tüm çabalarına karşın yaşamda aradığı başarıyı elde edemediği düşüncesiyle yanıp kavrulan insanları andırıyordu, hep başkalarıyla ilgili, diyaloğa hazır ama kendi düşüncelerinden pek ödün vermeyen... Delikanlı izleyici gibiydi, arada sanatçıya sanki bir şeyler fısıldıyordu, kadın anlatılan şeyin çok üstünde kahkahalar atıyordu, gülmeye ve eğlenmeye hazır, zamanın akışını neşeyle doldurmaktan başka alışkanlık edinememiş ama aydın ve anlatılanı anlamakta yetenekli ve üstüne koymakta usta biri...
 Epeyce oturduk, bir ara ayağa kalktım ve aşağıda denize baktım, büyük bir yolcu gemisi, denizin üstünde devasa bir böcek gibi duruyordu, önümde bir kazı alanı vardı ve Napoli kartpostallarını andıran tarihi bir görünüm veriyordu, bir yıkıntı ama saygı uyandırıcı... Maria pastalar verdi, her zaman hazır bulunurmuş pastalar, sanatçı konuklarını ağırlamayı seviyordu anlaşılan, herkes konuşuyor sıra geldikçe bende araya giriyordum, serbest ve kimse baskı altında kalmadan söze karışabiliyordu.
 Makarenko, Lale Zehri'yle çok iyi anlaştı, onun esprili ve olaylara kontra yaklaşan tutumu kadını cezbetti ve sık sık güldürdü, bir ara kemanla neşeli şeyler çaldık, kadın zaten Leonard Cohen dinliyormuş sürekli, dans havasını andıran şarkılara, kemanla eşlik ederek dans etti evdekiler, neşeli bir ortam... İlerleyen saatlerde bize akşam kahvaltısı verdiler, iyi de Maria'nın haşladığı yumurtalardan birinde, civciv fetüsü çıkmasın mı, aman tanrım, nasıl bir dünya bu diye çığlık attıysa da, Zehri gülümsemekle yetindi, şiir yazıyor ama yaşamın ne olduğunu biliyor ve hiç bir zaman şaşırmıyordu sanırım, ortam biraz cehenneti bir havaya büründüyse de, gargaranın ve kargaşanın çoğulcu neşesinde, sıkıcı buhur uçup gitti... Konuşmalar, dördül, beşil monologlar, bizim kimliğimiz ve nereden gelip, nereye gittiğimizle ilgili değildi, hiç böyle sorular sormadılar, sanki evde sürekli konuşulabilecek argümanlar belliydi ve onların dışına çıkılmıyordu, bir ara politikaya geçildi ama kaygan bir konuşma zemininde, konu hemen değişiyordu, çok konuşmadım, daha ziyade Makarenko kadınla ilgilendi, Maria'yla kısık sesle konuşmayı sürdürdüm ben, beyaz saçlı adam arada herkese laf yetiştiriyor gibiydi, aniden saçma sapan konuşan birine benziyordu ve kendini hiç anlatamayan biriydi sanırım, sanki anlatacak çok şeyi varmışta zaman yetmiyormuş veya dinleyen yokmuş ya da kendisi o kadarını biliyormuş gibi, hep yarım kalmış bir dünyanın, mutsuz ve yazgısına küsmüş bir bireyi gibiydi, yanındaki delikanlı suskun ama ortama uymasını biliyordu; sanatçı kadına komplimanlar yapıyor, onu güldürerek zamanı geçirmeye çalışan bir yarı tanrı, bir İyon heykeli gibi genç ve çekiciydi delikanlı. Yüzü minyon ama kalın dudaklı kadın bir ara bize Ukrayna'dan söz etti, bizi konuşturmak istedi sanırım, sonra müzikten söz ettik biraz ve o akordeon çalabildiğini, telli sazlara pek ilgi duymadığını söyledi, Maria gecenin ilerleyen saatlerinde onlara bir şarkı söyledi ve dans etti, her zaman yapıyormuş ama biz orada ilk kez izlemiştik Maria'nın gösterisini, şunu anladım ama, insan nerede olursa olsun aynı insan, Maria, nerede olursa olsun, aynı Maria!..

 Beyaz saçlı adamın Maria'yla konuşması çok candandı, sanki Maria'yı ele geçirmişti ve Maria onu can kulağıyla dinliyordu, çok ilginç şeyler anlatır dedi bana bakarak Maria, gülümsedim bende, adam bir ara Cüveyni, Hürmüz ve ıtırlı bahçeler gibi şeyler söyledi ve karşılıklı bir kez daha merhabalaştık birbirimizle, Maria edebi erotizme bayılır, ayrılırken Lale Zehri durun bakalım dedi ve kolumdan çekiştirerek, okuyacağı şiire fon yapmamı istedi, çok yavaş bir ritimle eşlik ettim ona, kendi şiirini okudu ve o şiirin olduğu kitabını imzalayarak bana verdi, herkes birer şiir okudu ayrılmaya yakın, duvarlar İsa resimleriyle doluydu ama bir Müslime'nin evindeydik yine de biz, sanki bizi bekliyorlardı da, onun için İsa'yı duvarlara asmışlardı!..
 Şiir her yerde ama yaşam zulmetle dolu, buna her zaman şaşırmışımdır, sanki acılarımızın ve barbarlığımızın sütresi şiir, bir hayal perdesiyle gizlenen, vahşet dolu yaşamımızın maskesi gibi, şiire saygı duymak zorunda olduğumu biliyorum, hiç yoktan iyi, yapacak bir şey yok ya da elden ne gelir derler ya, her şey şiirle gizleniyor sanki şu yaşamda, eşitsizlik, haklar ve haksızlıklar, barbarizmin ahtapot gibi saran kolları ve bizzat sömürünün, insanları kobaylaştıran kanalların, gökdelen ve hangarların içinde yaşanan ve oralarda sunuluyor olması şiirin insanlara ve sanki oralara bir işaret gönderisi, bir im gibi Lale Zehri'lerin evinde de sürüp gidiyor şiir, organik bir varlık gibi...
 Ne olursa olsun şiir; yaşamda seyrüsefer halindeki her tür şiir, cinayetin ve cinnetin, vandalizm ve dehşetin, parıltılı bir kefen bezi gibi geliyor bana... Onu, kahır veren tüm ağırlıkları ve renkli, hayranlık uyandıran, dehşetengiz ve ürkütücü tüm yolları, fener alaylarının gizençli göz bağcılığında, bize her şeyi unutturan ve yanılsamalarla dolu yaşamımıza, onay vermemize yol açan, umursamazlığımız ve umarsızlığımızın ağıtlarını yakarak içimizi boşaltan, kederimizi dağıtan, efkarımızı katlanılır düzeylere indirgeyip, cehennem ve kargaşayla, kıyamete doğru sürükleyen bir ölüm yolculuğuna dönüşmüş ve sahte cennetlerle süslenmiş, rengarenk bir vodvil ve kaplanlarla savaştığımız bir arenada, ölüm şarkılarını neşeli sonelere çeviren ve uyuşturan bir iksir ve bir zehir gibi algılamak istiyorum ben, ama yine de, evren ve keman, salt bir şiirin dile getirilişi için vardır. Şiir sonuçta bir müziktir ve müzikte insanlık tarihidir.
Kemanla, gizemli Zehri'ye eşlik ettiğim, o şiir işte burada...
'İz! Beyaz bir ülkeden çıkıp gelen ikiz! Lacivert çarşaflara buzdan siluetini çizen sonsuzluk ve giz, Yaklaş! Beden nerede parçalandıysa kartallar oradadır. Uykunun beyaz kum tanecikleri gibi dağıldığı bir gün şeffaf  kanatlar seni yerden kaldıracaklar. Tuz! Buzu çözen formül, kanallardan akan kar ve pus. Beden nerede parçalandıysa kanatlar oradadır.  Dev kanatların yalayıp geçtiği tuz çölleri, kızgın havanın ve tuzun örttüğü, örterek çizdiği figürler,  prizmatik kuşlar, bale, beyaz değme noktaları...  Kim yaşamını kurtarmaya çalıştıysa kaybedecek. Kim  kaybettiyse bulacak onu yeniden. Fezanın lacivert bir serap gibi insanları sardığı bir gün, dağınık hafif bir uykudan kalkar gibi, teyelleyeceksin kendini. Yırtık neredeyse beyaz uyum noktaları oradadır sevgilim. Uz! Yırtık bir göğün altında yaşıyor muyuz. İşyerlerini saran beyaz yası. Unla kaplanan hasta yataklarını. Çocukluğun kırık kollu eğitimini düşündüğümde. Bana değdiğinde. O bilinmez elektrikte.  Seni düştüğün yerden birisi kaldırdığında. Mutsuz bilincin beyaz kelebekleri savrulduğunda, savrulduğunda. Şok. Elektroşok. Kim rezerve ranzada yattıysa bilir.  Parçalar neredeyse kanatlar oradadır. Seninle geçirdiğim bütün beyaz anların toplamı bu sevgilim, kendimi bütünlemeyi beklerken diktiğim. İz!  İkiz bir ülkeden çıkıp gelen ikiz!  Lacivert çarşaflara buzdan siluetini çizen makas ve sis, Yaklaşma! uz! Tuz ve buz! Kendinden ayrılarak akan kar ve pus! o beyaz ülkeden çıkıp giden ikizindi, ardından gelen yağmuru dinle şimdi. İkizinle geçirdiğim bütün beyaz anların toplamı bu sevgilim, kendini bütünlemeyi beklerken diktiğim.'

 Doğaçlama şeylerle eşlik etmiştim ona, keşke kağıt harfleri barındırabildiği kadar, müziği de barındırabilseydi, belki çok farklı bir dünyanın özlemini duyumsardık içimizde, ama bu şiirde her şey var gibiyse de, gizemli ve özlenen, anımsanan ve geleceğin geçmişi... Ama yine de hiç bir şeyi değiştiremiyorsa sanat, şiir veya bir estete koşan her düş, her şey, eni sonu buharlaşıyor ve bildik yaşamımıza, onun us dışı, son iç çekiş ülkesine doğru koşan çarklarına, bir panzehir olmaktan öte, coşkuyla, mutlulukla, hırsla ve canhıraş bir haykırışla, bir payanda oluyor yalnızca...

Ve gemi gidiyor!..
Gemi gidiyor...


30
 Maria'nın kızı Tamara'yı ziyarete gittik. Ah benim bisikletli Mariam... Kızı evlenmiş, üstelik sınır dışı edilmemek için talibine güvey drahoması vererek, Matruşka evliliği yapmışlar, naylon kız beraberliği... Garip olan bir şey daha var, bu danışıklı evlilikten, çocuk sahibi olmuş Tamara, kim bilir iç dünyasında ne kadar mutsuzdur, yaşamın acımasız yolculuğunda, sürüklendiği coğrafya onu buna zorunlu kılmış. Evleri bodrum kat, görünürde her şey yolunda, soba yakıyorlar, sanki 19. yüzyılda yaşayan ahaliden bir zebun gibi halleri var, evlendiği orta yaşlı bir market çalışanı, marketten ucuza gıda alabildiği için, bu evliliğe cesaret etmiş sanırım, çünkü Ispartalıymış kendisi, Yalvaç ilçesinin Eğirler köyünde bir hanımı daha varmış, akraba evliliğinden, kızı bu adama vermişler ama oraya yalnızca para gönderiyormuş, arada bir gidiyor ve iki çocuğu varmış orada, annelerine çiftte çubukta yardım eden... Birden kendimi kimsesizler yurdunun, umutsuzluklarla dolu dünyasında boğuluyorum sandım. Kenar mahalle kahveleri de böyle görüntüler verir.
 Tamara, anlamak istediğini anlıyor gibi, ayakta durabildiği sürece, bu cansiperane meşakkate katlanacak, bir sirkin içindeki kumpanya oyuncuları gibi ya da bir çadır tiyatrosunun artistleri gibi her ikisi de, rollerini benimsemişler ve her şeyin inanılırlığını bırakın, saygın bir gerçeklikle sürüp gittiğini aldırmaksızın kabul etmişler sanki. Yoksulluğun başta gelen özelliklerinden biri şudur sanıyorum, adam bir şeyler ikram edebilmek için çay ve şeker almaya gitti, belki bisküvi de alacak, çift katlı pişmişten alayım dedi, çok şaşırdım bisküvinin katakullisini bilmesine, inanın ben bilmiyordum. O gidince Tamara hemen ağlamaya başladı, yoksulluğu benimsemiş Tamara, gözyaşları yoksulluğun temel alışkanlıklarından biridir, has bir tutumdur, ağlamanın bir başı sonu olmalı bence. Neyse, onu teselli ettik hep beraber, Makarenko'yla bir miktarda para bıraktık, ama nereye kadar. Maria, zaten destek verdiğini söylemişti olabildiğince, karmakarışık her şey, çocukları henüz çok küçük, uyuyordu, bir türlü uyanmadı gürültüye, sonra Tamara gidip baktı biz merak edince, bir şeyi yok uyuyor işte dedi...
 Yoksulluğun evlatları sonsuzca uyur ve öyle büyür. Uyanır uyanmaz da ağlamaya başlar çığlık çığlığa, yeri göğü inletir, çişini hep donuna yapar, bu neden böyledir, hep düşünürüm, binlerce nedeni var, ama gerçeği şu, yoksullar, yoksunlar, çocuklarına doğallıkla ilgisizdir, kısıtlı bir dünyanın daracık evreninde çocuk, 'a' dediği zaman şükürler olsun denir. Bir bardak su getirdiğinde artık büyümüştür ve ailenin neredeyse bir bireyi gibidir, hizmetkarı!.. İlgilenmek çocuğun başında çoğalmak değil, onun başından uzaklaşmaktır. Yoksulların çocuğu ölene dek ebeveynlerinin malıdır. Gözü gibi korurlar!.. Çocuk kitabı okula giderken görür, sokağa salarlar ama bir kulağı dışardadır annenin, sokakta büyüme diye bir kavram varsa eğer, yoksulun çocuğu ormanda yolunu yitirmiş bir cin, satir gibidir, konuşamaz ve ağzından çıkan toplam bir kaç sözcük onun beğenilmesi ve becerikli görülmesi için yeterlidir, gecikmiş toplum sendromu diyorum ben buna, sınıf mezalimi, okul kilometrelerce uzakta, öğretmen çocuktan da sıkıntılı, sıralar çocuklarla dolu ve teneffüslerde yoksulların okulu, harp meydanı gibi kalabalık, kargaşadan geçilmeyen ve kulakları sağır eden bir gürültünün violetidir. Hayır, Violent'i, vahşi şehri!..

 Okulda fizikle, müzik dersliği yan yanadır, şarkılar tüm semti coştururken, bileşik kaplar yasası hüküm sürmeye başlar ve açık pencereler sağır edici bir desibelle yıkılıp, koridorlar inlerken, koşuşan çocukların dağ başı marşı, matematiğin ilahı olmaya yemin veren miniklerin damarlarına, erken bunamanın fantastik resitallerini sunar, buralardan deha çıkmaz, bir anomalinin otistik versiyonu ve her söylediğini bellekte tutabilen saralı veletleri çıkabilecektir olsa olsa...
 Gerçek deha, şaşırtıcı tansık, işte onun için bunlardır!.. Bütün bu trajedilerin nedeni, tek tek oluntulara bağlı değildir, anne-baba, çocuk, öğretmen, eğitimin versiyonları, hiç biri suçlu değildir, kusur ya da suç toplumun kendisindedir, yetersizliğin dolambaçlarında, sürüp giden bir harala gürelenin inceliklerinde yatar acımasızlıklar ve bu bir alışkanlığa dönüşür giderek, kimse olanlardan yakınmaz, kimse olan bitene aldırmaz, çocuk çarpım cetvelini öğrenir öğrenmez alkışlanır, başkenti biliyor, ırmakların denizlerden ovalara doğru değil, ovalardan denizlere doğru aktığını belliyorsa büyümüştür (ergenlik çağı geçene, okul bitene kadar aksini söyler, nicelerini bilirim ben), en büyük şapkayı kim giyer diye sorsanız çocuğa, istenen yanıtı anında verebilir!.. Her şey yolundadır haktanır gezegenin varyantlarında, her şey alabildiğine iyidir ve geleceğimiz de parlaktır, yoksulluk mu, ah kahramanlık diyorsunuz, kötü bir şey değildir!..
 Tamara nasıl düştü bu gayya kuyusuna, nasıl girdi bu meşhur, Sing Sing hapishanesine, meşhur çünkü giren çıkamazmış derlerdi o hapishaneden!.. İşte aynı gerekçeler, özetlediğimiz nedenlerle Tamara, bu bodrumda kesik kesik öksürüyor ve çocuğu küçücük yaşta astımla boğuşuyor.
 Kuyumcu Gorbaçov, bir avuç burjuvanın bekası için, uluslararası tröst ve kartellerin harası, mal masatla dolsun diye, kapitalizmin terör kundakçıları sermaye edinsin diye, ölü seviciler modernist sanılsın diye, bizleri bölük pörçük edip, aslanların önüne atmasaydı eğer, Tamara'da müzik eğitimi alacak, belki öğretmen olacak ya da belki sinemaya soyunacaktı, tatlı bir ev kadınlığı da, belki onu mutlu kılabilirdi ama şimdi mağaralar döneminin bir neandertali gibi, iri, fırlak gözleriyle gülümsemeye çalışarak, odaya sızan gün ışığına bakıyor ve için için ağlıyor ve her konudan yakınır olmak gibi bir depresyonun, iyiletimi olanaksız bir halüsinasyonun da içine sürükleniyorum artık ben.

Tamara'nın, Ispartalı eşinin, yoksulları hicvederken anlattığı şeylerin potpurisini dinlediğimde işte böyle sarsılmıştım, adam kendi sınıfının ıstıraplarını, elem veren portresini öyle bir bellemiş ki, inanın anladım ki, yalnız benim sorunlarım değil beni bitiren, yalnız benim eleştirel yorumlarım, kahrolası bakış açılarım değil, bir dakika iyi olsam, yoldan geçen herhangi biri beni perişan edebiliyor, bir kır kahvesine otursam, çayı getirip götüren garsonun ağzından çıkan, beni harap edebiliyor, kasada duran kızın gözlerindeki derin umutlar, sanki içimdeki uçuruma bakıyor, sanki insanlara değil de, gelmiş geçmiş tüm masallara, tüm tanrılara sövgüler yağdırıyor ve paslı akciğerinin hıçkırıklarında, bir veremli gibi, bir gonca gibi açılmayı bekleyen kanserli göğsünün, körpecik tomurcuklarında için için ağlıyorlar. Nasıl iyi olayım ben!.. Edgar Degas'nın Mosnier Sokağı'ndaki gibi evren!..

 Kuyumcu Gorbaçov, otomotiv endüstrisine, gıda kartellerine, putrel tröstleri, vur kaç sanayileri ve holding birliklerine, bire bin katarak, tüketici yığınların esaretine, prangalı yiğitlerin, Korkunç İvanların yaşam boyu sürünmesine bir güvence, bir tanıt verebilmek için, bizi yeryüzüne dağıtmasaydı eğer, böyle olmazdı diye karabasanlar görüyorum ben ve gerçeğin nereden gelip, nereye gittiğini bilmeden, bilemeden, sızlanıyorum sürekli, gözüm yaşla doluyor...
 Nereye gideceğiz, rüzgâr bizi sürükleyecek biliyorum, en yakın yere mi, en yakın kovuğa, bir dilim ekmeğin, en kısa yoldan, yordamından bir yurtluğuna mı... Çok uluslu koleksiyoncular, korkunç koleksiyoncular, banknot kalpazanları, ceset tüccarları, aracılar ve tefecilerin dünyası bu!..
Bilmek, biliyor olduğunu sanmak neye yarar, sınır dışı edilmek korkusuyla, aç kalmak korkusuyla, çocuğundan ayrı düşmek korkusuyla, yaşayıp gidiyor insanlar. Kölelik sürüyor ve düşleri prangalı toplumlar, o bildiğimiz sürüler, birbirleriyle komik laflar ederek,  uykularda söyleşerek, artıkları yiyerek, kedileri besleyerek ölüp gidiyorlar. Göçüyorlar sessizce ve hiç bir melek duymuyor inleyişlerini, şeytan dahi dönüp bakmıyor ve Azrail inanın işsiz dolaşıyor buralarda, çünkü insanların canı alınmıyor artık, onlar sessizce ve bile isteye can veriyorlar ve birbirleriyle, gizli bir tapınağın müritleri gibi usulca selamlaşıyorlar ve fısıldaşıyorlar; Kurtuldu!..

 Yaşarken hiç bir zaman vaat edilmeyen ve öldüğünde kesinlikle kendisine bağışlanacağı söylenen, tanrının bilip gözeteceğini, hak tanırlığını bildiren, afyon kokulu cennetlerine gidiyorlar artık, bir bulutun karanlıklarda yitişi, sabah serinliğinde bir sisin, yeryüzüne inerek, tükenip gidişi gibi... Neşeyle, şükürle, minnetle, hesabını veremediği, hesabının ödenmediği bir dünyada, kalanlara gülerek, acıyarak, kendisinin ayrıcalığına, gurur, kibir ve korkunç bir alçak gönüllülükle şaşarak, inanarak ve yaşamındaki tüm acılara, haksızlıklara ve hiçliklerle geçen ömrünün sonunda, kavuşmayı hak ettiği şeye, tüm insanları küçümseyerek, bir olasılığa bel bağlayarak, dahası bilinmeyen bir dünyaya, sonsuz ve anlamsız bir yalnızlığa giden yolda, son soluğunda bile rikkate gelip, titremler içinde, bir tansıma içinde tapınarak...   Neyin özlemiydi ki bu, asude bir bahar ülkesinde aradığı... Bir kapıdan girmek uğruna, bunca hay huya, kan ve gözyaşı, keder ve elem, ölüm ve alınyazısı ve esaret dolu can pazarlığında, bir etin bezirganlığında değer mi diye düşünmüyor ve sormuyor artık, benim tanrım neden böyle acaba, neden!.. Ve diyorum ki ben; 'Ona dil verildi, şu yalan yani, ona et verildi, toz olan.', nasıl iyi olayım, nasıl iyi olayım ben, burada, oralardan farksız, izlenimler ve umarsızlıklarla geçen yıllarımda...
Yaşam, evren; korkunç belki ama, sıradan öylesineliklerin içinde akıp giden bir yanardağ püskürtüsü, önüne gelen her şeyi silip süpüren bir lav seli, cehennem ateşiyle kozmosun koridorlarında, sonsuz çığlıklar ve inlemelerle bütün yaratılmışları, gezegen ve kayalıkları, bulut ve parçacıkları, dalgalar ve atomcukları sürükleyen, gemi azıya almış kızıl-kırmızı bir okyanus gibi, gökadadan, gökadaya sürüklenen girdaplar gibi, akıp giden, korkunun, dehşetin ve doğmuş olmaklığın sefaletinde, barbarlığın, ölümün ve sonu olmayan bir vahşetin safahatında, bizim minicik sandalımızın analığında, onun içinde yüzdüğü evrenimizi ve her şeyimizi, tanrımızı, krallarımızı, çocuklarımızı, adamlarla, kadınlarımızı, ruh ve vandal çatılarımızın hapishanelerinde ve ilahi kaburgalarımızın kafesinde, sükun içinde ölüp giden organlarımızı sürükleyen bir bulamaç, kusturucu, korkunç, her şeyi içine çeken, uğultuyla yiyip yutan bir plazma, iğrenç bir salya bu!..  
 Yaşamak niçin ayrıcalık olsun ki... Üstelik hepimiz ölümün kollarına atılmak için birbirimizi çiğnerken ve kurtların ulumasına, domuzların aç gözlülüğüne ve geçtim seni ya Süleyman çığlıkları arasında, savaş ve zafer naralarıyla gönül verip, coşkuyla, inanmışlıkla, kutsala kapılmışlık, bilinmeyene tapınmışlık ve kayıtsız ve koşulsuzca bir bağlanmışlıkla kendinden geçerken ve hiçliğin tiksinçliğine, boşluğun gıcırtılarıyla, dipsiz karanlıkların saltanatına boyun eğerken!..
 Benim tanrım kuyumcu Gorbaçov'sa düşüncelerimin yetersizliğine şaşıyorum ben, daha keskin, daha inandırıcı ve daha kozmik şeyler ileri sürebilmeliydim, her şeye baş kaldırabilmeliydim, çünkü ben, ben değilim... Nasıl iyi olayım ben, nasıl iyi olayım ben!.. Tanrı diyorlar, işin içinden çıkılmadığında, ezeli formül, mutlak çözüm işte bu, sonsuzca bir müsekkin, şifa dolu, Wagneryen bir aldatı...
 Oysa hepimizin içinde dönüp durduğu çemberin yaratıcısı olan tanrı, bir nitelik değil, bir nicelik gibi geliyor bana, neden korkuyor ve ona tapınmak gereksinimi duyuyorum ben, ama tanrının eli yeryüzünde, onların eli, beni zapturapt altına alacak olan o tufeyli, görünmeyen hayalet!..
 Biz yazgımızla baş başayız, bir etkime değil edilgedir yaşamımız. Hiç bir nen, hiçliğin ya da yokluğun, varlığın veya sonsuzluğun, ölüm ya da yaratım uğruna, ulaşılması ve kavuşulması için yeterlilik gösteremez. Bir yaratık kendisinin tinidir, hiçliği ve hepliğidir. Bir mikro evren olan insan, makro evren yok olup gitse de kendi varlığının çemberinde, kendi kolhozunu yaratabilecek, yaşamını sürdürebilecektir, kendisini aştığında bu gerçekleşecek ve mikro evren de, tersinirlikle,  tüm canlılar yaşamını yitirdiğinde bile; kozmos da, makro evrende varlığını sürdürebilecektir. Tanrının yokluğu hiç bir şeyi değiştirmeyecektir, öyleyse tanrının varlığı bir hiçtir ve insanla var olabilen bir tanrı, bir yerlerde geziniyor ve gizleniyorsa eğer; evrenin bir tanrısı da yok demektir, çünkü boşlukta dönüp duran Andromeda'nın bir tanrıya gereksinimi olduğunu, yalnızca biz düşleyebiliyoruz, yalnızca biz ileri sürebiliyoruz ve bir tanrısı olsa da olmasa da dönüp duruyordur işte o, tanrısı olmadığında yıkılacaksa, insanlık olmadığında da yıkılması gerekmez mi, ama insan olmadığında o hala dönüp duruyor, adım gibi biliyorum ki dönüp duruyor...
 Öyleyse tanrı bir kategoridir, varlığın bir ara zinciri, zayıf halkanın bileşenidir ve bir zorunluktan öte, bir tamamlayıcı ve bütünleyicidir o, acılar içindeki, umarsız ruhlarımızın olmazsa olmazı, kabına sığmayan, sonsuz kafesinde sürüp giden esaretinden fırlamayı, hep dışarı çıkmayı özleyen bedenlerimizin umursamazı ve hiç birimiz onun varlığını kabul etmediğinde, o gene vardır nasıl olsa argümanıyla, hareket ediyoruz biz. Tanrı sonuçta, insani bir söylem olsa gerektir, öyleyse taş için bir tanrı gereksizdir ne yazık ki, yok oluş, var oluş kaygısı taşımayan bir kaya parçası için, tanrı niçin bir gereksinirlik sınırında olsun ki ve bir taş, onlar, niçin bir tanrıyla kol kola yaşasın ki... Tanrı, imansız ruhlarımızın zinciri, ele sığmaz, sonsuzluğa meydan okuyan düşlerimizin demir kafesidir, bir hiçliktir ve unutulmalıdır. Tanrı evrenimizin bir sansürüdür.
 Mutsuz olduğum, yaşamımdan ümidimi kestiğim için böyle düşünmüyorum ben, keder yumağı ve bir elem tapınağı olan canlı yığınları üzüyor beni, canlı yığınları diyorum, çünkü avcının vurduğu ceylanın göz yaşlarını hepimiz görüyoruz. Ondan ayrı kalan yoldaşının, baş ucunda durup ufuklara bakışını, sonsuz aşk acısını ve dinmez göz yaşlarını görüyoruz. Bu yüzden bu kanlı vodvil, barbariyan uygarlık biçimimiz ve haktanır ama tarafgir, eşitlikçi ama sınıfsal, yüceltici ama kategoryen, bağışlayıcı ama gözetleyen ve herbaryum demetlerinden can çıkarmayı bilen, onları armağanlara boğup, fütursuzca ayrımcı ve kayırıcı olan, sürüp giden, sürklase olmuş yaşamda, gerçek hiç bir dokuncası bulunmayan tanrının varlığı, ne yazık ki sona ermelidir diyorum ben.

 Duygularımla değil, düşüncelerimle konuşmalıyım, bir yaşam planlamasından, yerelliğin topoğrafyasından, semtlerin krokisi, bulutların kini ve gökyüzünün aldırmazlığından söz etmemeliyim, kaon ve sigma gibi parçacıklardan söz edeceksem, bilinmeyeni dile getireceksem, savlarımı düşüncelerle süslemeliyim, uygarlığımız kökten değişmeli ve tanrı olmamalıydı derken, onlarsız ve tanrısız yaşayabilmeliyim ve gerçekte, evrenden, yaşamdan, tüm varlıklardan, insanlardan ve kendimden yakınıyorumdur ben.


31
Şu keman başıma bela oldu, bir anlam zinciri olarak kurup, kendimi yadsıyabileceğim, en acı sözcükler bunlar... Belleğim zamanın ötesine kaydıkça kendimden umudu kesiyorum, yaşamak için çalışıyorum, besteler yapabilmek için yaşamak isterdim oysa, salt yaşamak, hiç bir anlamı olmayan bir medcezir. Yeryüzünde bir toplum ilerledikçe, delilik artıyor gibi geliyor bana, delilik ve lobotomi yan yana sürüyordur belki de... İlerlemek, insani olana yaklaşmak anlamını taşımıyor, gereksinimlerimizi gidermek kolaylaşıyor, yaşamın temel prensipleri artık bir zorluk olmaktan çıkmış, çamaşır makinası var, yüzyılların en büyük icadı, elektrik var, ruhun enerjiye dönüşmesi, her şey var yaşamı kolaylaştıran ama gene de zorluklar neden bitmiyor, hiç anlayamıyorum, tuvalet veya yiyecekleri soğutmak büyük gelişme, geçmişte yaşadığımız, büyük zorluklar, ayak bağları ortadan kalkmış, ama kolaylaşan eskilerinin yerine, neden yeni zorluklar ikame edilmiş ya da neden yeni zorluklar bizi bekliyor, garip...
 Mağarada yaşayan ateşle ısınıyordu, avcılık yapıyordu, tarıma geçti ve bakın işte zorluk başlıyor artık, neden toprakları fethetmeye gitti, neden!.. Gerisini hepimiz düşleyebiliriz, şunu düşünüyorum, teknolojik, endüstriyel gelişmeler, mağara adamının düşünce yapısını aştığımızı gösteremez, ama teknolojik harikalar düşünsel yapımızı değiştiriyor, o kadar... Aynı nobranlık, aynı mantalite, aynı bakış açısı sürüyor, biz odalarımızı ısıtmakla geliştiğimizi sanıyoruz, ama ruhsal şatafatımız ve cellat bakışlarımız neden değişmiyor, yıkanmadığımızı ve çatımıza çağın gereklerine göre biçim vererek, giyinip, kuşanmadığımızı ve bedenimizi doğaya bıraktığımızı düşünelim, bir kaç günde Elealılar ya da Megaralılar'a benziyoruz ve  daha geriye düşebiliyoruz. Aramızda dolaşan evsizlerin ya da yaşamdan ümidini kesmişlerin haline bakın, Adem Baba diyoruz biz onlara, öyleyse, yüzyıllarla, yüzyıllar arasındaki aralık, boşluk bir dakika, garip değil mi, bu mu gelişme, ilerleme dediğimiz...
Rönesans, reform, Antuvanet'in draması, 1789 kalkışması, Sanayi devrimi, Çarlık Rusyası'nın Nikola'sı ve 1917 kapışması neye yaradı hala düşünüyorum, eğer Marie Antuvanet tuvalet leğenini sarayın penceresinden atar atmaz; klozete evrildi, Louis pisuvarı kullanırken, sonunda aryalar söyledi diye devrimler olacaksa ve milyonlar giyotini boylayacaksa, yerimde saymak istiyorum ben... Platon'un mağara alegorisi var, mağaranın karanlığında yaşamı salt kovuğun içi sanıp, gölgeleri tiyatro olarak algılayanlardan biri, mağaranın dışına çıkmış ve otlar, akan sular, uçsuz bucaksız yeşillikten ve gün ışığından söz etmiş mağaradakilere, onlarda ona, sen kör olmuşsun demişler. Körlük, körleşme, mağara dışına çıkarak kan akıtılacak, sunaklarda başlarımız koparılacak, Aztekler, doğudan gelenleri tanrıları sanacaksa, mağaradan çıkmak istemiyorum ben, tartışmaya değer bir konu bu, olan bitene bakılırsa, eğer lambayı bırakıp, neonla, floresanla aydınlanacaksak ama mağaradakilerin ruh halinden bir adım öteye ulaşamayacaksak, gelişme dediğimiz şey, teknolojik ve endüstriyel panik ataklara verilen bir ad olamaz diyorum, gelişme, yücelip tanrısallaşan ruhlarımız ve ilkellik ve şiddetten yoksun genlerimizde oluşmadıkça, biz kılıç yerine kalaşnikof, mızrak yerine füzeler, hançer yerine lazer, kalkan yerine örümcek ağından yelek giyen canavarlara dönüşmekten başka bir becerisi olmayan zombileriz demektir. Komik bulmuyorum bunu, derinliğine düşündüğümde, değişen teknoloji ve tutsak olmuş bir ruh ideolojisinin kurbanları olarak görüyorum kendimizi, biz bir adım ilerlemiş değiliz, korku tünelinde koridorlardan geçerken, bir bir değişen ürkütücü sahnelerin kurbanları olan pigmeleriz. Ayarlı elektron, köleleşmiş protonlar buyruğumuzda olsa bile, ruhumuz değişmedikçe insanız biz ne yazık ki, insan!.. Tanrının lanetlenmiş kulu, doğurgan olanı günah keçisi ilan edip, yüzyıllardır kendi kopyalarını, çocuklarını, savaşlara, talana, gözyaşı ve ölüme sürükleyen kozmos canavarları, yok ediciler, terminatör olup, evrene baş kaldıracağım derken, ay ışığında uluyarak, kuduz olmuş bir kurt gibi, kana susamış bir vampir, ölüme iman eden bir mümin ve yaşayanları kıskanarak, mezarlardan gırtlağına dişlerini geçiren bir hortlak!.. Nereden bakarsanız bakın, bir umutsuzlar, umarsızlar ve hemcinslerini kurban etmeyi alışkanlık edinmiş bir imansızlar mangasıyız biz!..
 Bir beste bile üretemeyeceksem boşuna yaşadım ben, boşuna, ama olanağım yok, kargaşada, gürültüde, hay huy içinde geçen bir koşturmacada beste yapmaya kalkarsam, düşüncelerimi yinelemiş olurum, ama yeni bir şey söyleyebilmeliyim ki, bir beste yapmış olayım. Beni yaşamda bakar kör yapan tek sayrılık, tek tasa, tek kaygım işte bu... Karanlık odamda, kendimle baş başa kaldığımda Vivaldi'yi düşünüyorum, o çok sevdiğim Bach'ı, Şostakoviç'i... Mozart neşeli geliyor bana, Beethoven duyarsız yaşadığı topluma karşı, bir kindarlık içinde besteliyor tüm senfonilerini, insanlığa kızgın o; Wagner onun endüstriyel kalıplara boyun eğmiş versiyonu, tıpkı Beethoven gibi oda düşman topluma ama bunu yazgısı bellemiş ve eleştirisini bir sanat şölenine dönüştürerek, toplumun içinden biri olarak kalmayı yeğlemiş artık, günün birinde bundan yararlanmayı da düşünmüş, iş bilmiş; onu ikinci savaştaki Bavyera çocuklarının benimsemesi ilginç değil mi... Çaykovski ince ruhlu biri, çıtkırıldım, istiyor ki her şey ipek gibi, kadife yumuşaklığında olup bitsin, olması gerekende o tabi, ama toplum onu yalnızca balolarda, uçsuz bucaksız saraylarda ve yüzlerce kişinin katıldığı burjuvatik av partilerinin göl kıyılarında dinlemeyi adet edinmiş, o bir müsekkin, olması gerektiğini düşündüğü bir dünyanın Mesihi değil... Bir sanatçı, eni sonu yaşam denilen tanrısal mekanizmanın dişlisine dönüşmektedir, sanatçı yalnızdır ve neyi hedeflerse hedeflesin, o akıp giden yaşamın eni sonu bir parodisidir ve hiç bir zaman bir emperator, bir önder değildir. Bir sanatçının cinayete kurban gitmesi, onun şöyle ya da böyle yaşamın dişlilerine katıldığının birincil göstergesidir, çünkü yaşam bu oyunları yinelemektedir. Sözde zamanlara, o zamanlara da değil, sonradan yaşamışların, geçmiş dönemler için uydurduğu adlara, demir, tunç bakır, orta, yeni, feza gibi çağlara bölünerek yuvarlanıp gitmektedir insanlık tarihi, bu bir tekerlemedir, her doğan güneşte,  bunu başarabilmiş bir döngünün, tanrılarla işbirliği yaparak sürüp gitmesini sağlayan bir zehir, bir büyülü medcezirdir  yaşam ne yazık ki...
 Yüzyıllara dağılmış günleri, yineleyip duran bir makinenin, yaşamakta olan dünya toplumunun, her şeyi kendi düzeninin çarkları arasında eritebilme yeteneği;  şimdiye dek yeryüzündeki tüm kalkışmalardan, karşı çıkmalardan, baş kaldırmalardan ve kaleleri fethedip, burçlara kendi bayraklarını dikip, yenilenlerin boyunlarından ötesini mızrakların ucuna asarak, ahalinin görümlüğüne sunmaktan, inanın çok daha büyük bir utku ve çok daha büyük bir cinayettir. Çünkü gemi safra atar ve ağırlıklarından kurtulmak ister sürekli, sistem buna dayanır ve ilginçtir, durgun denizde ölenlerin sayısı, dalgalarla boğuşurken ölenlerin sayısından daima çoktur, üstelik bu bir doğalite sayılır, belki de sanılır diyebilsek de, yeryüzünde gerçekler ya kutsanır ya da dizginsiz kitlelerce, hep birlikte göz ardı edilir.
 Bakış açılarının sonsuz çalkantısında, sanat bir bakıma olağanüstüdür evet, tanrısallığa soyunmaktır, varılan noktanın, ulaşılmak istenen doruğun bir nirengisi, nirvanasıdır, beste bu yüzden bir iç sızısıdır.
 Çünkü dorukta, coşum da, içimizdedir ve gerçekte algı okyanuslarının peşinde boğuşuruz ama galaktik aralıkta bir toplu iğne başının çevresinde gül koklamaya çalışıyoruzdur hepimiz ve hepimiz koklayabilseydik keşke, işte bütün sorun bu ve biz bunu başaramıyoruz... Öyleyse, tutkularımıza dönelim, tanrı kim sizce, bizce tanrı kim ve  biz kimiz diyorum üstesine... Müzik tanrının düşüncesidir diyoruz, gerçekten kozmik ötesi o ama işte yakınmak istediğim gibi, o, müzik bile kendisini çağından, döneminden ve yaşamın akıp giden usul ve yordamından kurtaramıyor, kurtaramaz, bir toplu iğnenin başından uzaklaşamaz, görüyorsunuz kendimizin tutsağıyız biz ve kendimizden kurtulmayı istedikçe, uzaklaşmayı düşündükçe, umarsızlıklar içinde kıvranıyor ve bir atomun o parçalayıcı sesiyle baş dönmesinden sarhoşuz artık. Bir kez daha soruyorum öyleyse, biz kimiz, nereye gidiyoruz ve kılavuzumuz iyiliğin ve kötülüğün sarmalında, bizim orkestranın o deli dolu yerlisinin dediği gibi; Yukarırahmanlı köyünden Rahim mi!..
 Bu arkadaş tam bir müzik aşığı, Aş Konağı diye bir restoranı var ama gece gündüz çalıyor işte, öyle ince ruhlu ki, yemek ve gırtlak kirası için yaşayan bizler adına açtığı yere Aşk Konağı diyor artık ve bizi güldürüyor, ama düşünceye boğmaktan da  kalmıyor!..
 Klasik müzik çağı kapandı belki de, ama az gelişmiş ve özenti içindeki toplumların bestekarları hala Mozart gibi besteler yapmaya kalkışıyor, gerilikçi düşüncenin evrilmesi olanaksızdır, elektronik müzik çağı başladı çoktandır, biliyorum ki evrenin iniltisi kemanla bile olsa, artık Rahmaninov gibi, Beethoven ya da Haçaturyan gibi olmamalıdır, bunun ayrımındayım, düşündüğüm beste türü, barok, gotik çağlardaki gibi ya da bir pan flüt üçlemesi, akordeonla, fagotla çetrefilleştirilmeye çalışılmış bir komiklik olmayacak, dünyanın ağıtını bestelemek istiyorum ben, kemanın tahtını gene ona, kemana bağışlamak gibi bir şey bu, kemanın ayetleriyle konuşmak, tümüyle bir sessizliğin, karanlıkta yükselen ve güçlükle duyulan sesinin sızısıyla, çabalarının ordinaryüsünden bir şatafat, periferisi kozmolojik tınılarla yükselen, yereli yerle bir eden ama acımasız gökselliğe de küskün, bir alışkanlığa dönüşebilecek, ruhların despotik çağlarından süzülen, bir kantat hedefliyorum ben. Bir hiçliğin, heplikle dile getirilişi...
Anlatmak, konuşmak, yazmak, bestelemek, düşünmek; gerçekleşmedikçe en kolay şey şu dünyada ne yazık ki!..
Geçmiş çağlarda tek seslilik vardı, içli bir romantizm, arabesk, avrobesk ve global çağın sergilenmiş tüm müziklerinde, onun kalıntılarıyla hala karşılaşabiliyoruz, yaşamın görece denilebilecek derinliği ve algı biçimimizin sınırlılığından kaynaklanıyordu tek seslilik, yüz yıllar böyle geçti, insanlık çoğaldıkça ve iletişim arttıkça anlatılar ve düşüncelerin tanımı, aktarımı için tek seslilik yetmez oldu, kargaşa ve kaosun, çılgın kalabalıklar ve basitik, balistik, klasik indirgenir bir düzeneğe sığmayıp, bir türlü anlatılamaz olanın baskısı, yaşamın, artık iç içe geçen büyük insan öbeklerinde dile getirilemeyişi, tek sesliliğin yetersizliğiyle, çok sesliliğin oluşmasının, doğumunun kaçınılmazlığıyla, diğerinin sonu oldu. Kilise müziği tek sesli ve koro ağırlıklıydı, insan sesi, tanrıya yakarının somut göstergesidir, tüm konuşmalarımız ve şarkılarımız tanrıya yakarılarımızdır bizim, ses doğaya ve tanrıya yalvarımız için gelişmiştir, aczimiz ve güçsüzlüğümüzün mimesisidir ve din, tek sesliliğin kaynağıdır kim ne derse desin, çok seslilik kenar mahallelerde, mezbelelerde ve kanalizasyon içlerinde doğup, saraya ve katedrale yükselmiştir. Her şeyde olduğu gibi... İşte benim düşüncelerim ve karanlık odalardaki yalnızlığımda, tasımladığım bestelerim, yaşamım ve baş edilmezleşen yazgım... Kendimle sürüp giden esaretimle, ölüp gideceğimi biliyorum ben...

 Bir gün çalmaktan, koşturmaktan öyle yorulmuştum ki, derin bir uykuya dalmışım, düş görüyordum ne hikmetse... Kırlarda ot topluyordum, bir şey oldu, ama bana inanmış bir kişinin kutsal gizden, tanrısal bir etkiye kapılması gibi dokundu diyebilirim. Gün ışıyordu ve suyun kenarında uyukluyordum, topladığım kökler ve tohumlar suya düştü sanırım, uyandım bir ara ve suya baktım, ürkütücü bir böcek görmüş gibiydim, su canlısı gibi bir şeydi, hafifçe kıpırdıyordu, yuvarlağımsı, zırhlı bir şey gibiydi ya da görünür kısmının tam ortasında bir yuvarlak vardı, gölgede kımıldadı, kara ve ıslak, kesif ve donuk bir beyazlığın ortasında, koyu renkli bir püskül gibi, kıllarla çevriliydi, esmer bir yumrunun, kabuklu bir bağanın üzerine dizilmişlerdi sanki, bütünüyle tanımlayamıyorum, oynak bir şeydi ve korkunç denilebilecek bir canlıya benziyordu ve dehşet saçıyordu, uyku sersemi miydim yoksa, ama bir andan daha kısa; hatta gördüğüm ürkünç şeyin, usumda bir görüngü ve bir düşünceye dönüşüp de, algılamadan önce; Onun suda yansıyan, kendi gözüm olduğunu anladım!..

 Düşündüm ki, evet bir insanım belki de ben ve ölmek istiyorum ama, gerçekte bir  günahkarım...

32
 Bisikletli Maria, müzik eğitimi alırken bir gün bana şöyle demişti, günün birinde müziğin dilini çevirmeyi başaracağız, bir kitap gibi okuyacağız, ona göre müzik bir tür konuşma ve düşünceydi, biz ona sözler yazıp kendi bildiğimizi okumak gibi bir fütursuzluk yapıyorduk, ama o müziğin bir gün dile geleceğini, neler fısıldadığını öğrenebileceğimizi söylüyordu, yani öylesi bir aygıt yapabileceğimizi düşlüyordu sanırım, ilginç, hafiften bir tanrısallık olurdu bu, bir düşüncedir almıştı beni,  Maria böyle söyleyince, düşünün bütün müziklerin ya da bir kuşun ötüşünün bile söze çevrildiğini, galaktik bir çınıltının, evrenin derinliklerinden gelen tuhaf bir gümbürtünün, ne anlattığını ve bize neler söylemek istediğini öğrendiğimizi düşünün, gelmiş geçmiş en büyük giz bu olabilir bence, evrenin gizi belki de orada yatıyordur, uyukluyoruzdur da ayrımında değilizdir bile belki de, çok heyecan verici, olağanüstü bir şey olabilir bu...
 Bir metin okumuştum, çağrışımlara yol açtı, geçmişime döndüm bir an, trende, vapurda, işime, çalmaya giderken olabilirse okuyorum ben, vaktim yok, yorgun döndüğüm için kaldığımız yerlere, arabada filan okuduğumda oluyor, ama bir şey söyleyeyim, okumak gizli bir aşka benzer, hiç kimseler görüp bilmemelidir. Zorunluktan okuyorum yollarda, gerçek okuma insanın kendisiyle baş başa olduğu anlardır, bir kaç şeyi bir arada yaparak okumak, bu insanlara hayranım, her şeyin yarım olduğu bir şey, hiç bir şeyin tam olmadığı şeydir!..
 Fantastik yazın diye bir şey var, yazın sanatı, her şey gibi iç içe örneklerin uzayın derinliklerine dek sergilenmesidir ki Gagarin de okuyabilsin ama fantastik yazın diye bir şey yoktur sanırım, olamaz, o geleceğin gerçeğidir, derbeder gönüller için anlatılan, günümüzde fantastik gelebilir ama öyle bir şey yoktur gerçekte, ondan ötesi düşleyebildiğimiz her şey, anlağımızın sınırları içinde gezinen imgeler, imgelemin ortaya koyabildiği masalımsı mesellerdir, tuhaf komediler, kozmik şakalar ve günümüzde mızrakla savaşan teatral oyunlarda fantastiktir, fantastik bir genelleme olarak, tersinir zamanın, mekanın, anakronik olaylara, düşlere dönüştürülerek sergilendiği varyeteler anladığım kadarıyla, Yevgeni Zamyatin var, onda hafifçe bilinç akışı da var gibi geliyor bana, Beckett ve Joyce'a yakınlık, ama onu uzaysıl fanteziye veya gene anakronik olay dizisiyle süsleyerek Zamyatik bir özgünlüğe dönüştürüyor, Stanislav Lem var Slav ruhlu, bizim takımdan ama o bayağı özgün, kimseye benzemiyor, yani o denli bir sentez yaratmış ki artık orada herkes var, herkesin olduğu yer, hiç kimsenin olmadığı yerdir, Lem çağımızın Odysseus'udur, hiç kimsesidir fantastik yazın alanında, bilim kurgu bu ağacın dallarında gezebilir, soyacağı bin bir çeşit imler barındırabilir, bir adlandırmadır sonuçta, o tip yazarların kaleminin akışına; ama yaşadığı büyük havzanın adı fantazya dukalığıdır, knezi de kendisidir artık, onun Solaris'ini çocukluğumda okudum ben, korkunç derecede başım ağrımıştı, yarı baygın ayıltmaya kalkışmışlardı beni, o derece kendimden geçmiştim çünkü, yaşamın illüzyon olduğu bir yana, başka dünyalar açısından bir saldırıya uğramıştı ruh çatım, bisikletli Maria'nın çığlıkları ve delice şarkılarla geçen kasaba yaşamımız, Solaris'le, beni dünyamdan ayırmıştı, yıldızlar ve gökyüzü, insanlar ve deniz gözümde başkalaşmıştı, ama o kitabı okuduktan sonra, kemanımla ilahi tutkuların peşine düşmüştüm, hepimizin bir tanrısı vardır yaşamda, benim ki Solaris, Lem diyemiyorum ne yazık ki, iki bacaklı, tek burunlu, alelade biri çıkarsa düşlerim suya düşebilir diye korkuyorum, ama günün birinde bisikletli Maria, Makarenko, Arseni ve Mehveş'te fantastik olacaklar, Lem'de, yok olacaklar sonunda, ama önce ben, fantastiği onlara benim öğretmem gerekiyor, çünkü yaşamda istediklerimi bir türlü gerçekleştiremiyorum, bu beni kırılgan kıldığı gibi, -alınganda diyebilirler bu iç huzursuzluğa- içten içe asabileştiriyor da, yeryüzüne düşman kesiliyorum dersem, haksız düşmekten korkuyorum, ama yeryüzüne sempatim yok, okuduğum kitaplar ve dinlediğim müzikler beni insafsızlaştırmış olabilir, ama günden güne ağırlaşıyor düşüncelerim, amaçlarıma yürüyemediğimi duyumsadıkça kendimden uzaklaşmak istiyorum, bu bir nefret değil, liman değiştirmek, Pearl Harbour'dan, Milk Way'e; ama yaşam cetvelim buna belki de seviniyordur, gönyemin ölçeklerin dışında seyrediyor olması, kimleri mutlu ediyordur bilemem ama, bir şeyler, dünyanın düsturu benim ölüme doğru yol almamı sağlıyor, istiyor hatta, can çekişe çekişe hem de, ama işte bunu başaramamalılar, onların elinden olmamalı bu, onu ben başaracağım ve her şeye karar verenlerin, verdiğini düşünenlerin, vasatlık ve vulgerliğin saltanatında ahkam kesenlerin, yine de karar veremedikleri, Makedonyalı Aleksander gibi bir kılıçta kesemedikleri bir şey olmalıdır diyorum yine de, nedir o, ölüm, söylemesi bencilce gelebilir ama ölümüm, bencilce değil, çünkü dünyanın karıncaları bizleriz, bizim gibi sıradan kalabalıklar, daha doğrusu alabalıklar... Ölümcül derecede dehşet veren bir dünya gailesidir ölüm, yani son günün, volkanik bir patlaması ve bir daha el ele bile tutuşamayacağımız dünyamızda, üzerinde yaşayan tüm canlılara, meydan okurcasına bir elvedanın ruhani şiddetle dolu bir ayeti...

 Evet ölümüm, onların, salına salına, bizlerin mutsuz gidişini gözleriyle izledikleri bir tören olmamalı, bir yortuya vesile olacaksam ölmemeliyim inanın, ölümü arayışım bu yüzden değil mi, başarısızlığımın, yaşamla özdeşlik sağlayamamamın tadını çıkarmanın, zevkini ve eğlenceli vodvilini yaşatmayacağım onlara, yaşatmamalıyız, tanrıya ve tüm düşlenebilir evrene... Böyle konuşmam elbette bir eziklik, düşünce zaten bir ağırlığın altından kalkabilmektir, bir tür ezilme, çünkü bir ağırlığın altına kimler girmek ister ki, ama her şey böyledir gerçeklikte, ölümüm, böyle giderse kendi yaşamıma son verme isteğimde, aşağılayıcı bir şey, bir tür ezilme olacak, bir hesaplaşmanın aşağılık olmayanı var mıdır, insani olan her şey kabulüm diyen Marks tam da bunu kastediyordur, sonra benim başarısızlığımdan, kendimi gerçekleştiremeyişimden zevk alabilecek bir tanrı, aşağılık değil mi, onun yarattığı, düşünebilen tüm varlıklar ki ben hepsinin düşünebildiğini varsayarım -bir arı veya köpeğinde-, barbar bir ruh aleminin canavarları değil mi, çekip gitmek onurlu davranışların başta gelen burçlarından birisi, öyledir, onları düşünmeye davet ediyorum, niceleri çekip gitti bu dünyadan kendi elleriyle, kalanların, abartarak bel bağladıkları insanlar, şu bizim Mayakovski, İtalyan Bruno ve hatta Tarkovski, işte onlar gibi davranmadıkları için ağıt yaktıkları bir dünya değil mi bu, asgari düşünüyor olmanın çılgınları yok ettiği bir dünyadır bu ve tanrı vasatlığın koruyucusu olup, sıradanlığın tahtında geviş getirir sürekli, kedi canavarları bunlar, paradokslar cehenneminde yaşarlar ve Solaris'i Lem'in yazıp duyarsızlıkla karşılanması ki, üçüncü gezegenin hala kaya yığınlarında atomu parçalayan ve Los Alamos'la, şeytan üçgeniyle, Çernobil'le oyalanan yaratıklarla dolu olması; Apocalypse diye buna derler işte...
 Gideceğim elbette ve yaşamımı kendi ellerimle sonlandırıp, ölümünü gören insan olacağım, başarısızlığımı kaygısızca ve sistemlerinin safrası gibi acıma duygularıyla izleyenlere, zaferlerin -utku demek gerekir, her dilde kendini yenilemeyen, geçmişte kalan hiç bir söz gerçek değildir bu dünyada, çünkü eskiye bağımlılık dogmatizmdir ve değişmezliğin, açmazlığın kalesidir- bitmeyeceğini ve yenilginin bir son olamayacağını ve bir amaç uğruna değiştiremediği dünyaya mahkum edilemeyeceğini göstermekte, bir var oluş biçimidir olsa olsa, -bunun acıklı biçimde dile getirilişi de boyun eğmektir- ama buna kendim karar vereceğim işte, onların borazanlarıyla, hücum taburlarına ulaşan göksel coşkuları ve gerçekte tanrılarını bile aşağılayan nidalarıyla olmayacak bu, -aynı sevdalarla, aynı tanrılarla birbirini yok etmeye, ezmeye çalışan dünyacıl bir toplum olabilir mi, öyleyse her şey yalan çünkü, us dışı paradokslarla şimdiki ya da bir başka dünya üretilemez- öyle olsaydı, başka bir önlem ya da karar alabilmek, bir çözüm yaratabilmek için, varlığımı bu biçimde hiçe saymazdım ya da bir nirenginin her şeyi etkileyebilecek domino etkisini göstermesini isteyerek, onu başarmak, düşüncemin eylemsel olana evrilmesini, ancak görmek isteyebilirdim. Çözüm var, kendim olabilirsem eğer, eğer çözüm yoksa düşüncenin koridorlarında, karanlığın gadrine uğramışız demektir; Karanlığa övgüler olsun, o bize düş kurmasını öğretti, evet ama körlük, yaratılmışlığı bir acze sürükleyen her oluşum, karşımda yer alan bir var oluş biçimidir ki, bana yönelen her şeyle, bir biçimde baş edebilmeliyim, elbette anlatamadım, hatta kendimi suçlar ya da mahkum edecek düşüncelere kaydım neredeyse, yönelimlerim, güncel kaygıların penceresinden akıyor sanısı vermeye başladı, yeltenmelere dönüşür gibi, anlaşılmaz girdaplara giriyor evet, ama ben bir aksiyonerim, öyle olmak istiyorum, işbirliği içindeki bir serap değil, et ve kana meydan okuyan ve insanlığın tüm yazgısına, bulanık bir akış içinde kayıtsız ve kaygısız kalan bir kargaşanın bulamacında yarattığı, bir organizma değilim, olmak istemiyorum, narodnik ya da anarşist de değil, kemanımın hakkını vermek isteyen biriyim ben, Üsküdar sokaklarında bir kimsesiz gibi dolaşsam da, Beyoğlu'nda kemanımın hatırına dönüp baksalar da, Kadıköy'de,  Rahmaninov -Şehrazat'ı çalsana demişlerdi-, heyhat Korsakov'u çalıp mendil açmamı önerseler de, Antalyalar da hiçlensem de, kim olursam olayım, hiç kimselerden bir hiç kimse olsam bile, kendim olmak istiyorum ben, Solaris'in gölgesinde dinlenen, sıradanlığa yenilmiş, tepkisizce boyun eğmiş olanlara, hep birlikte ağıtlarla eşlik eden biri, kendim olmak, bütün sorunum bu...

 Onun iniltisine katılmalıyım, dilini anlatmalıyım, onun görüşlerini aktarmalıyım, bir çözüm olamayacaksa da, onunla birlikte haykırmalı ve gerekirse öz kıyımın yollarında kemanıma sarılarak uyuya kalmalıyım. Sonsuzluğa selamımı, tavrımı, düş ve doğrularımı, kaba bir yaklaşım gibi olsa da, kendi varlığımı, akıp giden yok oluşun, düzensiz, dinsiz, imansız ve cana kıymayı alışkanlık edinmiş, vicdansız döngüsüne taş koyabilmeli ve bir çomak sokmalıyım ne olursa olsun, kemanım istiyor bunu, o konuşuyor biliyorum, düşünüyor, ama bu kaba, eril dilini bile aşamayışım dünyanın, inanın benim haklılığımı gösteriyor, onların diliyle konuşuyorum evet ama, onlardan olmayacağım, onların anlamasının başkaca bir yolu yok ki, kahredici evet ama, tek çözüm bu ne yazık ki, onlara benzeyerek onlardan ayrılmanın yollarını aramak, umarsızca bir şey belki ama haklıyım sanıyorum, gerekirse kendi canıma kıyacak, ama bu yaşam biçimini ve bu uygarlıklar silsilesini, değil protesto etmek, bunun hiç bir kabullenilir, övülür, mutlulukla benimsenir bir yanı olmadığını haykıracağım, arkamdan hüzünlenenler ve belki alayla gülümseyenler olabilir, ama ben şunu söyleyebileceğim kendime, umurumda değil demek bile zahmete yol açıyor, ne mutlu bana dostlarım, sizlerin yok oluş ayinlerine katılmadığım, ikili sarmal ve sicim kuramlarıyla doldurduğunuz evreninizin bir partikülü olmadığım, tanrınıza, yüzyıllardır seçilmiş bir ilah gibi görkemli kanatlarıyla, rengarenk, tropik bir kuş gibi, bir illüzyon olduğunu bile bile katlanmayıp, karşı çıktığım, her şeyi yüzüne haykırabildiğim için, ne mutlu bana, kederim ve gözyaşlarım, benim kendime olan inancımın süsleri, düşüncelerimde; bayat ve yıkıntılar arasında ilahiye dönüşen dünyanıza meydan okuyan, baş kaldıran molekülleridir, ne mutlu bana, hiç bir şeyinizden hoşlanmadım, hiç bir şeyinize bağlanmadım, bana acımanıza bile yol açacak, göz yaşlarının ıslattığı kağıtlarınızla, deyişlerinizle elveda bile demeyeceğim sizlere, yenilirken ve giderken bile düşüncelerimi sınırlarının sonuna dek dile getireceğim, düşlerimi söyleyebildim, Jaromir Hladik gibi piyesimin son perdesini, attığınız kurşunlarla, alevden borularla, son soluğumu verirken, düşlerimde yazabildim, gerçekliğimi gerçekleştirdim, ayrılırken dünyanıza, yenmenin nasıl olabileceğini gösterdim, şimdi gidebilirim işte, gülün ve ağlayın bollukla, haykırın ve susun, lanetleyin ve umursamayın, haklıydı deyin, ama sürdürün türkünüzü, alışılmış, o bildik patikalarınızı arşınlayarak, ölen bebeklerinize ağlarken, yazgınıza lanet okuyun ve iki kişilik planetlerinizde, kocamayı, kokuşmayı sürdürün, hoşça kalın diyeceğim içimden size, o gün evet, yine de hoşça kalın, çünkü kemanım yeterdi bana, hiç bir şeyi başaramazken, onurlu kemanımla ömür sürmüştüm ben diyeceğim!..

 Okuduğum, fantastik eğilimler taşıyan bir metin vardı, yerde bulduğum basılı bir şeyin arka yüzündeydi, onun için geçmişimi anımsamıştım bir yerde, hani derler ya okuyun, çünkü sizin yazıp, söylediğinizi, düşündüğünüzü, başka bir zamanda, başka bir yerde, bir başkası yazıp düşünüyordur belki de, yinelemiş olursunuz, tıpkı onun gibi işte, deneysel bir metin bu, anı gibi neredeyse, kim bilir kimdir, ama -yolda karşılaştığınız biri- ilginizi çekebilir, onun için hevesle okudum ve beni nerelere götürdü işte, Estonya'ya bile gitmeden ölüyoruz da; Odessa'ya gitmek için Amsterdam'dan dolaşmak gerekir diye bir laf vardır bizim oralarda, ne amaçla söylenmişse...
 'Bilitis, Bitlisliydi demek, London'un Deniz Kurdu'da Nietzsche'nin eleştirisiymiş, şeytan çıkarma ayinlerine katılıyorsak, tanrı ne işe yarar, paralel evrenimiz mi var yani, o bir tanrıdır değil mi, bir uzay cumhuriyeti kurup paçayı kurtaralım, lunaparkın dönme dolabında unuttular beni bir gün, dürbünle karşıdaki evime baktım, bütün gece  odamda oturuyordum nedense, birden göz göze geldik, paralel evrenin varlığından kuşkulandım o an, sürekli bakıp durduk, karşımdaki bir ara bağırdı, ne bakıyorsun Ben!Yorulmadın mı, işte bu kadar!..
Kiel Kanalı'nda dolanırmış biri, balık avlayacakmış, kanalda balık olmayacağını bilmeli, var mı, varsa eğer bir yanlışlık var ya da bir yerden kaçıp gelmiştir, bir gün kırlarda dolaşıyordum, denizlerin altı kadar garip değil belki, biliyorum, -denizin üstünde yüzer martıyı görünce, denize atlayan insan gördüm ben- bir kuyuyla karşılaştım, susamıştım, içine baktım kuyunun, yüzüme acayip bir şey çarptı, bir yengeç, kıskaçları, gerçi kır insanları çengelleri der ya, elim kadar vardı, bana uzaklaş dedi sanırım, bu ıssız yerde huzurumu bozmaya utanmıyor musun der gibiydi, o yengeç o kuyuya nasıl geldi acaba, yerin dibinden mi, yengeç varsa balıkta vardır diye düşündüm, su marulu, sübye, sülüne... Ve ne oldu biliyor musunuz, ay görünümlü bir şey dalıp çıktı birden, titremin sınırlarını aştım o an ve o gün bugündür, kuyu suyundan uzak durdum, Sergey Dovlatov'un Bavul diye bir kitabı var okumak isterim, çok övmüş biri, her şeye övgü düzülüyor çağımızda, Bavul kazandı yarışı demek, elden ne gelir, Güneş Öncesi diye bir şey var, onu da okumak isterim ama daha basılmamış, lafı dolaşımda, işe bak sen!..
Türdeşlerimi kıskanırım ben, bakın ne oldu, tanrı belki de yok, işte bu oldu, Itırlı Geceler'i okuyordum, birden ışıklar kesildi, şey yaptım, loş ışıkta, hani karanlığa alışınca, zayıf, sinsi bir ışık peyda olur ya, belki içimizden geçen, duvarları bile delen cinbönlerdir onlar, kör ışıkta baş parmağımı burnumun ucuna tuttum ve sağ gözümle baktım, parmak sol gözümün yanında duruyordu, hayalet gibi, sonra sol gözümle baktım, parmak sağ gözümün yanına geçmişti, bu nasıl gerçekliktir ya da acaba parmağım gerçek midir diye düşünmedim değil, işte bu yüzden, tanrı belki de yoktur diyorum, çünkü parmak yer değiştiriyor, yeri pek belli değil, nerede bu, ama var diyebilirsiniz, bir şey demeyeyim, tamamda, burnumun ortasından bir yol geçse, nereye sapacağım ben, parmağımı bulmak için, ya sağa, ya sola, ikisinde de bulacaksın ha, varlık sonsuz bir nicelik, bazen bir nitem ve aynı zamanda yoktur öyleyse, bir cisim hareket ediyorsa, yerini belirleyemeyiz, yerini belirlersek hızını ölçemeyiz gibi, bir lakırdı vardı ya, bunun gibi, karışık konular yani, yeri belirlenemeyen bir şey nasıl var olacak, sonuçta softanın biriyim ben, basit gerçekliklerden, saçma sapan sonuçlar çıkarmaya heveslenen, dogmatiğim yani, hızım ölçülemezse demek ki, durdukça duran, cansız bir şeyim, hızım ölçülebiliyorsa, durduğum yer belli olmadığından, varlık bile değilim, yokum diyebilirim...
Sonra şöyle bir şey var, tanrı cennetliklere, bu dünyada sonsuz mutluluğu bağışlasaydı, kimse cennete gitmek istemezdi, öyleyse dogmatik o, bütün bir teizmde gerici, yenile yahu şu işi, tanrı zahmeti seven biri, sorunları uzatıyor, aynı bizim gibi, var yani, ne bileyim ben, led yerine meşale, lazer yerine çırada ısrar etmek, nasıl bir şey ki!..'
Kimseyle bir derdim yok benim, kimselerle, sözü uzatmak düşünceyi yadsımak gibi bir şey, diyorum ki, konuşan şunu anlatmak istiyordu belki de...
'Yıldızlı burçları verandadan bir bir izleyebiliriz, gölgelerinin gücünü izleyebiliriz, kristalize dağılan ışıklarını, şu benim bilisizce öğrenemeyişim, onların ne adlarını ne de gökadalardaki saltanatlarını, sarnıçlardaki suyun titreşimini algılayıp, duyumsayabilirim, bilgiçlikle yayılan kokularını süzerek, ayırabilirim yasemini ve hanımelini, uyuyan kuşun sessizliğini, yayın büyüleyiciliğini, sinir krizi -bunların tümü belki de tanrının şiiri-.'



33
Yıllar geçiyor, kaç yıldır bu şehirdeyim, yaşamla boğuşmak diye bir şey varsa o da bu, bir birikim edinmek için buradayız, dönüp bir ev edineceğiz, biraz daha iyi yaşam koşullarımız filan olacak, insan doğuyor, yaşamak gibi olağanüstüden öte bir büyüye tanıklık ediyor ama onu 'yaşayabilmek' için çalışıyor, çalışmak gerekli ama yaşayabilmek için çalışmak ne demek onu anlayamıyorum, ressam yaşamak için mi resim yapıyor, mimar yaşamak için mi proje çiziyor, bir temizlik işçisi, bir terzi bile -kalmadı ya- becerilerini dünyaya sunmak ya da yaşama, ortak yaşamımıza katkıda bulunmak, bir insan olarak akışa seyirci kalmamak için çalışmalı, aç kalmamak için değil, dünya en asgari, olabilecek en alt düzeyde bir yaşam biçimini ve düzenlenebilecek en kaba saba sistemin verimleriyle dönüyor, katlanılır düzeyde, en kurnazca bir yöntem, yaşam standardını sunuyor bizlere, sonra iş sıkıya gelince, vahşet kendini gösteriyor ufuklardan, devrim filan doğuyor kızıl bir güneş gibi, hiç bir şey değişmiyor tabi, ruhun doymak bilmez açlığı, bedenin sınırlı gereksinimleriyle, sürekli çatışma içinde, herkesin doyduğu bir sistemde, ruhların Giuliettası -Fellini'yi içeriksiz bulurum ben, anlamdan yoksun değil anlamsızlaştıran, bir moda'retör o, kozmik bir şaka gibi, her şeyi, şatafat ve görkemin içinde alçaltan bir şeytani ruh, ama belki de nefrete dönüşen bir aşktır benimki- devreye giriyor ve başa dönüyoruz, çünkü pastanın en büyük dilimini, köpeklerine yedirmek için bekleyen malikane sahiplerinin, köpek kadar değer vermedikleri niceleri var, böyle söylediğin zaman, suçlu ve görgüsüz olan sensin, hatta aşağılıksın ama gerçek vandallığın hangi festivallerde ve maskeli balolarda, dönüp durduğunu haykıracak ya da fısıldayacak insan türü henüz yok, öyle ağır bir makine ve öyle ağır bir dünya var ki ortada, görkünç bir Metropolis filminin -gerçekten, film zaten onu anlatıyor- içinde yaşıyoruz biz, kurtulmamız olanaksız, tanrı ne yapsın demek geliyor içimden, tanrı ne yapsın, akmaz, kokmaz, bulaşmaz bir üvey baba, kabahati yok gibi neredeyse, ya da öyle tanrılarımız var ki yeryüzünde, onların sanal ve varmış gibi, renkçil, sihir içinde, öd koparan bir Anka, ejdere benzer bir kuş gibi sundukları, bir aldatmaca, hortlak kadar bile, varlığı belli olmayan bir kandırmaca, ama işte gülünç oluyorum ben artık, tüm sorun bu görkünç mekanizmanın içinde bu tür konuşmaların bir vodvil, bir fars ya da Globe süpürgecisi Shakespeare'in uydurduğu saray dedikodularının diyalekti kadar değeri yok artık, bir değerinin olmayışı -olmak ya da olmamak, işte bütün sorun bu-, kimse olmak ya da olmamak denilen şeyin gerçekliğinin, olanaksız bir çaba, barbarsı bir varsayım ve olağanüstü zorlukların içinden gidip geleceği için, insanlık için söylenebilecek, en son sözün bu olabileceğini ileri sürmüyor, tam aksine başa alıyoruz sözcüğü, bu deyişi, üstelik dengesiz ve korkunç bir ayrım ve sınıfsal gözetimin cenderesinde, sürüp giden yaşamımızda, kimin için söyleniyor ki bu sözler, ben var olan biri değilim ki, bir hiçim, olmak, olmamak noktasında, uğraş verecek gücüm mü var benim...
 Biri çıkıp zaten onu demek istiyor diyebilir, dedim ya, düzenin dişlisi o denli görkemli ki, her şeyi, her şeyin yerine monte edebiliyor ve sürgit iş olacağına varıyor artık, yaşam, yaşamlarımız ve bu dünya bir Sisifos söylencesi!..
 Yakınmalarım bitmiyor, kendini gerçekleştiremeyen bir insan, sınırlarını terk edemez, gerçekleştirenlerde öyle, sınırlarımız var ve doğrularımızın evrensel ölçekte karşılığı ne kadarsa, bizde insan olarak o kadar insanız, cennet ve cehennemin, bu dünyanın bir muştusu ya da cezası olmasının tek bir nedeni var -inanılmaz, düşe sığmaz yöntemlere başvurup, dengeleri koruyarak, sistemi ayakta tutmak, kısacası her yol mubah- yaşamdan kimse hoşnut değil gerçekte, birinin mutluluğu diğerinin kederi ve yoksunluğu oluyorsa, yaşamsal bir biçim olarak, cennet ve cehenneme sığınmak çok doğru, herkes kendisiyle, yaşamla, yaşamıyla ödeşmek zorunda, kimse cehenneme gideceğine inanmaz, kabul etmez, çünkü herkes, öyle yaratıp, kurmuşsunuz bu dünyayı, bana verilen rol bu, ne yapayım diyecektir; natzi beni arkamdan ittiler, çar, ben ayrımında değildim ki, kuyumcu Gorbaçov'da, ben daha iyi bir çözüm olacağı zannıyla başlattım bu işi, Kremlin öyle karar vermişti, ben sözcüsüydüm bu dalaverelerin diyecektir. 
Gerçekten ortalıkta bir suçlu yok, insanın , insanlığın tümüyle çıldırması olanağı var ama dişliler sahibini bile eritebiliyor, kuduz köpek kendi kuyruğunu bile yiyebiliyorsa, işin içinden çıkmak zor, çözüm yok mu, var, çözüm yok demek, vandalizm ve vurdumduymazlık, vahşetin şatafatı ve dehşetin vampirliği sürüp gitsin demektir, çözüm var ve ne peki, inanın bilmiyorum, önerilerim olabilir ama önerileri denedik diyenler de çıkabilir, ütopyaları denemeliyiz, işte nahif bir yaklaşım, görüyorsunuz, eğretilemeyi daha başlangıçta bile yapabiliyorum, tanrıyı yoksayalım, ne değişecek ki; yanıt hazır, sınıfları yok edelim; bir kümese mi doluşalım yani, bütün sorun, her çözümün bir çıkmazı, her önerinin bir paradoksu içinde taşımasıdır, çözüm; beden ve ruhun uyuşmasıdır, ah şu belirsizlik, ne demek istediniz ki, peki Frenk incisi Zola'nın, Hayvanlaşan İnsanı mı çözüm, ne alaka, sen çözümden yana bile değilsin, biz bir vodviliz, kan ve gözyaşı, kahkaha ve mutluluk, dinmeyen bir kin ve zorlu unutuşun çabaları...

 Çözüm maddenin hareket yeteneğinin, sürtünme sonucu ateş alması ve şiddet içeren bir mantaliteye dönüşmesinin, önüne geçebilmekte, hareketin yok ediciliğe ve maddenin bir şiddete dönüşebilmesinin, yani durağan olanla, devinen arasındaki bize sonsuza, sonsuzluğa değin sürecek gibi gelen uyumsuzluğunun, bir uyum ve ipeksi bir akışa dönüşmesiyle, gerçekleşecek olan cennetsiliktedir. Şiddet evrende de sürüp giden bir şey, bir volkandan dünyaya geldik, bir patlamadan, insan; hareketin, çarpışmanın doğallıkla bir şiddete yol açmasının önüne geçebildiği gün, tanrının metazori bir şaka ve yetersizliğimizin bir göstergesi olduğunu anlayacaktır...
 Alabildiğine absürt ve vulger bir deyim olarak, bir gülütten öte geçmeyen, şu yerel deyiş, 'durdurun dünyayı inecek var' sözü, gerçekte çok şey anlatıyor, çünkü hareket eni sonu kaza, şiddet ve dahası ölüm demektir. Hareketi, yani devinimi ve maddenin sürtünme, daha doğrusu, deyim yerindeyse çarpışma -çatışmada denebilir- zorunluğunu doğuran yazgısını değiştirebildiğimizde, belki kozmikomik deyişle, aksaklığı giderecek sürücü olabildiğimizde, bizde mutluluğu yakalayacak ve yeni bir evrenin musikisi, kulaklarımızda çınlayacaktır, olanaksız demeyin, bir şey olmuşsa, başka bir şey, yani bir öteki de olabilir.
 Makarenko her şeye bulaşmayı seven makaracı biridir, Ibrahım Pasa -hala kendi Türkçemizin esperantosuyla  konuştuğumuz oluyor!..- işte orada Picasso'nun reprodüksiyon sergisine gittik, resim bana müzikten daha avam ama daha çekici gelir, müzik görünmeyen tanrımızın ninnisi gibidir, resimse, dünya işlerinin olağanüstü renkleri ve düşlerini barındıran, hem daha insani, hem de insana daha yakın bir şeydir, ama gariptir, müziğin ruhu vardır, cansız resmin ruhu olamaz kanımca, -ölüdoğa deyimi boş yere değildir- o bir görselliktir, bizi hayran bırakır ama müzik daha kuşatıcı ve tutsak edicidir, neyse, resim daha hoş gene de, Picasso, deyimin tüm özellikleriyle, aydın bir insandır, Einstein'in görecelilik yasasının ruhu dünyayı sarınca, felsefe dünyası buna paralel görüşlerle sarsılınca, o da hemen resimde denedi ve aktardı bu kavramı, göreceliliği ve çağdaşlarını geride bıraktı popüler yarışımda...
 Max Ernst'i beğenirim ben, uzayı ve algılanamaz uzamın resmini yapmaya soyunmuştur o, doğallıkla, sözü edilen bir şeyin veya kamunun söylen alanına giren bir cismaniliğin ya da görsel metafiziğin, resmini yaparak, öne çıkma kaygısı taşımamıştır, o başkaca bir resmin peşine düşerek geleceğe göz kırpmıştır belki de bütün bunları uydurmaktayızdır gerçekte, çünkü uydurma temelde, objenin, dışsalın, anlağımızda oluşan, oluşturulmuş kurguyla bütünleşmesidir her şeyde, bir sanatçı geleceği düşünerek hareket edemez, bu etik olmadığı gibi, derin bir saygısızlıktır gerçekte, ama Ernst, belirttiğim ya da sandığım gibi, böylesi bir algının peşine düşmüş ve benim ilgimi çekmiştir.
 Bizim Picasso'muz, Kandinsky'dir, çünkü, mikrobiyolojik bir dünyadır içinde bulunduğumuz çağ, mikropların dünyası, virüs çağı -zaten evrenimizde viraldir-, yaşam çamurdan gelir, bataklıkların druitleriyiz biz sonuçta ve mikroplar dize getirilmiş ve bir döngü başlamıştır yüzyılımızda, saltanatları sona ermiştir.
 Lamarck, Mendeleyev gibi soy dizincilerinin yanında, Pasteur'ün kuduza son vermesi, çiçek aşısının teknolojik bir veriye dönüşmesi, Madam Curie'nin kendini feda ederek, -özverisiyle- gerçekte çok yararlanacağımız, radyoaktivitenin keşfine yol açması, Conrad'ın röntgeni, hız sınırlarını zincirleme geçen, bir süreğenliğin, çağımızdaki görsel verilerine dönüştü. Düşünün bir lekeli humma, tifüs bile tüm çağlarda, çarpışmalarda -insan için ne trajik bir niteleme- ölenlerin sayısından çok ölüme yol açtı bu dünyada, savaşçıların yarısından çoğu mikroplara, tifoya hatta zonaya yenildiler, bazıları çıldırarak öldüler. Kandinsky, tıpkı Picasso gibi yüzyılımızın bu yeniden doğuşuna, kayıtsız kalınamayacağını sezdi ve gerekeni yaptı, mikroplara karşı gelişen bir aydınlanmayı kutsadı.
 Yirminci yüzyıl, ressamların tektonik-teknotik gelişmeleri içselleştirip, görsele dönüştürdüğü çağdır, sosyal, kültürel, ekonomik veya sınai,  tüm çağlarda böyledir bu, sanat gerçekte, içimizin, iç dünyamızın dışa vurumu, dışımızın, dışrak olanında, içreğe evrilmesi, batıni, ezoterik bir döngüyle yeniden sunulması ve bir yapıya dönüşmesidir. Brueghel, Bosch, büyük Rublev bu meselin doruklarıdır, doğrudur çünkü insanın insandan başka nesi vardır, sonuçta tıpkı Einstein gibi, Kandinsky'de yüzyılın bu orijinalitesine sahip çıkarak, biraz daha gözden ırak olmakla beraber, oda popülist bir ilginin odağı olmayı başarmıştır.
 Sanat yaşamın aynasıdır bir bakıma, döngüdür, bunu iyi süzen sanatçılar avangart dediğimiz öncülerdir, öylesinelik gibi duran gelişmelerin, sonrasını öncelleyebilen, ufuktaki zincirleme fonksiyonları, görüp sezebilen, elbette ki -bu abartılar çok yapılır- bir Mesih gibidir, bu yüzden bir sanatçı, örneğin ressam, resimden başka her konuyu izlemeli, engin bir bilgi denizinin içinde yüzmeli, okyanusların ötesini görmeli ve yeryüzündeki bilimsel, sosyal her edinceyi, her gelişmeyi izleyip özümsemelidir, hepimizin özünü yakan şeyler bunlar ama sanat bundan ötürü büyüleyicidir, bizi tutuşturan ve Empedokles gibi alevlerin içine atlamamıza yol açan.
 Picasso, rölativiteyi baz alarak, çağın önde gelen bir ressamı oldu, oysa resmini bu gerçekliklerden uzak, Afrika'da bir ormandaki, kabile reisine sunun, kendi ilkel totemleri veya ahşaptan oyulmuş tanrılarına benzediği sanısıyla, görüyorsunuz ilkellik içinizde var, niçin bizi ayırıyorsunuz diyebilecektir, ama bu onun için geçerli bir argüman değildir, başarı bir gölge gibidir ne yazık ki, nesnesinden başka her şeyi örtebilir, Kandinsky eğer mikropların, öglena ve zigotların, virüs ve nodüllerin, gamet ve kamçıların resmini yapmaya soyunmasaydı, ne yaparsa yapsın Kandinsky olamazdı, müzikte de vardır bu, çağın müziği, çağın dili diye kavramlar vardır ve niçin olmasın, bugünün yazarları kendi çağının kalemşorlarıdır kaçınılmazlıkla, Ovidius nasıl Romalıysa, Yesenin'de Rus'tur, bir Slav, yani biz.
 Yesenin yarın okunduğunda, kesinlikle onun yaşadığı yüzyılı sezebilecektir insanlar, Mozart çağının bestecisidir, barok müziktir onun ki, kim ne derse desin, neşeli, hafif ve pembe, derinlik ve görkemden yoksundur o, barok; sıradan bir nesneyi altınla kaplayarak, gösteriş ve gücü yakalama ve uyumsuz renkleri hoyratça kullanarak, zıtlığın çarpıcı saltanatını, ucuz bir yöntemle barındırmanın, stilize yolunu benimsediği için, günümüzde kitsch kavramına öncülük etmiş, derinlikten yoksun bir kolaycılığın hegemonyasıdır, rokokoya evrilerek öngörülerini kanıtlamıştır o,  barok görü; mutluluk ve sevginin, çiçeksi barışın, bir içtenliğin göstergesi ve bir iyi niyetin dışa vurumu ya da maya tutmasıyla bile başarılabileceğini ve yeryüzünün dış kaplama ve düşük giderle bile kurtulabileceğini düşünür, kamu mitolojisinde, yanılır tabi, daha doğrusu da şu, onu yanıltmakta ne kadar ustayızdır hepimiz biliyoruz... Ama bu barok müziği aşağılamakta olmamalıdır, örneğin Mozart bile o çağın ve baskın anlayışın bir ürünü olmakla en doğrusunu yapmıştır, ayrıca barok sanatın doğumu veya gelişimi de onlar sayesindedir, Fransız devriminin kanlı günlerine tanık olması bile değiştiremezdi onun müziğini, çünkü o günün hayat anlayışı ve dönemi onu gereksinen ve o felsefeyi, o tür yaşamın gustosunu hayata geçiren bir anlayışın ürünüdür, diskur maddenin kendisi işlevini görür, sözcü tanrı yerindedir bu akışın içinde -sanatta bir buyurganlıktır sezildiğinde-, sanatçı yer çekiminin ürünüdür, ne denli göksel olsa bile, yeryüzünden yukarı doğru yükselebilir o, ama gökten inen hiç bir şey olmadı yüzyılların içinde ve olamazda, tüm evren, ayak bastığı yer neresi ise oradan, diğer bir deyişle anasından doğmuştur, tanrı bile, bataklıklardan, volkanlardan yükselerek gökyüzünde taht kurmuştur, ama yelpazeyi geniş tutmak da olasıdır ve gerekebilir de, sanırım Mozart veremden, yeniçağın Jesus'u, 'Mesih Che' gibi, daha yolun yarısında ölmeseydi ya da Salieri'nin çekişmeleri, onun pembe dünyasını incitmeseydi, farklı versiyonlar ve nedamet getiren, her şeyi ortaya döken, tanrının abecesi sayabileceğimiz  notaları da dinleyebilirdik ondan, yaşamın zenginliği, verimleri açısından ilginç, Mozart'ın çelişkileri açısından da, kaotik ve daha didaktik bir peyzaj olabilirdi bu, birinin çelişkileri ruhani ve küçültücü bir yanılsama değildir, kozmik okyanusumuzun içinde, yaşamın gerçekleri adına bulunmaz bir nimettir ve bir milim olsa bile, evrende bir yaprağın kımıldamasına yol açabilecek, bir esin kaynağına dönüşebiliyorsa eğer, dönüşebiliyorsa, o trajik, ama içler acısı, derin ama ürpertici bir gerçeklik olması sıfatıyla, gölge etme başka ihsan istemem diyen herkese bile yol gösterebilecektir, ama her şey böyledir gerçeklikte, her şey, ama biz papatya dolu patikaların değil, şiddetin ve dehşetin tutsağıyız ne yazık ki, Mozart'ın yarı yaşamı, kısacık ömrü, içindekileri dışa vurmasına olanak tanımamışsa eğer, engel olmuşsa, bundan daha acı, daha trajik -evet keçi şarkısıdır bu!- bir şey yoktur insanlık için... Her sanatçı çağının bir kurbanı ve çağının bir ikonudur, tüm sentezlerin toplamı!.. Sonuçta hoş bir söylem değil ama, sanat, bir noktada usun kurnazlığıdır ve kutupların işbirliğidir, ilericidir söylemiyse, bir o kadar bar efsanesidir, ilericidir sözü kendi içinde arızalı bir sözdür zaten, nedir ilerleme, Hiroşima'yı yok ederek, ayı fethetmek belki tanrısal yanları olan bir epifanidir ama yeryüzü açısından, bu bir tür felakettir, ardı sıra gelecek olan da kıyamettir, alın size ilerleme, aydınlık ve aşkınlık... İşte Einstein bir noktada haklıdır, her şey görecelidir evrende ve sakınmasızca yinelediğimiz, birer bakış açısıdır.

 Makarenko görüşlerime karşı çıktı, Modigliani'den esinlendi o dedi, Picasso için, ama Modigliani gerçekte bir oryantalistti dedi, karşı çıkmak çok yanlış insanlara, ona karşı çıkmadım tabi, gülerek Malevich eğer mikropları ve rölativiteyi çağdaşlarına kaptırmasaydı dedim, boş tuvale imza atmazdı, çünkü o tüm çağlarda geçerli olabilecek, engin ve Köpeksiler, kiniklere yakışır bir felsefeyi görsel yöntemle tuvale dökünce, ünlü olamadı evet ama, derinliğin; oportünist çarpınçlar ve evreni bile kuşatan determine yüzeysellikten, her daim daha insani olabileceğini düşünen, mürekkep yalamışların nazarında bir kardinal oldu dedim. Malevich, ikisinden, hatta diğerlerinden üstün ressamdır gerçekte, çünkü bu anlamda sanat, resmin ne kadar dışına çıkabilirseniz, öyle olasıdır. Müzik, ondan ne kadar uzaklaşabilirseniz, sizin hatırı sayılır bir müzisyen olmanızı sağlayacaktır. Sanatın her alanı böyledir, sanat sanatı yadsımaktan geçer, en zor, en ulaşılmaz yöntemi de budur ne yazık ki...
 Malevich gibi, bir daha boş tuvali ortaya koyamayacağız, o resim sanatının sınırlarını parçalayarak, yadsıdı ve gerçekte belki de, büyük bir sanatçı olma unvanını hak etti, çünkü resmin dışına çıkmayı düşünerek, başarabileceğimiz, uçurumun kıyısında olabilecek, var sayılabilecek ilkinsil bir düşünceyi bize armağan etti, el değmemiş bir yenilikçi, anlağımızın sınırlarını yok etti. Picasso çağının, Malevich ise bütün çağların ressamı olmayı başardığı için, Picasso'dan iyidir, bu bir yarış değildir, ölçütte değildir, ama işte biz Picasso gibi yaklaşıyoruz olaya, ortak algılarımızın bakış açısıyla, yargıcı yargılayacak yargıç arıyoruz,  mezurayla ölçmeye kalkışıyoruz her bir şeyi, günoğulcu yararların peşinde, ortak algılarımızı mihenk taşına vurup öne geçmeye çalışıyoruz, sanat bu olmamalıdır yaşamda, keşke Malevich, Malevichler gibi olabilsek, ölçüp biçmeyin boş yere, biz buyuz işte... Biz bu olmalıyız, güneş, gölge ve sonsuzluğun içinde...
Ne diyor Yesenin, 'Ne keder, ne tasa gerek. Ölmek yeni bir şey değildir bu dünyada. Ama yaşamak da, yeni bir şey olmasa gerek. '
Mayakovski ise, 'Evet, bu dünyada ölmek, yeni bir şey değildir ama asıl gerçek, yeni bir yaşama başlayabilmektir.' dedi.
Belki doğruydu, ama o da canına kıyarak beni haklı çıkardı!..

Elem denizlerinin içinde sürükleniyorum ben, kemanımla barışık olsaydım, kendimi anlatabilseydim şu dünyaya, hiç bir yargı, kesinleme, ölçü ve bir hesaba vurulmadan, şu konularda; bu denli uzun boylu konuşmazdım. Kemanımla var olmayı düşlemiştim ben, ama sandalım su aldı ve batıyorum giderek ve umarsızlıklar içinde, son anlarımda, beni kurtaracak olan, bir anlamın peşindeyim. Bütünleşebileceğim ve işte diye göstererek insanların, sevilebileceğim...

34
Düşüncelerimle kemanım uyum içinde değil... Makarenko gene esprinin burçlarında geziniyor, dedi ki, bizim genlerimiz içgüdüsel faşizmin ağlarıyla örülü, öyle olmasaydı kedileri besler değil, fareleri sever toplumlar olurduk. Bazen ona güler geçerim, bu kez sessiz kaldım ve Kız Kulesi'nin önünden geçen vapurumuz, Kadıköy'e giderken, kulenin restore edildiğini ve Bizans dönemindeki varlığından eser kalmadığını, konuşmalara kulak vererek ve üzülerek sezinledim, bu bütün dünyada böyle midir bilemem ama, tarihi yapılar özüne bağlı olarak onarılıp, yaşama kazandırılmalı, yoksa mitolojik öyküsünden kopan yapıt, anlamsızlaşır ve bize heyecan vermez olur.
 Buraların yerlisi olduk artık, her konuya dil uzatabiliyoruz, Kadıköy'de Nazım Hikmet Kültür Merkezi'ne çay içmeye gidiyoruz, bu ikincisi, çok güzel bir yer, ferah ve seviyeli, İstanbul'da beğendiğim yerlerden biridir. Resim sergisini gezdik orada, bahçesinde oturduk, Nazım'da gelmiş midir acaba buraya, şairleri severim, düş işçisidirler, bütün büyük sanatçıların başı belaya giriyor, Makarenko'nun kedi-fare ikilemi kendini gösteriyor burada, neden böyledir bu, Epiktetos'un ayaklarını kırar efendisi, Hypatia'nın sonu tümünden utandırıcıdır, çırılçıplak soyulur, yavaş yavaş işkenceyle öldürülüp, sokaklarda sürüklenir, yeter mi, yetmez kedicilere; eti kemiğinden sıyrılır ve yakılır. Neden bir kadın, onu bırakın annemiz, yaşamın anneleri, bizleri yaratanlar, böyle bir yok oluş duygusu ve yaşamı yadsıyıp, hiçleyen bir cinnetle cezalandırılırlar. Nedeni şu, duygularımızla yaşamayı değil, güneşin doğacağı saati bilmemiz ve yağmurun gökteki bulutların basınç dalgalarıyla oluşup,  yere düştüğünü öğrenmemiz gerektiğini savunduğu için -diyesim tanrının işine karıştığı için-, ölüme gider bu insanlar. Çünkü yerleşik kavramlar ve sürüp giden yaşama biçiminin göstergeleri, yeni öğretilerle düzen değişikliğine yol açacağı ve zadeganların, rahiplerin ve patricilerin prestijini sarsacağı, tüccarların göz alıcı mallarının foyasını ortaya çıkaracağı ve işte burada durun, onların sanat erbabı; şair ve yazarların, övgücülerin, dile getirdiği şeylerin ve ham övgüyle, yüceltici nitelemelerin, artık bir efsane, bir tür hurafe sayılacağı için...
 Sanatçıda, bilim adamı da, zanaatçıda, her kimse düzenin bir dişlisi olabilir ne yazık ki, sanatçıya pek tavır almaz bir toplum, oysa onunda dogmatik olduğu ve kurulu düzeni savunduğu açıkça görülebilir, ama bunu, özellikle eleştirel dozunu, ölçerek yapar ki, değişim yanlısı gözükürken, toplumun iç huzursuzluğunu, komediyle, fütursuz esprilerle, derinliksiz eleştirilerle yerine getirir, bu tehlikeye karşı toplumsavar  zırhlar hazırdır, onlar sanatçı sayılmaz ama arka pencere ve fonda derin bir işbirliği vardır. Onların  istediği bir değişim değildir, düzen hercai, herhangi bir yıpranmaya, salıncak gibi sallanmaya ve yamaçlardan yuvarlanmaya başlamadan, sürüp gitmelidir, bir düzende hemen herkes, gerçekte sistem yanlısıdır, aralarında bir ağacın dalları gibi parçalara ayrılırlar ve en çok kavgalı, geçimsiz olanlar da işbirlikçilerdir ne yazık ki, paylaşım savaşlarıdır adı bunun, sözün ustalarının, yaşamın ve zamanın teorisyenlerinin, toprak üreticisi, pazardaki satıcı ve köle çalıştırıcısı insanların, birbiriyle kavgalı olmalarından daha doğal bir şey yoktur, işte bu yapay görünen ve işbirliğiyle sürüp giden cephe savaşları, sizin anlağınızda bir işaret ya da bir kıvılcıma yol açmıyor mu artık, sanatçı doğası gereği aydındır, devrimcidir, bu bir klişedir ne yazık ki, sanata hevesli yığınlar, görselliğe düşkün kitle ve rengin sarhoş ettiği insanlar, doğallıkla sanata ve sanatçıya hayranlık beslerler, haklıdırlar, oysa sanatçı, onların içinden çıkıp gelmiş biridir ve maymunun rengi gerçekte pek değişmez, ama gerçekte değişimden yanadırlar çoğun gibi, çabalayıcıdırlar, ama bir resim kendini değiştirebilir, müzik haykırışlarla inleyebilir, şiir evrenin kıyılarından kenar mahallelere uğrayabilir ama dünyayı değiştirmeye hiç bir zaman gücü yetmez, sanat her türlü değişimin arkasından gelir, bir izleyicidir o, müzik coşkuyla katkıda bulunur devrimlere, tiyatro öncülük eder, sinema yaygınlaştırır, dans teşekkür eder ve edebiyat yasını tutar.
 Dünyayı değiştirmeye hiç birinin gücü yetmez gerçekte, değişim zamanın akışında ve düşüncenin yapısında gizlidir, 'Her şey değişip akmada, bu hal beni hayran bırakmada' diyor sizin şair, değerini bilmeyip ömrünü çaldığınız adam, yeri gelmişken söyleyeyim, herkes suçu düzene atar, politik janrın iskeleti, oportünizmin hayaletidir suçu işleyen her zaman, ama şuna inanıyorum ki, bu bir işbirliğidir, nasıl birini öldüren, tüm insanlığı öldürmüş sayılırsa, biri düşüncelerinden, hatta onurundan ve insan sevgisinden dolayı hapse giriyorsa, yetmedi ölüyorsa, ondan tüm insanlık sorumludur, tüm ülke, sen, ben, o... Ölümüne ağıt yakanlarda diğerleri kadar sorumludur.  
 İnsanlar demokratlık, hümanizm ve soyut açılımlarla, aydınlıktan yana tavır taslarken, örnekçe, laisistyen, sekülarif ya da fundamental şablonlarla bir  zırha bürünüp, aydınlık yarınlar klişeleriyle avunarak, avutarak,  kendilerini kurtarma yolunu seçebilirler, meydanda yer açarlar birbirlerine, onların kusuru herkesten fazladır gerçeklikte, çünkü hiç bir şeyin değişmediği bir dünyada, kendilerine ayrıcalık tanıyarak, retorikle, afra tafrayla, safsatayla, bir kimlik, bir paye ve bir nişane edinerek, diğerlerinden hiç bir farkı kalmaz ve tüm yetkinlerin karşıda yer aldığı ve kalabalıkların paylaşımında, gizil sözleşmeler eşliğinde, savaş sahneleri, görseller ve manipülasyon dolu imajların sergilendiği panoramalarla, ne yazık ki ölüp giderler.
Somut, kazanımların, maddi gerçekliklerin, temel gereksinimlerin üzerinde yükselen, endüstriyel, sınai ve teknososyal yapılanmaların görülmediği hiç bir slogan, devrimci atılım, sözel ve ruhani gelişmeler, gerçekte yoklağanlıkla işbirliği yapan, oyalanma ve nepotizmden bile daha tehlikeli, popülist demagogluğun, kalabalıklara içirdiği afyon, zerk ettiği uyuşturucu ve  marihuana gibi baş döndürücü bir tatlandırıcıdan başka bir şey değildir. Bundan daha büyük bir gaflet var mıdır, peki ne yapmalılar; eylemlerle tavır koymalılar, mitingle, yürüyüşle, kalabalıkların dürtüsüyle değil, bireyin varlığını haykırarak... O nedir, şiirle, resimle, bilimle, matematikle, müzikle, tuğlaya harç koyup, kendisini mimarinin bir parçası, resmin materyali, müziğin kanı ve teknolojinin vatanı olmakla, eylem kesinlikle maddi görüngülerin cirit attığı bir denizin sandalları olmalıdır ki;
'Ölüm nereden ve nasıl gelirse gelsin, sloganlarımız kulaktan kulağa yayılacaksa ve silahlarımız elden ele geçecekse ve başkaları mitralyöz sesleriyle, savaş ve zafer naralarıyla cenazelerimize ağıt yakacaksa, ölüm hoş geldi, safa geldi.' diyebilelim, anlatması çok güç, özü şu, karşı çıkmanın erinci, doyuncu, bireyin, hangi koşulda olursa olsun, yeryüzüne, evrene katkısının önüne geçiyorsa, hiç bir şey beklemeyin, bu öncelikle baş aktörden, en alt nefere doğru geçerliliği olan, bir deyiş ne yazık ki... İçeriksiz ve özünden meyve fışkırmayan her sarsıntı, her yıldırım, her slogan ve her cennet arayışı, gerçekte zaman kaybıdır. Geleceğe küçük bir orman bırakan her insan, gerçekte Jean-Jacques Rousseau'dan daha değerlidir. Başa döndük evet, bütün bunlar hiç bir şeyi değiştirmiyor, evet ama düşüncenin değişebilmesi için, bunlar birer gösterge, birer ibredir, zaman yenilir, aşılabilir, zaman aşılacaksa eğer, bunda sanatın, zanaatın katkısı her şeyden önce gelir, yani vulger deyimle, o kadar da değil!..
 Evet bir kere olan bir daha olur, bir daha olur, bir daha olur, matematik soyuttur ve rakamlar hiç bir şeyin önüne geçemez, ama zaman nasıl tanrıyı yarattı ve yaşamı evrende hüküm kıldı ise, yine de bir gün insan olmayı başaracağız. Üzücü olan nedir, nasıl bir kozmik çorba ise alın yazımız, ama nefret dolu bir sözcük bu evet... Evet ama onun için Hypatia'nın kemikleri etinden sıyrılır, onun için Diyojen bir köşeye çekilir, onun için Tarkovski en verimli çağında kanserden ölür... Acaba ölürken, beyni durmaya ve çürümeye yüz tutarken, kendisine bu yaşamı çok gören şeytanın varlıklarına, tanrının yaratıklarına, umarsızlığın saltanatında umut tacirlerinin evlatlarına, kan ve göz yaşının tüccarlarına, Cadde-i Kebir'in Chenier'ı gibi, içindekiler size gerekebilirdi diye bir söz etmiş olabilir mi ya da  hayıflanarak da olsa  içinden geçirmiş olabilir mi...
 Sanat bir üst yapıdır, sanatçıda doğası gereği bundan ötürü, toplumdan bir parça uzaklaşabilir de, nede olsa bir üst yapının solucanıdır, üstelik kafadan bacaklı, çünkü üst yapının olmazsa olmazlarından biri de budur, tersi de olasıdır, evet görülebilir ama sanat kendini bir eğitmen, bir yol gösteren gibi gördüğü sürece, bu uzaklık duygusu varlığını sürdürecektir. Sanat anlayışımızda, yerini yeni bir anlayışa bırakmalı ve artık sıradanlığa bırakmalıdır yerini, sanat ayaklarını yeryüzüne indirmelidir. Çünkü sanat da, ölümün, savaşın, barbarlığın paralelinde yürümüştür yüzyıllardır, öyleyse bu sanat, onlarla kol kola yürüyen bir yoldaştır gerçekte, sanat gerçek anlamda bir devrimci ve değiştirici olabilseydi, bugün geçmişin bir yinelemesi ve içimizdeki şiddetin alışkanlıklarıyla, yalnızca teknolojisini değiştirmiş varlıklar olamazdık. Olamazdık çünkü çağımızda ne değişti soruyorum, bir ölü cinayet, bin ölü istatistiktir sloganının kanıtlanmasından başka, öyleyse sanat da sıygaya çekilmelidir ve yeryüzünde, her şey değişecek, uygarlık biçimimiz kökten yenilenecekse, sanat da biçim değiştirmeli ve eskil anlayışını tümüyle terk ederek, özünü yenilemeli, kendini geliştirmeli, yeni bir yolun dervişi değil, ermişi değil, gerçek ve saltık düşüncenin yelkeniyle okyanusa açılan, elle tutulur, gözle görülür işlevlerin yücelttiği bir yapının canlısı olmalıdır, günoğulcu bir dünyanın sözcüsü değil!.. Çünkü belki biz, düşünebilmeyi bile bilmiyoruzdur daha, düşündüğümüzü ileri sürüyoruzdur belki de...
 Çünkü, bizim ölçütlerimiz kimler bakın, köpekler, maymun çeşitleri, kargalar, arı birlikleri, kobaylar ve siborg ya da robot diye nitelediğimiz, bir cinsiyet bile kazandıramadığımız Frankensteinlar!.. İnsan henüz insanla bile karşılaşmış değil, insanüstüyle hiç değil, tanrıyla zaten olanaksız ve öyleyse biz kimiz!.. Voltaire'in Mikromegas'ı olmadığımızı nereden bilelim, varsayımı varsaymaktan başka elimizden ne geliyor ki, ama şu kesin; teoremde birbirini öldürebilen bir canlı varlığın, yaşadığı bile ileri sürülemez, düşündüğünü ileri sürebilmekte fabl olur diyorum, ilkel kordalı bir örümceğiz biz, dokumacı kuşu ya da ay bülbülü!..
Gülünç olabilirim savlarımla, haklı çıkmak zaten acizlerin işidir, öyleyse şu, doğru düşünemediğimi anlamak, beni sevindirebilir, ama bu nasıl olacak, düşünebiliyorum mu ki, ah işte can alıcı soru bu!.. Bugün sanat karşı koymak bile bir çeşit işbirliğidir mottosunun gizemli koridorlarında, karanlık dehlizlerinde cirit atan bir piri mugan dervişin yinelemelerinden başka bir şey değildir, düşünceler insan için belki, bir yinelemedir evet, inanın o postnişini, bölük pörçük bir vesvesedir. Maria'nın bakıcılığını üstlendiği Lale Zehri'nin bir sözünü unutmadım, hepimiz bir arada kakofoni yaparken unutuldu gitti ne yazık ki, Makarenko, yürüyüş ve mitinglerin artmasından, bilek güreşinin acımasızca sürmesi ve meydanların dolarak, düşüncenin merdivenlerini korkusuzca tırmanarak, hakların, haksızlıkların aranmasından, gerekirse onların diliyle konuşulmasından dem vuruyor, böylece her şeyin yoluna gireceği umudundan söz ediyordu sanırım, ama Zehri, fısıldar gibi korkunç bir şey söyledi ona, hiç kimsenin dikkatini çekmedi, ama ben unutmadım, ne dedi Makarenko'ya biliyor musunuz, sen öyle san, toplumun gazını alırlar oralarda dedi!.. Ölen öldü, kalan kaldı tarih boyunca diye, iç geçirdiğimi anımsıyorum, fatalistim ben. Canına kıymaktan başka hiç bir çare bulamayan, Çinli prens Fuhi gibi, hiç bir umut göremiyorum, ne yapmak gerektiğini de bilemiyorum.
 Düşüncelerimle kemanım uyum içinde değil... Evet, çünkü onu ekmeğimi kazanmak için çalıyorum, utanıyorum çalarken söyleyeyim, hiç bir işe yaramıyor, oysa düşüncelerime ön ayak olan, göksel bir çalgı olabilmeliydi benim için, bir metafor olarak benim ruhaniyetimi çözmeli, ayaklarımı yere indirip, benim öngörülerim ve bestelerimle, tanrının düşüncesini birleştirebilmeliydi. Korku, telaş ve ağır bir melankoli, bir depresyon içindeyim artık ama, cinperi bir melodi yayılabilmeliydi ondan, herkesin, hepimizin dinleyebildiği, eleştirebilmeliydim onunla tüm insanlığı, ama olmadı, olmuyor, o benim mide tokluğuna çalışmamı sağlayan bir alameti farika artık, ondan giderek kuşkulanmaya başladım, istediğimi elde edemeyince, özlemlerime kavuşamayınca, yapmak istediğim, seslendirmek istediğim düşünsel boyutlara varamayınca, ulaşamayacağımı anlayınca, yabancılaştım ona, sarılıp ağlamakla, onu duvarlara çarpa çarpa parçalamak arasında, gelgitler yaşıyorum ben ve kendimi zor tutuyorum artık, içimde sonsuz duygulanımlar var, onmaz düşünceler boy atıyor, çırpınıyorum ama bir türlü dile getiremiyorum onları, nedenleri ortada, olanaksız, söylemeye kalkışsam biliyorum, dilim yanıp kavrulacak, bir toz gibi savrulacak, kendimden korkuyorum artık, ruhum ve bedenim paramparça, ne zaman kurtulacağım, bu başkalarının düşkün, vulger zevkleri adına, cızırtılar çıkarmaktan, ellerimi mihaniki bir zorbalıkla, görünmez perdelerin üstünde gezdirerek, tellerin hiç bir yere varmayan, hiç bir anlamı olmayan, ağlamaklı ve kaderine küsmüş inlemelerine ortak olup, geçinip gitmekten, bütün dünya bir olup karşıma çıksa, gene de utanıyorum ben, çünkü yola bunun için çıkmadım, düş kırıklığı içinde olmak ve zorlu uykulardan uyanmak, bir umar yok, çelişkilerle yaşamak, en doğal hakkım benim, öyle görünüyor, öyleyse beni bana bırakın!..
 Yavaş yavaş çöküyorum, yavaş yavaş düşünceler üretmekten bıkıyorum, yavaş yavaş kemanımla, ölümcül bir kavgaya tutuşacağım ve yavaş yavaş, dünyayı terk etmeye hazırlanacağım, hiç bir şey değişmiyorsa, ben değişeceğim, bedenim değişecek, ruhum değişecek ve yaşamaklığın ölüm için ürettiği efsaneler ve yücelimler ve bitip tükenmeyen kargışlardan sonra, bir hiçliğe, hiç bir anlamı olmayan, sonsuz dinginliğe kavuşarak, dinlenmeyi düşünüyorum, çelişkiler içindeyim belki evet, ama yaşam, benim aradığım bir madrigalin, notaları olmaktan çok uzak, öyleyse dinginlik, sonsuz bir sessizlik ve hiçlik, benim için en doğru yol olabilir, davranışım, sonsuz haklılıkta bir tepki -kendime karşı- ve sonsuz güzellikte bir ders, utanç verici bir sözcük bu evet, kime ders, tanrıya mı, insana mı, evrene mi, bin bir türlü canlıya mı, kozmosun tüm katlarına, tapılası zigguratlarına mı ya da... Bilinmeyene, bilinmezliğe, o sonsuz ve anlamsız yalnızlığa, ele avuca sığmazlığa, bir tür kurnazlığa mı, işte gözyaşlarım bana eşlik ediyor ve gelecekteki, o yakın gelecekteki, bana sadık kalacak, o biricik günün özlemi içinde olduğumu biliyorum artık, özlüyorum yalnızca, evet günümü bekliyorum, saatimi, o anın, bir saltık mutlanla, beni sonsuzluğa taşıyacak olan kendisini...
 Düşüncelerim; gerçekte beni düşünceden, düşünmekten uzaklaştıran, okyanuslara savuran, salt bir hiçliğe varan, umarsızlaştıran... Düşünce, evrenin en büyük gizi, düşüncelerimizin özünü, kaynağını, nedenselliğini ve varlığını, var oluş biçimini anladığımızda, düşüncenin genetik yapısını ve kodlarını çözebildiğimizde, belki de, kara kozmosun ataları olmayı, hak edeceğiz biz ve düşüncenin yerine geçeceğiz, onun yerini alıp, artık bir yaratıcı olacağız ve tüm kaygılarımızdan, tüm savaşımlardan, acılarımızdan ve birbirimizi yok etmekten, varlığı hiçleyip, bir mülhit, bir zındık gibi ölmekten, bir aşık gibi, sevdayla, bağlılıkla öldürmekten, kozmosun galaktik canavarları gibi doğup, yaşayıp, yok olup gitmekten kurtulacağız, bizler göremeyeceğiz demeye utanıyorum, sizler diyemem, ama  göremeyeceğiz ne yazık ki ve gene de neden tasalanmalı diyebiliyorum...
 Maria, bitki liflerinden bisiklet yapacağım demişti çocukken bana, şimdi anlıyorum ne demek istediğini, hiç bir yan etkisi olmayan, bir otomat düşlemişti sanırım, otopyan kutlu olsun Maria, sende benim gibi, yalnızca ekmek parasına çalmakla, hiç bir derdi olmayan hemcinslerine, ayak yoluna giderken eşlik etmekle cezalandırıldın, günahın neydi ki, tanrı bunu sana layık gördü, bir zamanın içinde seni saklayarak, niçin tutsak etti... Tanrım, suçlusun sen, suçlusun sen, suçlusun, ne yazık ki...
 Küçük bir radyom var, bazen müzik dinliyorum, kendimle baş başayken, Schubert'in liedlerinden biri çalıyor, son baroklardan, kendisi kabul eder mi bilmem ama, barok zaten düzensiz, bozunmuş anlamına geliyor, Lizbonlu balıkçıların, asimetrik inciler için söylediği bir deyimmiş bu, düzensiz iniş çıkışlar, karmaşalar ve büyük görselliklere, işitselliklere varacak, kaotik bir müziğin ilkel versiyonları, kaçınılmaz başlangıç.
 Schubert hep başkalarına bağımlı yaşamış, onların desteğine muhtaçmış, acımasızca bir yaklaşım gelebilir ama, kendi ayakları üzerinde duramayan hiç bir birey, hiç bir sanatçı, bir nebze olsun özgür olamaz, o başkalarının istek parçalarının versiyonlarını üreten biri olabilir ancak, sanat da zaten bu yüzden bağımlıdır diyebiliyoruz, her zaman söylenmese de, gerçekleri göz ardı etmek, ciddi, köklü bir Mirrorart gibi, eleştirilerden kaçmak, sürgit karşı koymak bile, bir çeşit işbirliğidir yaklaşımına götürüyor bizi, bir anıştırmaya yol açıyor ne yazık ki.
 Bir gün gene yoldaydık, hangi kente davetliydik bilmiyorum, yok pahasına çalacak, eh -sevinelim- gayda tulumuna benzer midemizi doyuracak, artan üç beş kuruş da, gelecekteki geleceğimiz adına -hiç bir zaman gelmeyecek o- bir birikim olacaktı, yol boyunca buğday tarlaları vardı, uçsuz bucaksız, rüzgarda, tıpkı deniz gibi salınıyorlardı. Birden uçsuz bucaksız yeşilliğinde, bir deniz, karaların bir denizi olduğunu düşündüm, çok benziyordu çünkü, arpa tarlaları da vardı, onlar daha kısaydı, keten vardı, çiçeği dünya güzelidir, bulut mavisi renginde ve yeşil, göveren bir karatoprağın deniziydi bunlar evet, hasıl ve ot kokuları burnuma kadar geliyordu, sanki oralarda yayılan bir küçük baş hayvan duygusunu, gözlerim özlemle aradı, belki de öyle düşlüyordum, olağanüstü bir tazelik duygusu veren, baş döndüren bir körpelik...
 Gördüğüm manzara, birden içimin titremesine yol açtı, ürperdim, yaşam ne kadar güzeldi gerçekte, sürücü aracı dalgınlıkla sürüyor, hiç tarlalara, sonsuz ve yeşil örtüye, taze ot kokusunun, baygınlık verici denizine bakmıyordu, bir tütün vardı ağzında, zevkle onu tüttürüyordu. Onun estetik duygusunun, bu dünyadan aldığı zevkin, yanıcı, tutuşturucu bir şeyin içinden çıkan dumanı içine çekerek, coşkulara kapılmaktan ibaret olabileceğini düşündüğümde, bir çarpınçla kalakaldım. Ateş ve ağız sanki iç içeydi, bitişik, birbirinin uzantısı... İşte ayrılık, sonsuz ayrılıklarımızın acı gerçeği, yeşil, hırçın denize doya doya bakmak isteyecek, onların kokusunu içine çekmek için, arabayı durdurup, yolcuları aşağıya indirmesini ve buğday tarlalarının önünde, huşu içinde eğilerek, yaratan ve yaratılmış olana, secde etmesini beklediğim adam, sağına soluna bakmadan gidiyor, bir zehri, bir dumanı içine çekiyor ve dünyasıyla öyle özdeş, dingin ve bir güven içinde arabayı sürerek, kendinden geçmiş, uyukluyordu ki, birden tarlaları bırakıp, sürücüyü incelemeye başladım ve inanır mısınız hayran oldum adama... Onun yerinde olmak isterdim belki de, etimle, kemiğimle, düşlerimle, onu kıskandım açıkçası, vitesi öyle bir tatlılıkla değiştiriyor, bir kuşun boynunu sağa sola çevirişi, ötüşü ve kafesinin içinde bitip tükenmez, o coşkun zıplayışı gibi, arada aynaya bakıyor, geriyi kontrol ediyor, bir kendinden geçiş, bir transa gönül veriş gibi, şerit değiştiriyor ve tıpkı buğday tarlaları gibi, sonsuz bir akışın içinde, uzayıp giden yolun, bitip tükenmeyen tek düzeliğinde, öyle mutlu ve kendisiyle barışık, yol alıyordu ki adam, onun adına sonunda şunu düşündüm; bu adam özgürlüğün ne olabileceğini, hiç bir zaman düşünmemiş, bunun için düş evini yormamış, yorulmamış ve üzerinde dahi durmamış.
 Arzunun karanlık nesnesinde, bilinmezliğin cirit attığı bir evrenin, kendisine bağışladığı kafesinde, bir kuş gibi mutlu bu adam ve deseniz ki ona, bak şurada başka ve çok güzel bir dünya var, erişilmez, inanıyorum ki böyle bir şeyi istemektense, sizi öldürebilir de...
 Ama belki de bir ermiştir bu adam, yolun, sonsuz bir çizginin bitimsizliğini, hepimizden iyi kavramış, ulaşıldıkça ulaşılmaz olan bir dünyanın, geçmişinden gelerek, onun için artık soyut olduğu bile, ileri sürülebilecek bir geleceğe doğru, tütünü; Nepal sokaklarında görülebilecek bir derbederliğin, derin, felsefi bir tütsüsü gibi, ağzından eksiltmeden, yaşama ağıt yakıyor ve yolcuların kendisini anlayabileceğini, bir gün bile ummadan, kayıtsız, sonsuz ve hiç bir zaman bitmeyecek yolculuğunu, gizli bir inanmışlık içinde, bir huzur, bir erdem ve tatlı bir ürperişin, kimselerin duyumsayamayacağı, içini titreten bir ezginin eşliğinde, ölümüne dek sürecek bir yolculuğu sürdürüyordu belki de... Ne büyük bir bahtiyarlık...
 Bu adamın, onun yaşam biçiminin, şu durumda, şu an, ne para, ne pul, ne buğday denizlerinde açan çiçek, ne eşitsizlik, ne gelecek, ne sömürü ne de fürunun yakınmaları ilgilendiriyor inanın, bu adam bir sarhoşluk, bir baygınlık içinde, tek düze, bitip tükenmeyen, bir çizgi gibi sürüp giden yollarda, ufuksuz ufuklarda, bir trans, hipnotize içinde uçup gidiyor... Belki de sonsuz bir mutluluk, bir esenlik içinde ömür geçiriyor ve tanrının biricik kulu olduğundan, hiç kuşkusu yok.
 Öyle geldi ki bana, dirseğini; Metalik esnekliğin, pırıltılı hükümranlığın, estetiğin tanrısal şiddeti, ipeksi bir akış içinde, yolların despotluğunda,  içinde, bir kral olmanın  başyapıtı, elementlerin görünmez hanlığı, elemanter üretimin, metalurjik bir tansığın, çemberine yaslayarak, şu dumanı içine çekişi ve yolları aşıp giderken, hızın sınırsızlığı algısı ve yeryüzünü yutarak, uzaklıkları arşınlayan bir Titan olmanın çıldırtıcı orgazmında, bir Satürn olmanın canavarlığında, bunun yanında küçücük bir eskiv, gurur dolu bir selamla, başka canlılara, engin bir hoşgörüyle yol verişi ve gücünü paylaşımı, bir centilmenlik, bir erdem ve bir erginliğin uygarlığında, sonsuzca bir sonsuzluğun yok oluşunda, aracı kendi haline bırakarak yolun eriyişi ve kimi sorulara, hiç bir tepki vermeden, huşu içinde gülümseyişi... İnanın, inançlarımı çaldı!.. Çıldırttı beni, niçin ben mutlu değilim de, yalnızca bir yuvarlağa, tuhaflığın çemberine hükmederek, evirip çevirerek, hiç bir kaygı taşımadan, tasalanmadan, biteviye akıp giden çizgilerin üzerinde, bıktırıcı, yıldıran bir simülasyonun içinde, bir robot gibi, gözlerini yoldan ayırmadan, giden bu adam, neden mutluydu... Cansızdı belki de ve gönderilmiş biri miydi acaba, yoksa tümüyle haklı mıydı, göz alıcı davranışlarında, yaptığı işin hakkını vererek, edincenin tutumunda, kendi bileğini bükerek, kendi bildiğine iman ederek, tanrısal bir görüntü vermek, bir bulutun içinde yüzen melek gibi, elle dokunup, gözle görülmez bir halenin içinde, sırtı insanlara dönük, başka bir dünyadan gelmiş,  bir yaratık gibi, matematiğin denklemlerini yadsıyan, fiziğin kurallarına karşı koyup, mekaniğin zincirlerini kıran, usumuzun kıvrımlarını şaşırtan, istençlerimizi darmadağın eden ve tan ağarırken, bir güneşin doğumunda, ansızın yeryüzü değiştirmek, sınırları yerle bir etmek, gerçekte inanılmaz gibi gelen bir düşü, bir büyüyü gerçekleştirmek, zamanı ve uzamı, bir masal gibi uzaklarda bırakıp, başka bir boyuta geçmek, coğrafyalar seçmek... Belli ki bu adam çok güçlü biriydi, dünyanın günübirlik gelgitlerine ve sıradan insanların gevezeliklerine gönül indirmek, hiç bir işe yaramaz. Onlar tanrının elçisine göre işler değil, düşünülür ki tanrının işine karışmak olamaz ve diyorum ki, nasıl bilisizler başkalarının önerdiği şeyleri okur, ama bilginler, aydınlar -tanrının ortağı, bir klişenin şeytanları- kendi arzuları doğrultusunda, arar bulurlar kitapları, işte bunun gibi, siz benim dediklerime ve kendimden geçişlerime bakmayın, bildiğinizi yapın, dinleyin ve okuyun, tıpkı sürücü gibi!..
 Bavyera elektörüne komşu olarak doğan Mozart, kendisi olmak için çok çabaladı, başardı, başaramadı ama Mozart olmayı bildi gene de, madrigallerin, harpsikortların, senfonik metaforlar, kuartetler ve cennet ve cehennemin akortlu ve akortsuz notalarıyla dolu bir dünyada, yüzyıllardır et ve kanla beslenen tanrısının, bir gün yığılıp kalacağı kuşkusuna kapılmadan ona layık düşünceler armağan etti, gizlerini notalara dökerek, yaşamını hicvetti, sarayı alkışladı, kritik yaptı giderek incelen, kısık sesiyle müziğinin, çalgıların senfonisini yazıp, konuşturan adamdı o ve bu dünyadan çekip gitti genç yaşta, belki oda arabamızın sürücüsü kadar mutluymuştur, kim bilebilir...
 Tanrının çocuklarıyız sonuçta, belki bu kadar depresyon içinde olmak fazladır insana, belki mutlu olmak olasıdır da kolaylıkla, bir türlü istemiyoruzdur, insan bu meçhul...
 Tanrının çocukları olan bizler, eh o zaman, onunda bir babası vardır savıyla yaşamaktan, mutlu olamıyoruzdur belki de, çekiniyoruzdur onun yakınlarına dik durup, selamsızca geçip gitmekten, sorgulamak bizi uyarıyor, huzursuz ediyordur belki de  ya da bu tür bir mutluluğun yollarını aramak gerekiyordur da, bilemiyoruzdur henüz. Bilinmez, ama şu var ki dünya tansık içindedir ve her şey olabilir, her şey anlaşılır ve her şey hoş karşılanmalıdır, her şey, ne düşünürseniz düşünün, neyi dile getirirseniz getirin, o bile, o, hiç birimizin düşünemediği... Aczimin sınırlarında, varabildiğim tek nokta, işte bu benim için... Annemize bir kordonla bağlı olarak dünyaya geldik, dünyaya da kablolarla, kordonlarla bağlıyız biliyoruz, belki bir gün onları da kopardığımızda, gerçek yaşamı bulacağızdır, hepimiz öğrenciyiz, sanat uzun, yaşam kısa, fırsatlar kaçıcı, deneyim aldatıcı, bir karar vermekse zor, çekip gitmek kurtuluş değil, ama her şeyi anlayışla karşılamalıyız, her şeyi hoşnutlukla görebilmeliyiz ve ne yazık ki, Piedra ırmağının kıyısında oturup ağlamalıyız her zamanki gibi...
Neden tanrım, neden?.. Yüz bin kere tövbe etsek de, yine sana gelelim ama, yine de soruyorum ben, neden!.. Seni düşünmek, varlığın, yokluğun eğretilemesinde akıp gitmek, onulmaz düşüncelere dalıp gitmek, anlamsız biliyorum, sonsuzluk beni kuşatıyor, ona gücüm yetmiyor, çünkü sınırlarım var benim ne yazık ki ve bir bedenin tutsağıyım, göğüs kafesimin içinde hapisim ve bir bütünün parçasıyım ne yazık ki ve kendimi göremiyorum gerçeklikte, ne acı ki bunu biliyorum, taşa lanet okunamayacağını da biliyorum, bir canlı varlığım evet, et ve kas yığını içinde, bir dışkı torbasıyım, her şeyin, her zulmetin, her günahın, iyilik ve iğrençliğin, kötülük ve mutluluğun, duru suyla balçığın, şifa bulmuş bir yara, irin ve tapılan bir meme ucunda, cerahatin doldurduğu kin ve gözyaşı, kahkaha ve gururun serpiştirildiği bir kan bulamacıyım ben. Çıplak doğuyor, çıplak ölüyoruz ama, karşına çıplak çıkamıyoruz ne yazık ki, günah diyorsun, hepimizin tek kusuru bu, aksayan tek yanımız, hep işaret parmağımıza bakmak ama onun işaret ettiği dünyayı görmemek, görememek ve ölesiye, öldüresiye kaçınmak bundan, kaçınmak, işte senin kusurun bu!..
Sürücü mutlu...



35
 Kemanımın perdesi yok, çünkü o sonsuzdur, ipek gibi kayan parmaklar oldukça ve anne sütünü bile tadamayan insanlar öldükçe, o sonsuza dek değişik tınılar verecek ve yalnızca inleyecektir. O tanrının hikmetidir ve acılarımızın dilidir.
 Görüyorsunuz ki aramızdan biri öldükçe, kalabalıklar, bir uçuruma bakar gibi, akar gibi öldürüldükçe, hala ateşin çevresinde danslar eden, totemik birer kabile toplumlarıyız biz. Groteskiz, rokokoyuz, engizisyonuz ve ilahi  komedyayız ve direktuvarlarımızla kendinden geçmiş bir geminin, sarhoş bir geminin, cogito ergo sum diye çığlık atan, ama varım diye değil, ölüm diye sözlerini bitiren bir serdengeçtiyiz, arafın yaverleri, yokluğun ve hiçliğin elçileriyiz.
Biz yalnızca şarkılarımızı yineliyor ve onları çığıranları ödüllere boğarak türkülerimizi sürdürüyoruz yas içinde, ölüme ve acılara koşarak, yaralarımızı sarma alışkanlığını hiç yitirmeden ve göklerin tahtında oturanı kutsal ilan ederek ve günahlarımıza onu ortak ederek, canhıraş çığlıklar içinde, borsa oyunlarıyla, çılgınlığın at yarışları, kumarın yoksullara, kimsesizlere, evsizlere, sürülmüş ve yaşarken ölmüşlere umut veren tanrısallığının, alışkanlık yapan nimeti ve nice bağışıklıklar sağlayan hikmeti ve dönüp duran bir ejderin, görünmeyen, utanç verici, yuva yıkıcı ve et yiyici saltanatının, acımasız, vurdumduymaz ve her şeyi, her şeyi yadsıyan o kahredici kasvetiyle...
 Elbette yas tutuyorum, ağlıyorum her an, gizlenmiş koridorlarda, yarı karanlık odalarda, uçsuz bucaksız yollarda, dalgaların içinde, bir limana varma çabasıyla boğuşan gemilerde ve üzerimizden geçerek, incecik bir iz bırakan, belki de alay ederek, gülerek, geçip giden uçakların hayranlık verici çizgilerinde ve geçmişin ve geleceğin umutla dolu düşlerinde, tanrının vaatlerine inanmış, aldanmış ve yüzyıllarca kanmış bir insanlığın tesellisinde...
 Biz yalnızca aynı şarkıları söylüyor, aynı türküleri yineliyor ve bitmez tükenmez umutlarımızın gölgesinde, günahlarımıza ortak ettiğimiz bir tanrının vodvilinde, utanmasız, arlanmasız ve uyanmasız, bir zamanın içinde geçip giderek inliyoruz, yalnızca... Evrenin içlerinden bize doğru gelen sesi duymuyor muyuz, öğle sıcağında güneşten gelen ışıltıyı duymuyor muyuz, yerin altından gelen iniltileri, ölenlerimizin sesleri, sessizliğin kahreden seslerini ve acunun ve acının ağıtlarını duymuyor muyuz, keman niçin ağlıyor, güneş niçin terliyor, ay niçin aşkın arzusuyla yanıyor, denizler neden dalgalanıyor, toprak neden kabarıyor ve neden eriyip, giderek yok oluyor her şey, neden zamansızca solup gidiyor canlarımız ve neden yaşamına son veriyor, köşe bucak bir yerlerde, çok uzaklarda, eşi benzeri olmayan insanlarımız...
 Biz yalnızca bir şarkıyız ne yazık ki, hep yinelemekte olduğumuz, aynı hıçkırış, aynı acılar ve aynı seslerin iniltileriyle yok olup giden yaşamlarımızın sureti ve ne yazık ki  gölgelerde yitip giden bir yaşamın hayaletleriyiz...
“Bu başı dumanlı dağlar. Şimdi benim için yuva oldu. Ama evim aşağılarda. Ve daima öyle olacak. Bir gün döneceksin. Vadilerine ve çiftliklerine. Ve daha uzun süre yanmadan. Kucaklanan kardeşlere katılacaksın. Bu yok etme tarlalarına doğru. Ateş vaftizi var. Bütün acılarını izledim. Kavgalar daha da azgınlaşıyor. Ve daha kötüsü beni fena yaraladılar. Korku ve alarm. Terketmediniz beni. Kucaklanan kardeşlerim. Değişik bir sürü dünya var. Ve değişik bir sürü güneş. Ve yalnızca bir dünyamız var. Ama biz değişik olanlarda yaşıyoruz. Şimdi güneş cehenneme gitti. Ay da yükseğe doğru doludizgin gidiyor. Elveda diyeyim sana. Her erkek ölmeli. Ama o yıldız ışığına yazılı. Ve avcunun her çizgisine. Aptalız savaşırken. Kucaklanan kardeşlerimizin üstünde.”
 Bazen yollarda, tanımadığımız ve nedensizce selam alıp verdiğimiz insanlarla sohbete tutuşuruz, söyleşiriz, konu politikaya gelir, gelip geçici bir kaç dakika içinde, dünyayı yeniden kurar, kusurlarımızı sıralar ve umut içinde birbirimizden ayrılarak, kendi karanlığımıza, o bildik uçurumlarımıza geri döner, karanlık otel odalarında, bodrum katlarında, girişini bir paspasın süslediği mezbelelerde, uyumaya çalışır ve düşlerimizde ağlayarak, koşmaya, kaçmaya çalışarak, canımızı alan şeyden kurtulmaya çalışarak, nereye doğru koştuğumuzu, kaçtığımızı bilmeden, kan ter içinde uyanarak, can verici bir soluk alır, bereket bir düşmüş, evet, bereket bir kabusmuş diyerek huzura erer, katlanılır dünyamızın cangıllarına döner, sabahları işimize koşturarak, otolarda uyuya kalıp, birbirimizin ayağına basarak, istemsizce çarparak, eşiklerde ayağımız sürçer, kapılarda sıkışarak, kaldırımlarda salınıp, dünya dediğimiz kafesimize döner, tutsaklığımızın oyunlarına katlanmayı sürdürür ve ölene dek çocuklarımıza kol kanat germeye, anne ve babalarımızı sarmaya, sevdiklerimizle birlikte yaşamaya, ölmeye çalışarak, geçip gideriz...

 Makarenko, Beyoğlu'nda bir kızla ağız dalaşına tutuştu, konu siyaset olduğu sürece, kavga ve atışma kaderimizdir bizim, en kolay söz yetiştirdiğimiz, en kolay düşünce ürettiğimiz haramız ve en kolay düşlere kapıldığımız dünyamız siyasettir bizim. Politika, çok yüzlülük, cehennemin diğer adı, cennetin vaadiyle cehennemde geçen yaşamlarımız, düşlerin dünyasıyla uçurumlara attığımız adımlarımız, kuramlarımız ve tanrının oyunları eşliğinde, hep ve hep ağladığımız, ölerek, gülerek, birbirimizin ellerini tutarken, ellerimizin birden kayarak, yitirdiğimiz aşklarımız ve annelerimiz, babalarımız, çocuklarımız, arkadaşlarımız ve hayatlarımız.  

 Genç kız Makarenko'ya hışımla baktı ve dedi ki, üstelik düzen yanlısı, Provokatör adlı kitapta okudum dedi, uzun boylu zayıfçaydı, bu nümayişlere, bir matahmış gibi, oldukça zor izin verilir ve genelde lümpen takımdan birinin öncülüğünde, provoke edilir çılgın kalabalıklar ve toplum -gerektiğinde- uçurumdan atlayan sürüler gibi kırılır, bu yinelendikçe yinelenir ve iki inatçı keçinin, bir köprüde kavgaya tutuşması gibi, sürer gider ve değişmezliğin yollarında kolan vurarak, yaşam geçirilir, yüzyıllar akar gider, bu cadılar bayramı, bu vampirler gecesi, bu hortlakların hüllesi böylece sürer, her yeni doğan umutla gelir dünyaya ve ama aynı oyunun kurbanı olarak geçer gider, kimi odaklar bunu bir gaza, kazanılmış bir kuşatma, deliliğin utkularıyla süslü, bir epik destan gibi gösterir, tarih kahramanlarla doludur ve insanlık zaferlerden zafere koşmaktadır, hep, ama hep ölü sayısı abartılır, -karşı tarafsa azaltır- ölenler afişe edilir, kenara köşeye heykelleri dikilir, bazı haklar, yüzyıllar içinde aranılan beratlar, bu olayların arifesinde, sonrasında verilir ama, erk değişir değişmez gözlenir ki, basın dünyası bile duyarsız ve bu şeytani oyunun, ezeli bir parçasıdır ki, alavere dalavere bu haklar geri alınır ve kısır döngü sürdürülür ve toplum yılkı beygirini kaybeden ve tekrar tekrar bulan bir rençber ya da dağ başındaki bir çoban gibi, bir bulmaca ve bilmecenin usa sığmazlığı, bir bilinmeyenin köşe kapmacasıyla, bir türlü ele geçmeyen kayganlığında bir o yana, bir bu yana savrulur artık, ta ki gelişmiş toplumlarla -sanalitik bir varsayım, işe yarar bir uyutmaca ve zorbalıkla sürdürülen bir kandırmacadır, gelişmişlik aletle değil, bir denge ve ruhla olmalıdır- arasındaki aralık kapanana ve küresel dünyada bazı hakların tanınması kaçınılmaz olana dek, sürer gider bu oyun, değişmeden, gelişmeden ve aldığını verip, verdiğini  alıp bir adım bile ileri gitmeden, gidemeden... Yazları biz onlardan elektrik alacağız, kışları onlar bize elektrik verecek şiarını sürdürerek, yanılsamayı benimseyip, alayı içselleştirerek ve umarsızlığı, umuda çevirmenin hüneriyle, yaşamanın gülünçlüğünü hırsla, kinle ve yenilen oyuna doymaz açlığıyla, vurdumduymazlığıyla ve kendi ruhunun doymak bilmez, tepki vermez ve değişmez kalpazanlığıyla, ne yazık ki insanlık kendisinin Leviathan'ı, kuyruğunu yiyip bitiren canavarı ve içindeki şeytanıdır dostum dedi, sert bir tavırla...
 Benim dediğim gibi tıpkısıyla sürdürdü ve soruyorum dedi, tarih boyunca ne değişti, ölenler her zamankinden fazla, elektronik dünyada, sanal köleliğin, kölelerin, kunta kintelerin, ayaklarında pranga, hala pazarda dolaştırılacağını bekliyorsanız eğer, sizler akli dengesini zaten kaybetmiş bireylersiniz ki, verdiğiniz örneğe, ileri sürdüğünüz görüşlere kuşlar bile güler diye son verdi sözlerine.
 Makarenko, kıza elini havaya kaldırarak ve çalgısıyla selamlayarak hoşça kal dedi, kız güldü, o kadar inatçıydı ki, yapabileceğin bundan başka bir şey olamaz ki dedi. Bende güldüm artık, deli deliyi görünce sopasını saklarmış, kız benden çok daha simetrik bir düş, delice bir düşünce dünyasının içinde, neredeyse boğulmuş, yaşayıp gidiyor anladığım kadarıyla, belki kaderimiz birleşecek yine onunla, ama geçip giden trenlerin içinde, bir an gördüğümüz ve bir daha göremeyeceğimiz yolcular, kıpırdamasız siluetler gibi, o artık bizim için ölmüştü. Bir daha görsek bile yıllar sonra, o hiç bir zaman aynı kişi olamayacaktı artık. Aysel, Aysel'di adı!..
 İnsanoğlunun düşüncesi gelgitlerle dolu ve sürekli değişiyor ayrımında olmadan, Antalia, Antalya okunuyor, orada Makarenko'yla çıplaklar kampına gittik, geçmişte böyle bir şey olağanüstü ilginç ve yapamayacağımız hatta yapılması saçma ve boş bir şeymiş gibi gelirdi bana, ama oraya o kadar doğal ve hiç bir ilginç yanı olmayan bir şey gibi girip çıktık ki, inanın hemen hiç etkilenmedik, çünkü yaşamın sorunlarına doğrudan dokunan bir şey değil çıplaklar kampı, sanal bir varsayımla, ah bütün dünya böyle olsa ne iyi olur, yüzsüzlük biter gibi, yüzeysel bir yaklaşımla düşünüyor insanlar, oysa dışarısı ejderhalarla dolu, çıplaklıkla bazı şeyler değişecek ve iki yüzlülük ya da bir tür tanrı tanımazlığın, göz bağcılığıyla çözümler üretilebilseydi eğer, bugünler gelmez ve aynı şarkıları söyleyip, aynı ağıtları yakmaz olurduk.
 Trabzon adında çok güzel bir şehirde görmüştük, orada dağın başında Sümela manastırı diye bir yer var, dağ başında, umudu aramak için etkileyici bir görsellik ve içtenlik dolu bir çaba, ama aynı şey işte, değişen bir şey olmadıkça, her şey görsel bir yineleme, her şey bir aldatı ve doğan çocukların hep aynı boşluklara düşerek, düşürülerek yitip gittiği bir dünya, tanrıların, şeytanın, meleklerin cirit attığı, insanların bir oyuncak gibi, ordan oraya sürüklendiği bir sirk, sirk evet, acaba aldatılmakta, uyumakta ya da hoşnutlukla geçen yıllarımızda, haklı olabilecek bir yan mı var yoksa, işte insanın aczi ve kavram kargaşasıyla dize geldiğinde, el eteğe yüz sürmeye eğildiğinde düştüğü, tarih boyunca düştüğü dram, insan aldatılmaya yatkın bir hayvan, bir düşün kollarında uyumaya, korkunç derecede eğilimi var, ne yaparsak yapalım, bu oyun sürecek gibi geliyor bana, çünkü dillerimize pelesenk olan kalkışmalar, devrimlerimize ön ayak olan şarkılar ve dağlarda, manastırlarda, bütün kutsal yerlerde, içimize çekerek aldığımız, duru havaya eşlik eden dualar ve güneşin ayetleriyle, bir ateşe sürülen türkülerimiz zamana yeniliyor, törpüleniyor, unutulup gidiliyor, her şey bir yinelemeye dönüşerek, tanrının veliahdı krallar, önderleri ve bezirganlarıyla oyun sürüp gidiyor, ah işte ben karamsarım, ölüm derecesinde sürünen bir hayvan, tanrının ve meleklerinin tüm günahları ve canavarlıklarıyla yaşamın bağışlandığı bir can; bu bile yeter değil mi, her şeyin değişmesini istemek ne komik, biz seni yaşayasın diye gönderdik dünyaya, ağla, haykır, gül, mutlu ol, sürün, yaşa, ye, iç, koş, kokla ve hercai bir haykırışla çekip git, bir şeyin değişmesini istemen ne gülünç, ne komik, biz onu tüm ayrıntılarıyla, tüm insani, tüm tanrısal yanlarıyla tasarlamıştık, usunu yorma, düşlerini harcama ve bu yaşamı sana bağışlayanlara, hiç bir zaman karşı çıkma, çünkü o büyük bir tasarımın evrensel bir gösterisi, senin ölümün neyse, bir çiçeğin doğuşu aynı şey, bir dağın karla kaplı olması ve ovaların yeşil denizlerle dolması aynı şey, esen rüzgar ve yağan yağmur senin için, senin elde ettiklerin ve keşfettiklerin, sana bağışlanan muştular, müjdeler ve armağanlardır, denizlerin görkemi ve göklerin kutsallığı, senin düşüncelerinin derinliği ve erdemin kollarına atılman, cennetsi düşlerinin içinde, uykuya dalman için bağışlandı, onun için var.
 Sen biriciksin, eşsizsin ve bir benzerin daha yok, sen tanrının gölgesisin, bu varlık ve akan çeşmeler, coşkuyla kıvrılan çaylar, çağıldayan sular ve süt veren pınarlar, parıldayan otlar, meleklerin zülfü, şu gümrah çayırlar ve meyve veren ağaçlarla dolu dünyanı, çiçekler örtmeyi başardığı sürece, sen yakınmayı bir dua bileceksin, yaşamın gelgitleri, cilveleri ve yaşadığın aşkların nazları, çılgınlıklarıdır onlar, sen gerçekte, bir cennetten gelip bir cennete gidiyorsun, ayrımında değilsin, bütün acılar, bütün varsayımlar, bütün ölümler ve saraylarla, göz kamaştıran saltanatlar, senin gözlerinin gördüğü düşler, senin ruhcağızını uçursun, kendinden geçirsin, tatlılıkla, bir hoş olsun, melek mırıltılarıyla dalsın, uyusun diye yaratıldı, her şey senin içindir, çığlıklar ve göz yaşları, tanrının senin için bağışladığı, haz verici, elem verici, duygu dünyalarının, cehennemi sahnelerinde seni şaşırtmak ve hazdan haza, elemden eleme, acıdan acıya, sevinçten sevince koşarak, seni en güzel, en korkunç, en heyecan verici ve en göz alıcı yaşamların içinde salınarak, düşlerin en güzelini görüp gitmen için düzenlendi, elem bahçelerinin köşelerinde, emel denizlerinde, arzunun karanlık nesnesinde, ruhun ele geçmez kalelerinde, yüreğinin düşlerinde, yıkılmaz, kuşatılmaz derinliklerinde, olanlar senin için var, her şey senin için yaratıldı, her şey senin düşlerinin bir parçası, sen yaşama karış ve kendini onunla doyur, bir kurban olduğunu ya da bir sultan olduğunu gördüğünde şaşırma, hepsi senin için, sana her şeyi göstermek ve evrenin sırlarını ele geçirme tutkusuyla yanıp tutuşman ve okyanuslar kadar büyük, gökler kadar ulaşılmaz bir derinlikte, bitimsiz bir vecde kapılman içindir, yakınmalarını sürdür, mutluluğunu artır, yasını tut, yemeğini ye, çiçeklerini kokla ve tanrısal aşkına tutkuyla bağlanarak, sonsuzca yaşa ve bilgece ölmesini bil!..

 Çünkü tanrı seninledir ve her meşakkati, her cenneti, her kefareti, her cinneti, her sefayı, her cefayı, açılan kapıyı, yanan bacayı, yeşil ağacı ve kökü göklerdeki tubayı, güneşi ve ayı, toprağı ve denizi, acıyı ve neşeyi, sınırı ve sonsuzluğu, bedeni ve ruhu, yedi katlı alemi ve evreni, başka dünyaları ve seni, aşkını ve kardeşini, düşmanlığı ve dostu, anne ve çocuğunu, babayı ve İsa'yı, onu ve Musa'yı, Meryem'i ve Ayşe'yi, geometri ve fiziği, kimya ile dünyayı, o, senin için yarattı, sen yalnızca yaşamalısın, korkunç bir doymazlık, dehşetli bir açlık ve tanrılarını bile ürküten, şeytanını bile irkilten, sonsuz bir umursamazlıkla yaşamalısın, çünkü sen onu hak ettin ve o sana bağışlandı ve tüm olan biten, evrenin devinimi, güneşin doğunumu, ayın gülümseyişi, buğdayların altın rengini alışı ve çocukların tüm dünyaya dağılışı senin içindir, sen yasını tutuğun şeylerin ardından gitmeyeceksin, sen göz yaşlarının meftunu olmayacaksın, sen kanın, ölümün ve hiçliğin esiri olmayacaksın, sen yaşamakla mükafatlandırıldın, sen kanın damarlarındaki coşkusu gibi yaşayacaksın, çünkü sahneyi senin için kurduk biz ve tanrı senin için çabaladı, melekler senin için yaratıldı ve şeytan senin için var, çünkü yaşamın tüm sonsuzluklarını, düşkıran çelişikliğini, küstüren çatışkıları ve perdenin tüm görkemini yaşayasın diye var ettik yeryüzünü ve o eşsiz ve bir daha yaratılamayacak denli bir görkemin yapıtıdır, tüm sevinçlerinin ve acılarının dile getirilememiş tutsağıdır o...
 Sana yaşamak düşer ey yolcu, eğer ağlamanın, yas tutmanın ve gördüklerine bağlı olmanın aczine düşersen, onu yadsımış olursun, o senin için yaratıldı ve sen de bil ki onun için yaratıldın, o her şeyi senin için yarattı, sen yaşamın büyüleyiciliği adına, kutsalın korkutuculuğu adına, onu yarattın, acıları, mutluluğu ve yaşamın tüm kanatlarında, o erişilmez uçlarında, gezinip duran işkenceyi, yaşamın ve ölümün işkencesini sorgula, sonsuzca aşağıla, yaşamın olağandışılığını, sevincin ve mutluluğun, neşe ve sarhoşluğun ele geçmezliğini ve doyumsuzluğunu eleştir, yerden yere vur, tap ona, bir tansıma içinde kutsa, haykır, ağla, gül, kargışla ve ama kahkahayla dol ve yaşa!..
 Çünkü tanrı yaşamı, kendisinin tadına varabilmek için yarattı, çünkü sen osun ve bunu biliyorsun, bilmezlikten gelip ağlıyorsun, yazık onu incitiyorsun, küstürüyorsun ve onulmaz acılara boğuyorsun, çek elini ondan, çünkü sen O'sun!..
 İşte bir bahçe, narlar, mısır dalları, yedi kardeşler, güller ve yıldız çiçekleri, az ötede mezarlık, taşlar, son deyişler ve tümüyle akan bir güzellik ve her şeyin hiçbir şeye, hiçbir şeyin, her şeye dönüştüğü, düş içinde gezinen düş bahçeleri, ama sen tanrı yok diyorsun, evet var ama, tanrının tasımladığı uygarlık bu olamaz diyorsun... Yanılıyorsun ey yolcu, çünkü o sensin!..
 İçimizdeki vahşeti durdurmak isteseydik, kedi değil tavşan besleyen toplumlar olurduk diyorsun, farekolik olurduk diyorsun, ama düşünceler yaşamımız için var, çelişkiler senin yaşamın içindir, sen tüm güzellikleri, tüm çelişkileri yaşadığında, yaşamış olacaksın...
 İçe kapanık biriyim ben, açık giyinmeye zorlanmış biriyim, ne için, para için, artık kendi kararımı verebildim, çünkü param var!.. Şimdi örtündüm, biliyorum orada soyunarak, karanlıklara itilen hayat kadınları var ve Gomoreler  annelik denli yüceltilebiliyor, çünkü onlarda hayat kapısı, alanı genişletmek isteyebilirler, Janus boşuna yaratılmadı, bedensel endüstrinin insani bir tarafı yok, beden benim dokunulmaz alanım, ben onun sultanıyım ama dünyamızın bu tür sorunları var demek de açıklayıcı gelebilir, sonsuzca bakış açısı var, biz varız, yaşam var, tanrı var ve bu kozmik çorbanın içinde alabildiğine yaşamalı, şaşmalı, ağlamalı, gülmeli ve doyumsuzluğun kollarında ölüp gidebilmeliyiz, temel gerçeklik ve bütün tanrısal hazlarla, meleksi saflık ve şeytani gerginliğin salınımında yaşayarak, kızgın bir kasenin içinde, yanıp kavrulmak ve toz olup gitmek işte bu, düşünce denizlerinde boğulmak kaçınılmazlığımızdır, algı denizlerinde savrulmak yaşamımızdır, yaşam anamız, arkadaşımız, ölüm, canımız, yoldaşımızdır, niçin tasalanmalı, bizim sonsuzca varlığımız sürüyordur çünkü, biz tanrıya dönüyoruz sonunda, ondan geldik, ona gidiyoruz, o kendini görebilmek için seni yarattı, sen onun aynasıydın, sen öldüğünde o olacaksın, yaşarken sen oydun çünkü, o senin doyumsuz ruhundur bilesin.

 Don Kişot o kadar ünlüydü ki yazar sanırdım, tellere konan kuşları, elektrik çarpmaz sanırdım, ırmaklar denizlerden doğar, yılanlar arı gibi sokar, çarı tahtıyla bitişik, Kraliçe Elizabeth yemez içmez, Winston Churchill, tuvalete uğramaz sanırdım, ama işte her şey yaşamak için, düş kırıklıkları senin için, şaşkınlığın burçlarında kolan vurmak, üzüncün kollarına savrularak, gökyüzünün katlarında koşuşturmak senin bahtındır, yaşa ve kanatlarını sonsuzca aç, ey yolcu... Düşüncenin denizlerinde sürüklen, çıkmazın kollarına atıl, hazzın sınırlarında dolaş ve çelişkinin dünyalarına savrul...

 Bugün, bir gözü kapalı çekilmiş fotoğraf bile sanat objesidir ve sanat artık biziz, kendimiz ya da her şey. Picasso neden bir devrim yaratmış olsun ki, bu bize sunulan algı yumağının saçakları olabilir, her ressamın bir öncüsü var, sizin Mehmet Siyahkalem, Bosch kadar değerli, kim biliyor... Sanat tarihi salt tünelden arenaya çıkanları görüyor, söylencelerse uzayın derinliklerinde saklanıyor ve arkaplan uzayıp gidiyor, Max Ernst, Picasso'dan daha ilginç ressam demiştim, Picasso daha popülist bir dünyaya hitap ediyor yalnızca, kültürel popülizme, ne demek bu, ah sanat anlayan içindir, açıklamalar ve kanıtlar peşinde olmak değildir, resim kültürüne yoğunlaşmayan bir insan için Picasso, mağara duvarlarına yapılan resimleri andıran şeyler çizmiş, renkçil bir hevesli, dışavurumcu bir havaidir. Picasso'nun ki bir geriye dönüş ve bir yinelemedir özünde ya da unutulmuş bir altıncı parmağın, tuvale düşmüş dışavurumu, bir primitif zarafşanı, dramatik kehkeşanı ve ölümsüz şeytanıdır, atavizm.
 Olanakları olup ya da olmayıp da, bir şey başaramadığı düşüncesinin perişan ettiği nice insan var, Sabancalizm  diyoruz buna, öyle bir tanıdığımız var burada, tanrıyı hiçleyip, yoksayarak, kendini kurban etme dürtüsü ve hiççiliğin gülperisi, varsıllığın içinde boğularak yitip giden biriydi o, özünü yanlışlayan yollara sapmış ve bunalmış giderek, yanlışlar, hatalar hepimizin en yakın arkadaşı, bir dost oysa, niçin yas tutmalı ve niçin tasalanmalı, yaşamalıyız, yalnızca yaşamalıyız biz ve bir gereksinirlikle her şeyimizi ortaya koyabilmeliyiz...
 Bugün kederliyim ben, karmakarışık duygular içindeyim ve kendimde değilim, ne dediğimi de bilmiyorum, Bach kurtarırdı beni uçurumlarımdan, gördüğüm bu kabustan, ne bileyim, 'Chorale prelude F Minor' neredesin, üzüntülerimin, kahırlarımın ilacı, korkularımın, şaşkınlıklarımın, umarsızlıklarımın dermanı, ey iman sümbülüm, kozmosun musikisi, hayatın ve ölümün aynı şey olduğunu, her şeyin bir yolculuk olduğunu anlatan kutsal Mari Hû Ana, anne, anneciğim neredesin...
 Neredesin sonsuzluğun müziği, ölüm duygusunu hiçleştiren, kendimi unutmayı, acılarımdan ve mutsuzluklarımdan kurtulmayı, yeryüzünün işlerinden sıyrılmamı sağlayan yaslı Mesih'im, ah keşke yanımda olsaydın, tanrı başucumdaymışçasına; bir şeyin yok Burkony, bir şeyin yok, boş yere abartıyorsun, kendine acımıyorsun diyerek, sırtımı sıvazlayıp, birlikte acı çekerek, seni dinleyebilseydik, seni çalabilseydik...
Söylemesi güç, olanaksız, neden böyle hem gülüyor, hem ağlıyorum...
 Kemanımın perdesi yok, çünkü o sonsuzdur, ipek gibi kayan parmaklar oldukça ve anne sütünü bile tadamayan insanlar öldükçe, o sonsuza dek değişik tınılar verecek ve yalnızca inleyecektir. O tanrının hikmetidir ve acılarımızın dilidir.
Düşüncelerimin potpurisinde savrulmalarımı çok görmeyin, ölmek istiyorum ben ve öleceğim!..

36
 Düşünüyorum, o halde ölüme doğru atımı sürüyorum... Bilgiyi ruhumda değil, bedenimde taşıyorum artık, en küçük uyarıda bile küsüyor, aniden tepki veriyorum. Umutsuzluk içindeyim ve ölümü özlüyorum.
 Hazar kaplanı gibi huysuzum, şafağın doru atlı cengaveri gibi sonsuzluğa koşmak istiyorum ama hiç bir umudumu, hiç bir düşümü, sanrılarımı bile gerçekleştiremiyorum ki... Ukrayna'yı, Kırım'ı, stepleri, çocukluğumu özledim desem neye yarar. Kemanımla var olamadıktan sonra yaşamak neye yarar.
 Sonsuz, sonsuzluk, yokluğun varlığı, varlığın yokluğuna verdiğimiz bir ad değil mi, öyleyse... Shakespeare alaylıydı ama muradına erdi, mantığımız bizi bir noktadan bir noktaya taşıyabiliyor ancak, ama düş gücümüz her yere. Kendime katlanamıyorum ve durduğum yerde duramıyorum artık... Gayri ben zuhur ve huruç eyleyeceğim, sonsuzluğun ademi, sonsuzluğu fethe gideceğim diyebiliyorum belki, ama bir adım öteye bile gidemeyeceğimi biliyorum ve bir kesinleme ne yazık ki bu benim için, anlıyorum, yenilmişlik var içimde ve sırf bu nedenle ölümü özlüyorum artık...
 Düşünüyorum... Kendime sorular sorarak, soruları çoğaltarak; bisikletli Maria bu soruya nasıl yanıt verirdi, çocukluğumdaki ben, şu düşünsemeye ne derdi, ama hiç bir şey ilgilendirmiyor artık beni, yanıtlar değil, soruların sürüklediği düşler, düşüşler ve düşüncelerim artık...
 Tanrı kendini yaratmış olamaz mı, öyleyse insanda kendini yaratmış olabilir, Ekbatana'dan savrulan kargı, Tunguska'da bir insanın boynunu vurabilir, kızıl kuyruklu atlar, Otrar ya da Mohan da otlayabilir... Step ejderinin karnı aç, onun yavrusu Osman'sa çırpınıyor, Kubadabad sarayından hiç haber yok ki, Kharkiv ölü, Karabalgasun ağlıyor, Vladivostok'da ağacın ışıkla çiftleşmesi üzünç veriyor artık, oysa ışık, daha fazla ışık, bizim her şeyimizdi...
 Bir gün adaya pikniğe gitmiştik, Prens adalarından Prinkipo... Maria, ben, Makarenko, Tamara, onun iki arkadaşı Öjeni ve Fulya, ilginç isimli Fulya, bir pansiyona yerleştik, hafta sonu için ve gelir gelmez pencereye yaslanarak bir doğaçlama çalmıştım kemanımla, özgür ruhum susamıştı, yoldan geçen adalılar alkışlamasın mı, sanki pencerenin altında bekleyen bir sevgiliye çalmıştım, canımızın akışına uygun bir sofra kurduk bahçede, yaşam işte, bir söyleşiye tutuştuk ki, nasılda şendik, saatlerce içtik, biz Slav ırklar, ruhlar çok içer, ama demek yalnızca Fulya'ya yetmedi ki, gecenin sonunda içeceğim diye tutturdu, çıktık dışarı, onu koluma aldım, karanlıkta açık bir yerden şarap aldık, sahile geldik oturduk, o buraları biliyor, Dragos'un ışıkları yanıyor, bir süre içtik birlikte, yukarıda yıldızlar solgun, kıpırdıyor, yıldızlara bak dedim ona, onlar artık yok dedi, dikkatle bakınca varmış diye inledi ve neden bilmem birden ağlamaya başladı, neye uğradığımı şaşırdım, insanlar neden böyledir ve neden birden ağlarlar, hiç soru sormadım ona, ağlamak hepimiz için bir güçsüzlük belirtisi sonuçta, hıçkırıkları bir zaman sonra denize karışır gibi solup gitti, şarabı yudumluyor, yine verdi, kırmadım biraz aldım, rehberiyim onun gecenin yarısında, sarıp sarmaladım onu, karanlığın soğuğu var, havada sessizliğin sesi, deniz simsiyah, dalgalar ürkütücü ve gizemli, sanki az sonra, bir tür tanrı, bir yaratıcı çıkacak içinden ve yanımıza gelerek, bir şeyler söyleyecek gibi, su o denli güçlü ki, şunu anladım, kıyamet kopsa da, cehennem yeryüzüne inip, yaşam dursa da, bu sonsuzluk sürecek ve bir yerlerde, ama orada, ama burada yaşam devam edecek, yaşamın sona ermesi olanaksız, evet deniz tanrı gibiydi, her koşulda, yaşamı yeniden yaratacak güçte bir tanrı, ne nükleer korku, ne Titanlar'ın savaşı, anladım ki, onu yenecek güçte değildi, neden kederlenelim, bizim yapamadığımız tek şey, onun narin, ince tüllerinin altındaki güzelliklerin, değerini bilemeyişimiz ve yaşamı ve dünyayı zindana çevirişimiz, bir kez daha düşündüm ki, yaşam denen cennetsi oyuncağa layık olmayan bizleriz...
 Kıyıda, bir sessizlik içinde uzayıp gidiyor sahil yolu, tepede ağaçların arasında gizlenen ay, onu belirsizlikle süslüyor ve bilinmez bir sonsuzluğa doğru akıyor, ıssızlıkta garip bir şey belirdi, beyaz bir at, uzun yelesi, gergin bedeni, ince beli, ilahi gövdesinin gereksinimleri, uzun kuyruğu ile bize doğru yavaşça süzülüyor, adada faytonlar olurmuş ve bu tür hayaletler belirirmiş zaman zaman, önümüze kadar geldi ve masalsı bir görüntüyle, yavaşça dönerek gitti, ayak sesleri duyulmuyor, gökten yere inmiş gibi, Fulya ilerde bir tay var dedi, kızılca renkte bir yavru, sokak lambasının altında, doğanın bir parçası gibi başını eğmiş, kıpırtısızca duruyor, cansız sanki, bir tay, ana ve oğul gibi, oğul anasına, biricik tanrısına boyun eğmiş, sürekli bir şükür içinde eğilmiş, duruyor ve işte karanlıkta, bir düş gibi uzaklaşıyorlar artık, tanrım sen ne demek istedin ki, evet düş görüyoruz işte, açıkça bir düş bu...
 Ne görkemli bir hayvan at, bu görüntülerin büyüsüne kapılan her insan, kaçınılmazlıkla tanrısını yaratır ve içtenlikle ona sığınabilir, sonsuza dek... Tanrı, hayatın ve aşkın bir metaforu ve bizler ne yazık ki bir umarsızlığın ve gözyaşlarımızın tutsağıyız, bu büyünün bir anlamı olmalı, gecede bir şey söylemek istermiş gibi bize yaklaştı at, baktı, biz de ona baktık, onun beyazlığı ve içkin tanrısallığında, ruhumuz sonsuzca yıkandı ve sonra dönerek uzaklaştı, bir tanrı mıydı yoksa o, bir atın suretinde görünmek mi istemişti sonsuz gecede, dalgaların doğurganlığında, denizin içinden gelen, yitik bir söylence miydi yoksa, bize bir türlü anlayamadığımız gizleri veren... Serin, sakin gece de minnetle Fulya'nın ellerine sarıldım, ürpertiyle öptüm ve bir tanrısallıktan doğan vesileyle, şunu düşündüm, ruhumu ona teslim ettiğimi anladı mı acaba...
 İnsan ürperiyor elbette geçenlerden -olan şeylerden- garip bir mutluluğa kapılıyor, yüz yıllarca beklesek, bu anın bir kez daha yaşanması olanağı yok, görüntüler değişiyor ama ruhlarımız değişmiyor ne yazık ki, zaman, at, insan, uzam, gök, su, toprak, bir an işte, sonsuza karışarak, yitip gitti, hiç bir zaman, bir daha göremeyeceğim, bilemeyeceğim, yinelenemeyecek bir an, evrende bir kez oldu, bitti ve yitip gitti...
 O an gözyaşlarımızın gizine ermiş gibi oldum, evrenin sırrını bulmuştum, güzellik ve çaba, barış ve aşkı kaçırdığımızda, bir daha geri gelmiyor, böyle gibiydi sanki, bir Paradjanov, bir Angelopulos filmi izlemiş gibiydik, ilerleyen gecede, tan ağarmak üzereydi, karanlığın en derin saati, başımızdan ötüşerek, tepelere doğru bir flurya kuşu geçti, belki de öyle sanmışımdır, kalktık, gecenin yarısında sokakta bir seyyar satıcı, küçük arabasını iterek, bir düşten çıkar gibi -bizden geri kalmıyor-, ağır aksak geliyor, ürkütücü de, gölgesi de ilerliyor, Fulya tanırmış onu, sokaklarda yatıp kalkarmış, uykusunu arıyordur dedi, uzunca konuştu onunla, sarılıp öptü, insan delisi bu kız, sahilin içlerinde, sabahçı bir kahve bulduk, kör ışıkta, bir iki kişi, başları önde oturuyorlar, solgun ışığın altındaki tay gibi, yaşamıyormuş gibi cansızlar, bizi görünce ayağa kalktılar, birden hava değişti, kahkahalar uçuştu, sesler geldi gitti ve bir zaman sonra gün yavaşça göründü işte, güneş açtı, gecemiz; bir başka yaşam, işte böyle geçti...
 Dönerken Fulya dedi ki, gün batımı ile doğumu arasında ne fark vardır bil bakalım, yanıtlardan sürpriz olanını seçtim, hiç bir fark yoktur dedim, gözlerime baktı, gün batımında ışıklar giderek azalır, doğarken de çoğalır tatlım dedi, bugün anlatıyorum ama, o günden bana kalan tek titrem, onun bana tatlım deyişidir. İşte Akheron'un ırmağı gene aktı ve beyaz at bize, yaşam sonsuzdur ve biriciktir o demişti sanki, sokaktaki hırpani adamın yorgun seslemi, her koşulda yaşamın kutsal sayılması gerektiğini fısıldadı belki de ve Fulya göz yaşlarıyla geçip giden zamanı, ayrılıkları ve unutuşu  bir kargışla kutsamıştı belki de...

 Gelecekte dünya bir botanik bahçesi olacakmış ve başka dünyalara gidecekmişiz, öyleyse neden ağlıyoruz ki biz, tanrının, belki de acımasız oluşu mu üzüyor bizi, ayırması bizleri, ateşi keşfeden insanlık; önce yangını söndürmek zorunda kaldı işte, yangın söndürücüleri de yaratmak, randomize deneyler, kozmolojik sabit, antropik olumsuzluklar, ultramatik toplumlar, valfler, Çelyabinsk olayı, Java, Nash dengesi, siberizm; hepimizin alıştığı bir uzamda mutlu oluşu, koni hücreleri, renkler, fillerin yas tuttuğu, yunusların konuştuğu, maymunların düşündüğü; bizleri bekleyen sentetik biyoloji, ortaklaşa yaşamın bireyselliği... İlk fırsatta saçmalıyor, kendimden geçiyorumdur belki de ben...
 Hız bulutları, kapitali kutsamak, kapitole boyun eğmek ve çıkmazdan kurtulmak için neler uyduruyorlar, açlığın vücudun direncini artırdığı ve yaşamı uzattığı gerekçesiyle söylenceler yayılıyor, kapitalin dünyası, mantığa uygun Marx alternatifleri arıyor sürgit, algı dünyaları sonsuz açılımlar ve seçeneklerle dolu, ama bu zorbalık, çılgın ideoloji, big crunch gibi bir gün çökecekse, zamana yenildiğindendir, onu yenmek isteyişimizden değil... Açlık bedeni ayakta tutan bir şeymiş, sayrı olunca iştahımızın kesilmesi bunun içinmiş, parasal fetişizmin bir Antimarx yaratmak için çabası, her zaman sürüyordur elbette, ilerde daha neler göreceğiz, neler söyleyeceğiz...
 Köleliğin en iyi yaşam biçimlerinden biri olduğunu anlayacağız, denizlerden, göklerden beslenen ruhsal obezitenin tutsağı paratorların, uzun yaşamadığı, modern kölelerinse mutluluktan öldüğü gibi şeyler ileri süreceğiz bekleyin. Bilinmez, ölümüme, belki de o güne dek sürüp gidecek bir depresyonun içindeyim...
 Ruhum sıkıldıkça, açmazlara sürüklendikçe, yine de şiirler, şiirler, şiirler diyorum ben, Brahms için yazılmış bir şiir okudum geçenlerde, şu dünyada benim için, tek bir şiir bile yazılmayacağını sezinliyor olmam, mahvediyor beni, snıf diye koklayarak gerçek sınıfını bulmaya kalkışacak forsalar gibiyim ben.
 Yaşamsal dengemi bulamıyorum, bana Araf yakışır, anaerkil çağda 'Mader' meğer dağ anlamına geliyormuş, dağ gibi anneciğime yaslandım sözü işte bu, dağların çiçeği, ama ben hiç bir şeye yaslanacak gücü bulamadan geçip gideceğim.
 Brahms... Seslerle sessizliğin saltanatını, soycul duygularıyla, tanrının düşüncesini birleştiren adam, ilahi sentez, o her zaman ölçülü ve dingindir, uçlara gönül indirmez, onun evreni sonsuz değil sınırlıdır ve sonsuzluğunda bir sınırı olabileceğini bilir, sonsuzluk dediğimiz, sınırlı parçaların bir bileşkesidir onda ve kozmosa saygısı, müziğinin ilkinsil, biricik ilkesidir, sesini hiç bir zaman yükseltmez, onun direnci bile ipeksi, kadife renginde bir ninnidir, yüksek bir ses, bir çığlık, bir haykırış göremezsiniz onda, sucul, duru bir akışta, soylu bir anlatımın, insanlığı asla incitmeyecek bir üslubun dehasıdır o, yaşamı anlıyorsak, haykırmanın ne anlamı var, savaşların, kavgaların ne anlamı var, değişecek olan değişmelidir evet ama, biz şiddetin tutsaklığındaki iç güdülerimizi, genlerimizdeki benmerkezci, kayırmasız hepçilliğimizi yenebilmiş, yenileyebilmiş değiliz ki, o pınar gibidir, insan, bir tanrı gibi karşılanır onun müziğinde, Brahms yaşamı anlatır, kızmadan, küsmeden, hiç bir zaman incitmeden, bilgiçlikle davranmaz o, olabildiğince bilgece davranmaya çalışır, insan onun omuzları üstündedir, kendisini onun buyruğuna vermiş gibidir, onu yüceltir belki, ama hiç bir zaman onu üzmeden, yasını da tutar, tüm günahlarını bağışlar onun, ilkin kendisinin yargılayıcısıdır ve insana gizliden gizliye tapar Brahms, onun biricik tanrısı yaşamın kendisidir, insandır ve yaşamın açmazlarına, sabırla, belirsiz bir kederle, ölçülü bir saygıyla yaklaşır, o korkutmaktan korkar, ruhun ele geçmez kalelerinde, emel denizlerinde çırpınanların iyilik perisi, koruyucu meleğidir, o üzmekten üzülür ve umudun umutsuzluğundan olabildiğince kaçınır, o yavaşça akan bir sudur, bir gün yatağına kavuşacaktır elbet, bir gün insanlıkta göksel olacak ve umutsuzluk, keder ve acılarımız son bulacaktır, ama bir naranın kaosu, haykırışın cinneti ve çığlıkların eziyeti, bizi körleştiriyor, o bunu biliyor, onun için dili ipeksi, kemanı göksel ve tınısı tanrının keder ve pişmanlığının dolambaçlarında bir umar arayan, çiçeksi bir ninni gibidir onun, bir gün kurtulduğumuzda, acıların, çığlıkların, ve köslerin gümbürtü dolu haykırışlarından, yeri göğü inleten, savaş ve zafer naralarının, gözlerimizi kör, kulakları sağır eden çınlayışlarından kurtulduğumuzda ve tüm insanlığın, benliğimizi, gizlenmiş kinimizi uzaklardan gözlemeyi başardığında, o kutsanmış günde, o muştunun, o sonsuz mutluluğun, cevhersi müjdenin kucağında, bir o yana bir bu yana salındığımızda, Brahms'ı dinleyeceğiz ve evet bu, işte buymuş, nasıl da ayrımında olmamışız, olamamışız diyerek göz yaşı dökeceğiz, çünkü Brahms sabırdır, sonsuz bir inleyişin, ıtır dolu bahçelerindeki şarkısıdır ve tanrının hepimizden çok daha kederli, şaşkınlıkla erinen, gücenmiş ve erdemle kendinden geçmiş sesidir, kutsal sessizliğin ve kederlerle tükenmişliğin, kendisi dışında her şeyi ululayan, ay ışığında pırıltılarla yansıyan, bir inci, sonsuzluğun ağır başlı, melek ruhlu efendisidir Brahms, onu dinleyen her sıkıntıdan uzaklaşır, elemle olgunlaşır, o sonsuz bir dinginliğin dünyevi görüntülerini verir, ne sıcak ne soğuk, olması gerektiği gibi bir sonsuz akış, düşleyebildiğimiz ölçüde bir erdemliliğin, bir sağaltım yurdunun, sürgit insanlığı doğuran, sürekli üreten, yaratan, bir sevi ve tapıncın ve sonsuzca kutsanmışlığın bir fenomeni, yavrusunu sayısız kollarıyla kucaklayan ve cezanın olamayacağı bir evrende, öğrendiklerimizin suçlarımız, bildiklerimizin de günahlarımız olduğuna inanan bir otacının, tanrının müziğidir o... İşte o şiir...
'O bağışlayıcı bahçende çağrılmaz bir konuktum. O bitimsiz anıları sen oluşturdun. Zaman geldi, büyük mutluluklarla ondum. Senin kemanların gökleri çalar. Ama artık hakkını veriyorum. Utku diye sana, Yoksunluğu paylaşanlar bir boşluğu bağışlar. Salt sanatın adı da yetmez. Nasılsa bulacaktı onur seni görkemli ve yiğit ol. Yüreksizin biriyim ben. Üzünçlerin tutsağıyım. Hiçbir şey, Haklı çıkaramaz bu küstahlığımı. Onulmaz mutluluklar derledim seninle, -Ateş ve kristal- sende ki ışıltının ruhudur. Günaha bulanmış sözcükler sarmış beni, Bir sesin ve bir düşlemin dölleri ki; Simge değil, ayna değil, çığlık da değil, Sonsuzluğa koşan ve yüceldikçe coşan bir ırmaktır seninki.'

Düşünceler içinde yüzüyor, geziyor gibiyim. Lesoto'da yalan söyleyene, büyüklük yapma derlermiş, benim için kendini yıpratma, parçalama anlamına, sanat artık, demiştim, bir gözün kapatılarak çekilen fotoğraflar dünyası, şöyle düşünüyorum; Bir kemanın peşinde, hayallerimin ve geleceğe kalma dürtüsüyle, hercümerç bir yaşamın peşinde sürüklendiğimi, ama Nagel'in ölüm ve yaşamın anlamı hakkındaki kitabını okumadınız mı, yaşam anlamsız, yaptıklarımızın bir anlamı yok, bu dünyaya kalıcı olarak bir şey bırakamazsınız, ölüm ve yok oluş kaçınılmaz, siz doğmadan önce dünya vardı ve siz doğduktan sonra da olacak, ölüm töreninizi düşünün, artık gün ışığını bir daha göremeyeceksiniz, kızarmış ekmek kokusunu alamayacaksınız. bütün hoşlandıklarınız bu dünyada kalacak, yiyemeyecek, içemeyecek, okuyamayacak, gezemeyecek, sevemeyecek, çalamayacak, yazamayacaksınız diyenlere söylüyorum...
 Yüzeysel bir şey olabilir ama, gerçekten eve gelen konukların bu kitapları okudun mu diye sorduklarına tanığımdır, eşyaların tutsağıyız, oysa evlere gidin, yüzlerce eşya, kapı arkaları bile dolu, üstelik beyaz eşya ve koltuk değiştirme rekoru kırma yarışındalar,  ben kitaplar almışımdır evet, ama bir gün onları atıp, yenileyeyim demedim, bu açıdan yapılan, zamana yayılan bir alışkanlık ve bu kitapları okudun mu diye soranın müsrifliği karşısında, benim ki tutumluluk, bir yararı olmuşsa da artık, cimrilik düzeyinde bile sayılabilir. Geleceğe kalma konusu göreceli, bunu arzular gibi görünür insan ama ona bel bağlayamaz, nasıl yaşayacağız, zamana ve uzama nasıl bağlanacağız, insanların beğenileri var ve kimse sıradan, öylesi tutkularla ömür tüketenlere, ne yapmaktasın demiyor, ama iş bir tuvale, hiç bir zaman artı değere dönüştüremediği renkleri akıtan, artık -şaşırmış- bir ressama gelince, ilk fırsatta bunları koyacak yerin bile yok, deli misin diye serzenişte bulunabiliyor, keman çalıyorum, beste yapıyorum yalnızca desem gülüyorlar, ama izbe bir pavyonunda çalıyorsam Pera'nın, hepsi hayranlık içinde bakıyorlar, Van Gogh sendromu diyorum ben buna, kendin için bile olsa, resim yapmayacaksın, sonuç şu, biz ulaşılmaz, nitelikli -bu tartışmalı bir konu ama kastım şu-, görünür evrende yaptığımız bir resmin gerçekte sahibiyizdir, ama çalışan bir elektronik eşyayı modası geçti diye yenileyen, ruhsal sıkıntılarını negatif işkencelerle düzenleyen, komşusuyla bir yaşama bağlanmanın kof ve düşünsel sayılamayacak yarışlarına giren ve böylece ömür tüketen veya benzeri tutumla yaşamını tüketim çılgınlığının varyantlarında, yapay kahkahalara çeviren, yaşamını böylece süsleyen biri, gerçekte o eşyanın ve yaşamının değil sahibi, emeğinin karşılığını anlamsız bir tutkuyla savuran ve hiçliği ve ölümünü görmek isteyen, onu arayan bir canlıdır artık gerçekte, öyle sayılmalıdır ve mülkilik aranıyorsa, asıl mülki olan ne yazık ki resimdir burada, diğeri eşyanın tutsağı yalnızca ve bir tüketim nesnesi olmanın, kutuplarından biri, etken ya da edilgen konumda ve salt izleyici bir figür inanın ki, göreceli bile olsa acı değil mi bu, parasının sahibi gibi görünüyor, yalnızca görünüyor ama -bakın Ovidius bir emtia, genel deyimiyle bir mal üretmiş, şiirler- yaşarken üç gün sonra ölenin mal varlığı için, kimse artık onun diyemez, ama Ovidius iki bin yıldır ürettiği metanın sahibi ve daha nice zaman kimsenin, bu meta Ovidius'un değildir diyebileceği de yok, varsıllık ve mülki olan nedir konusunda kavram kargaşamız var, hangi mal, hangi mülkiyet, bir zamanlar Çin de idam edileceklere şarap ve et verilirmiş sürekli, tütsülenmiş damak tadına bel bağlayanların da, anlaması gereken şeyler var, konu büyük sorunlara yol açabilir ve tartışma alan değiştirerek, yaşam dediğimiz pratiğin ve sadomazohizmin, -yaşamı irdelerken, gerçekte bir sanının acı çekmek ve acı çektirmeye dönüştüğü- tuzaklarıyla yaşadığımız sorgularına götürebilir bizi, ama söyleyeni de, yapanı da, anlamak gerekir bu konuda, anlamak daha çözümleyici, bir konuda haklılık taslamaya yarar, sorular üretmek değil...
 Nitelikli demiştik, ya da yabanıl, diyesim -kimliğine uzak- gibi gelen uğraşılara anlam dışı sorular üretebiliyor insanlık, bu hayranlık verici derecede uçan bir pilota, ilk fırsatta, bu uçak senin mi demeye benziyor, ilgiyi, hobinin, uğraşının, emek ve çabanın uzaklığının karesiyle çarpınca, usdışı sorularla karşılaşıyoruz, dünyada sıradan olmayan bir şey yok, sanat benim için son derece sıradan, ister inanın, ister inanmayın, geleceğe kalmak hoş bir şey olurdu, ama yalnızca onu düşünen bir insan, bir nevrozun içine sürüklenerek daha çılgınca şeyler yapabilirdi, Karın Deşen Jack gibi, İskender ve Hitler, ikisi de aynı şey, Napolyon, tüm İvanlar, Titus ve Temuçin gibi, geleceğe kalmanın bir sürü yolları var, Artemis tapınağını yakan Herostratus tarihe geçmek için yaktım demişti ama insanlar sanatçılarla hep alay ediyor, tarihe her biçimde geçmek olası ama, neden estetik ve güzellik peşinde koşanlar, sanki suçlanır olurlar bu konularda, yetersizlik duygusuyla kahrolanlar, ona meydan okuyanların, doğal düşmanı mı diyeceğiz sonunda, örnekleri pozitif olarak da artırabiliriz, konu epeyce uzun evet ama, olaya şöyle bakıyorum, eşyanın tutsağı ve hiç bir yansıması olmayan şeylere, devinimlere gönül bağlayarak, paranızı, canınızı, ruhunuzu ve ahtınızı -ahit, tanrısal sözleşmeden gelirmiş bu söz- tutsak edip yaşamınızı tüketmeyin, aksini yapanları anlamaya çalışın, bir emlak spekülatörü, gereksiniminden çok -var böylesi- sayısız daire sahibi oldum, ben bu işten diyorsa, bence artık bir ruh sayrısıdır o, sıradan bir marangoz, onun yanında İsa olmalı, çünkü geçmişte bir marangoza yaptırdığım kitaplık, o kadar sağlam ve göz alıcıydı ki, hala o adama saygı duyuyor, içten içe seviyorum, diyesim kitaplarım değil, kitaplığım bana hayranlık veriyordu, çünkü bir adam var ve nitelikli, kalıcı eşyalar üretebiliyor, hercai, fason, yani gelip geçici bakmıyor işine, dünyaya, evrene, kendisine saygısı var ve işini saygınlık uyandıran düzeyde yapabilmek için, canını dişine,  dişini tırnağına takıyor, sürgit böyle olmak zorunda mı, değil, ama bu sorular, kendince bir ciddiyetin, bir disiplinin peşinde olan ve dişini tırnağına takan birine yöneliyor genelde, böylesi bir şey evrende, sorun düzeyine yükselebilecek bir şey de değil gerçekte, asıl sorun bu işte ve son sözütüm şu, bu kitapları okudun mu, var olanı neden resmediyorsun, çalıyorsan bir karşılığı olmalı diye, boşa yatırım, harcanmışlık ve emeğine saygısı ve bir yansıma yokmuş gibi, sorular üreten insanların, koltuklara, beyaz eşyalara, geleceğe yatırım diye evlere, parası katlansın diye dövize, altına, düşünebileceğimiz her ariyete bir hevesle, yaşamını teslim ederek, sayıları katlayarak, yaşamlarını sürdürüp, ölüm saatine doğru, nobran bir yüzün, el etek öptürmenin hevesi, asanın asaleti ve gerçekte bir hiçliğin görkemi ve yaşamın varyantlarında, kof bir kibrin direnciyle, kendine iman etmişliğin, kükreyen bir inanmışlığın saltanatında, geçip gitmelerini gördükçe, marangozun, -varsa- artık tanrının erdemli ve sevilen bir kulu olduğuna inanıyor, onun şaşkın ve hiç bir heves taşımayan, neredeyse bir anlamdan yoksun, yüzünü gördükçe de artık ona tapıyorum ve yaşama da bu nedenle şükrediyorum ve Thomas Nagel yaşam anlamsız diyebiliyorsa, bunun için neden bir kitap yazmak gereğini duyuyor diyorum, herhangi bir kümes hayvanı salt işini yapıyor ve bu konularda hiç düşünmüyor ama Thomas'da, gene de tavuklarda olmayan bir şey var diyerek bitiriyorum.

 Öyleyse yarına kalmanın yollarını aramalıyım, bir kesinleme değil bu, eleştirilere yanıt saymaktan öte bir şey değil, bir kameriye veya sedir yapan marangoz ya da insanlığın bir onursal ve tanrının soylu yaratığı olduğu için, ona ilahi mırıltılar ve kutsal ninnilerden başka bir şeyin yakışmayacağını düşünen ve yalnızca düşlerinin duyulmasız, iç sızlatan sesleriyle hitap eden Brahms gibi, ilginçtir, her ikisi de emtia olduğu halde, insanlık tarihi, tuttuğu altın olan Frig kralının hazinesi için gülümsemiştir, yaşarken bilinmeyen Boccherini'nin müziği içinse, tanrıya giden en kestirme yol demiştir.
 Başka şeylerde var, her yol Roma'ya çıkmamalı, ama yolumuzu görebilmeliyiz, aydınlık olmalı, hep benzeri yakınmalar; şöyle kısacık, bir öyküseme okudum buralarda, öncekiler gibi, bir anlatı  sanki, evet ama biri daha var,,,

 'Gündüzleri sokağa çıkamıyorum ben, geceleri yaşıyorum ve bir geceye benziyorum artık, çünkü karanlık biri olduğum düşünülüyor ve beni aşağılıyor diğer insanlar, ama şaşıyorum onlara, bir şiddet sarmalında, tüm dünya toplumunun demans olduğuna inanıyorum, dayanılır gibi değil, ama onlara acıyorum demeye utanıyorum, insanlık şizofrenidir, paranoya içindedir, sayrıdır, onlar içindir gözyaşlarım, baştan beri duran ova neyse, hep bir terör kundağının içindeyim, ölüyor öldürüyorlar, lanetlenmiş bir Hud kavmi ve Sodom'un çocukları gibiyiz, tanrının denekleri miyiz biz...
Gün gelip 'Ağlama Duvarı'na başımızı çarpacağız ama insanlığın engin bir topluluk, usa sığmaz bir yaratılmışlığın parçası olduğuna inanıyorum yine de, varlığının büyük bir anlamı olduğuna da, felsefe ve soyut kavramların mimarı, bulgunudur insanoğlu, çünkü ikisi de tanrının işleri, kutsal yerlerdeki geoit bezemeler, soyut düşüncenin göstergeleri, İsa, merhametin beşiği, saltık sevginin bedeni, göğe yükselene süt veren Mecdelli Meryem'i fahişe kılığında çizmek, onun tüm insanlığın annesi olduğunu bilmektir, müslime olanı derinliğine sevmektir, barbar, primitif ve öldürücü ışınların gölgesinde yaşıyoruz, kozmolojik ölümün tacirleriyiz biz, yeryüzüyle yaşıt bir umarsızlar yığını ve inanın yaşamı sevgilerin en yücesi kurtaracaktır.
 Tarihte de böyledir bu, insanlık, erdemli olmanın bir çocuğu olarak doğru yolu bulacaktır. Sodom ve Gomore, Borjiyalar ve Mata Hari miti bunun kanıtıdır. İnsanlık da, ne arena vardır, ne gladyatör, ne de matador, ne öze tapınma ne de haçın şövalyesi ve cihadın mücahidi, tarih boyunca insanlığın ve ona inananları savunmaktan sorumlu, tanrının sevgili kullarıyız biz, tanrı bizleri sigaya çekiyor, tüm bir insanlığız biz.
 Zamanın akışında örtünmek, yalvarıp yakarmak, günahtan kaçınmak ve tanrıyla bir olmak arzusunu aşağılamak, ötekinin insanlıktan nasibini almadığını gösterir, bugün öldürenler ve güce taparak, dünyayı cehenneme çevirenlere dil uzatamayanlar, ezilen görünümündeki bir inancın, tanrının eşdeğeriymişçesine, erdemlilik gösteren, sabreden ve engin bir hoşgörüyle, evrenin bir semazen, bir balerin gibi dönmesine, dönebilmesine yine de şükreden ve Adem'in çocuklarının bir gün imana geleceğinden umudunu kesmeyenlerdir.
Onlar tanrının sevgili kulları, onlar bir ahiri düşün bağışlanması ve kendilerine cennet kapılarının açılması, bir muştu, bir armağan peşinde koştukları için, böyle düşünmüyorlar, -bu hakir-i devrana katlanmak onların suçu değil erdemidir anlayan için- böyle bir şey günah olur ve insanın ırasına yakışmaz biliyorlar, onlar bir sevginin kanatlarında, tüm insanlığın kutsal yolu bulacağı umuduyla sabrediyorlar, bekliyorlar ve bunu biliyorlar. İnsanlık sonsuz birlikteliği arıyorsa ve kanadı kırık kuş istemiyorsa eğer, onların sabrı, iffeti ve erdemine sahip olmalıdır, bugünün zalimini, can alıcı bir cihangirle yenmek kolaydır, bunu denedik ama insanoğlu iflah olmadı, tanrının izinden giderek, onun yüreğine sığınmadı, ilahi olanı aramadı, doğruları bulamadı, yaratanın sevgili kullarına ve ezilenlere düşen sabırdır ve bir erdemin kollarında, tüm dünyayı ağırlayacağımız günü beklemektir.
 Şiddete şiddetle karşılık vererek, kıyameti zikrederek, iblisin yolcularının iğvasına düşseydik eğer, onlardan hiç bir farkımız kalmaz ve tanrının indinde bize verilen göreve ve bir bekleyişe sabırsızlık göstererek, onun sonsuz varlığına karşı çıkar, yadsımış olurduk. O sabredenlere en şanlı görevi bağışladı, bir cehennemin ortasında dalıp giderek ve erdem ve iffetle bekleyebilmek... İblisin pençesinde kıvrananların oyununa ve bir kıyametin halayına katılmak çok kolay, ama iş odur ki, tanrının bağışladığı soycul ruhu kirletmeden ve verilen görevi bir an dahi aksatmadan, zamanın akışında, bir andan bile kısa sürecek, bu Şeddat kavminin oyunlarına kapılmamak, insan olabilmek ve insan kalabilmektir.
 Onlar tüm varlığıyla, bu ateş çemberinin içine atılsaydı eğer, doğrunun ne olduğunu ve gerçeğin ne olması gerektiğini anlayamazdık, onların sabrı ve insanlığa karşı sürdürdüğü sevgi ve inanç, hepimizin gerçeği bulabilmesi için tanrı yolunda bir dolayımdır ve tüm insanlık, söylemesi dilimizi yakıyor ama -haşa- bunu onlara borçlu olacaktır. Ne mutlu onlara ki, sonsuzluğun insanına soruyorum, bundan daha büyük bir mutluluk var mıdır ve bugünün dünyasında, tanrı katında olan bir veli varsa; yalnızca onlardır.'

 Düşünceler her yerde birbirine benziyor ve her yerde ayrılıyor, bir giz bu, tanrının varlığından süregelen bir istençtir belki de... Belki de en iyi sonuç, olmuş olandır, yoksa bugünlere gelemeyebilirdik, doğru mudur bu, işte duraksıyoruz artık, çözümsüz olabiliriz, çözümsüzüz belki de...
 Öbür öykü de şu, bu gerçekten öyküye benziyor ve ötekinden daha uzundur  belki... 'Uçağımız, bozkırın ortasına indiğinde, bir ıssızlık ve garip bir ürperti vardı havada, oraya gidemeyeceğimizi söylediler, daha doğrusu gitmeseniz iyi olur dediler, geri dönemeyebilirsiniz.
 Beş kişi kararlıydık, uzaklarda, bir ucu gri bir dağa yaslanmış vadinin içlerinde, bir mağaradan söz ediliyordu, yüzyılların içinde söylenceye şan olmuş bir yer. Bir konteynıra beş kişi bindik ve uzunca süren bir yolculukta, toz duman içinde, dağın dibine yakın, insan eliyle kazılmış gibi duran, vadinin ağzına geldik, gözden ırakta, Tacikistan'ın bu dağlara yaslanmış, el değmedik yerinde, bilinmezlikle var olduğu söylenen gizemli mağarayı arıyorduk.
Vadinin içlerinde, geldiğimiz yoldan, bir o kadar daha gittik, kaçan bir cismi kovalarmış gibi, bir toz şeridinin içinde, -öyle gibiydi- ikide bir zıplıyor, bir canavar peşimizi bırakmıyormuş gibi, telaşla gözlerimizi kısarak, mağaraya erişmek istercesine ufuklara bakıyorduk, gri dağ öyle bir söylenceye yataklık ediyordu ki, yaklaştıkça uzaklaşıyor gibiydi, bir günahın özlemini arar gibi bekleyen, gölgeleri pinekleyen ikindi güneşinde, bir toz serabının içinde, ışık huzmelerinin solgun, cılız oyunlarında, belli belirsiz bir düşün içindeymiş gibi, yitip gitmiştik.
 Vadi bitti ama, dağın içlerinde sürüyor izlenimi veren, girişi dağa yaslanmış, köhne mağara, gözüktü sonunda, önü bodur ağaçlar ve çalılıklarla gizlenmiş, yorgun, kırık taşların süslediği, daracık bir yerdi.  
 Yukarıda dev sedir ağaçları ve çamlar uzanıyordu. Tacik yetkililere, mağaraya girmeye kararlıyız dediğimizde, irkilir gibi oldular, şaşırdılar ve sonra bizi bırakarak, uzaklaşmak zorunda kaldılar, jipleri tozlu yolda, ovanın uzantısı gibiydi, giderek bir nokta gibi küçüldü ve sonunda yok oldu gitti.
 İçeri tek tek girdik, beş kişi, yılan gibi kıvrılarak; yarı karanlıktı ve ıslak toprak kokusu yayılıyordu mağaradan. Paslı bir şırıltı duyuluyordu tepeden ama su gözükmüyordu. Yolda yoktu, bir düzlük, bir patika gibi, terk edilmiş bir tünelin içi gibi, sakin, sessiz uzanıyordu, çekinmek için her şey vardı.
Gözlerimiz alışmış, birbirimizi seçiyor olmuştuk ama, bir süre sonra karanlık bastırdı, ifritin öncülüğünde, zifiri bir karanlık, zından gibi...   
 Fenerleri yaktık, artarda yürüyorduk, bir dolambaca geldik, geri dönüyorduk sanki, bize öyle gelmiştir belki de, yön duygumuzu yitirmiştik, yalçın tepelerden, ürkünç, kısacık,, bodur şeylerden, aşağılarda garip gölgeler oynuyormuş gibi, derin yarıklardan, yansımalar içinde uçurumlardan geçtik, daracık bir yerdeydik ama, bir uçsuz bucaksızlık duygusu, sarıp sarmalıyor, alıp götürüyordu bizi...
Yarıklardan mırıltılar geliyor gibiydi, kısık sesle konuşuyor olmamızın;  -şeytanın kazan kaldırmadığı, tanrının bile olamayacağı böyle yerlerde-, bir yankısı olabileceğini düşünemedik, sesler yalpalıyor ve kat kat bükülüp, büyüyüp, yalımlanarak, mırıltılar güçleniyor ve daha bir şiddetle geri dönüyordu.
 Onları bir türlü ayırıp, tanımlayamıyorduk, bizim seslerimiz mi, yoksa başka bir şeyler miydi, üst üste, denizin içindeki dalgaların gürüldeyişi gibi hırıltılar, horlamaya benzer oluntular, bizden ayrılıyor, alabildiğine karışarak, tuhaf gümbürtülerle dönerek, tekrar ulaşıyordu bizlere, boğulduğumuz duygusuna kapılıyorduk ama, yine de yürüyorduk karanlıkta...
Geldiğimiz yol kadar daha gittik, sonra bir o kadar daha gittik ve sanıyorum bir o kadar daha, sonunda, uzakta, karanlıklar içinde, bir gölün parıldadığını gördük, çırpınan bir şeylerin yansıması, orada bir şeylerin var olduğu izlenimini uyandırıyordu, görmemiş, anlamıştık daha doğrusu, yine de gördüğümüzü değil, anladığımızı anlatabilmek daha güç gelir insana...
Göl, sanki yanımızda duruyor gibiydi, ama bir türlü ulaşamıyorduk, geldiğimiz yol kadar daha gittik ya da bize öyle geldi, sonunda belirsizliğin dünyasına, tuzakların cirit attığı bir serabın saltanatına yenik düştük derken, birden yanı başımızda, sanki dizimizin dibinde belirdi göl, önümüzdeydi, gözlerimizi ovuşturduk, gerçek mi diye, koyu, karanlık bir mavilikte, ılık bir sıvıyla karılmış, bir bulamaç, bambaşka bir gezegen gibiydi, karanlığın eşliğinde, kıvılcımlar saçıyordu, yükseklerde sönüp giden...
Ara sıra, altınsı yalımlarla parıldıyordu üstündeki gök, yine de hiç bir ışık belirtisi, hiç bir canlılık görünmüyordu, yorgunluktan düş gördüğümüzü sanıyorduk, nasıl olduysa, düşlerimizi yendik ve taş oyuklardan, kayalıklardan kıyıya indik, bir kayık bekliyordu bizi ve ateş gibi yanıp sönüyordu cumbası, kıvılcımlar sıçrıyordu,  yorgun gözlerimizin oyunu sürüyordu, ama altın gibi, bir çift küreğin varlığı kesin gibiydi, kayığa bağlı duruyordu, eğilip bükülebilen, pörsümüş plastikten, tuhaf bir alet gibiydi.  
 Bindik çaresiz, geldiğimiz yol kadar daha gittiğimizi sanıyorum, bir o kadar daha belki, kürek çektikçe bir daire çiziyor gibiydik, öyle sanıyorduk kendimizi, kaçınılmazlıkla...
 Ölmezsek iyidir dedi biri, karanlıkta, sonsuz bir boşluğun ortasında çırpınır gibi, suyun kürekle uyumundan doğan bir müziğin eşliğinde, ilerlediğimizi düşünüyorduk, düşünmenin tanrısal bir özellik olabileceğini o zaman anladık, gerçek ya da değil, düşünemediğimizde, bir hiçtik, yoktuk, gitmiyorduk, gelmiyorduk, hareket etmiyorduk ve yaşamıyorduk ne yazık ki...
 Kendimize dokunduğumuzda canlıydık, vardık ve seviniyorduk, düşünemeseydik, nasıl var olabilecektik ki, işte gölde balıklar da vardı, kayığımıza sıçrıyor, sanki bir çift kanatla uçuyor ve insanlı dünyaları özlemişler de, bizi de alın der gibi çırpınıyorlardı, belki de kaçıyorlardı kim bilir... Kayığın içine düşenler vardı, ürküsüz -altın balığını sularına verdiğimiz Teselya ırmağı gibi-, göle bırakıyorduk balıkları, belki ejderhalarda vardı, ilerde bir deniz anasının beyazlığında, parıldıyor, istemsizce yaklaşınca da bir girdaba girer gibi dalıyor, kayboluyorlardı. Aşağıda kesinlikle başka bir ülke, bilinmez bir dünya var dedim içimden ve sanki bir düş içinde,  geldiğimiz yol kadar daha gittik, belki bir o kadar dahadır ya da gölün içinde umarsızca dönüp durmuşuzdur...
 Sanıyordum ki, bir yıl, bir gün, bir saat ya da bir andan daha kısa gelen bir zamandan sonra,  anlatamayacağımız bir mutluluk, nedenini bilemeyeceğimiz bir tansıkla, kıyı göründü, daha önce açıldığımız kıyıya benzemiyordu, karanlıkta, bir duvara çarpar gibi olmuştuk ve kara su tükenmişti, belki gerçekte hiç bir yere gitmemiştik ve olduğumuz yerde bekleyerek bir kıyıya ulaştığımızı sanmıştık, gerçeğin düşle iç içe olabileceğini, dahası olduğunu o zaman anladık ve yalnızca düşlerde olur böyle şeyler dedik.
 İlerde,  harmaniler içinde iki gölge bekliyordu bizi, bir var, bir yokmuş gibi silinip, beliriyor ve sonsuzluğa kapılmış, alabildiğine yaşlanmış ruhumuzu, bir kedere boğarak, var oluşun, umutla dolup boşalan yelkenlisine bindirerek, umudumuzu besliyorlardı...
 Yavaşça yanımıza geldiler, dokunmak istediğimizde çekiliyorlardı, konuştular sonunda, bir daha geri dönemeyeceksiniz, ıtırlı bahçe uzakta, yürüyeceksiniz dediler, o an bir köpeğin hırıltıları gibi, gülebildiğine tanık oldum insanların.
 Geldiğimiz yol kadar daha gittik, küçük korulardan, çayırlardan, kuş ovalarından ve yeşil yılanla,  kartalların kanat çırptığı dağlardan geçtik, belki öyle değildir, belki de öyledir, dünyadaki korku tünellerini andırıyordu geçitler, bir takım yaratıklar elimize, omzumuza konuyor, kimi mırıltılarla, kimi de garip inlemelerle, sanki konuşup, ötüşüyordu.
Kurtuldunuz dediklerini düşünüyordum, çünkü biri sürekli boynuma sarılıyor, diğeri de elimi yalıyordu. Büyük bir çemberin içinde bulduk kendimizi, sisli ve yerlere kadar inmiş bir bulutun içinde duran ve kristal kanatlı, uçabilen bir daire gibiydi, rengi hiç düşünemeyeceğim kadar, parlak bir pembeydi, öyle gibiydi ve gerçekten parıltılar saçıyordu, bir önceki yaşamında kutsadığın alışkanlıklarını sürdürme ve katıksız karanlığın içinde düş görme peşindeyiz dedi, yanımdaki yoldaşım, doğruydu sanırım.
 Kimileri kara harmaniler içindeydi, kimisi de peçeli ve simsiyah örtüler içinde, parıldayan bir kelebek gibiydiler, bir süre sonra kentin ortasına doğru geldik, ama gittiğimiz yol kadar daha gitmişizdir belki, bizi karşılayanlar, bir okyanus gibi dalgalanan kalabalıktı, dokunmak isteyince kaçışıyorlar, küçücük bebekler, büyüklere sarılıyor, herkes ölümcül birer yaratıkmışız gibi uzak durmaya çalışıyordu, korkudan bayılanlar olduğunu görüyordum, belki ölenler de vardı.

 Kristof Kolomb değildik ki biz, tam aksine sığınmacı gibiydik, her şey gri, kül rengi bir dünyada olup bitiyordu, karanlığı ayırt edebiliyor ve sanki bir ölüm şuası yayıyor gibi de iğrenç buluyorlardı bizi,  oysa dikkatle baktığımda, bizim algılarımızda, korkuyla tanışan  kalabalığın gözleri,  tuhaf bir ışık saçıyor gibiydi. Bir an, bunların geçmişteki bir dünyada, bir ışın saldırısına uğrayan, kurbanlar olduğunu düşündüm.
 Vaktinizi almayayım, sanki içlerinden önderleri olduğunu sandığım biri geldi ve burada ölümsüzlük ve zamansızlık hüküm sürer, tasasızlık ve anlak dışı bir mutluluk egemendir, ebedi dünyamıza dedi, başka dünyalar olası mıdır diyecek oldum gerçekten; Herkes herkesin düşüncesini okuyabilir burada diye sürdürdü, sonra karantina binasını işaret ederek, -ortada bina filan yoktu- bekleyişiniz üç insan ömrü sürecek dedi.
 Geldiğimiz yol kadar daha gideceğiz dedim içimden, siyah giyitlerimizi verdiler ve bir kaplan görmüş gibi kaçışan kalabalığın arasında, dev gibi, kutupsu soğuklukta bir amfiden içeri girdik, olan biten sanal bir şeydi belki ama birlikteliğimiz gönülden. Sessiz bir müzik, üst üste akan, binlerce görsellikle, tanrının sesleriymiş duygusu veren ve sonsuzluğa yayılır gibi akan ninniler arasında, önceki dünyamızın, güneşin ayetleri, ayın ışıltısı, sonsuz ırmakları ve ürkünç metropollerini geride bırakarak, bir daha dönmemek üzere ilerledik.

 Bize üç yıl gibi gelen, sanalitik bir zamandan sonra başkalaşım gerçekleşmiş, bir değişke, bir metamorfozun sanrısında, bir Maturette, bir kelebek gibiydik artık. Triyas döneminin bir dinozoru gibi kuluçka bekleneni vermiş ve kendimizi sonsuza dek unutmuş, geçmişimizden bir şey anımsayamaz olmuştuk. Karanlık harmanilerimizin içinde mutluyduk nedense...
 Bir zaman sonra, Tacikistan'ın bozkırlarına inen metalik kuşlardan, tozun ve dumanın serabından, metropollerin tuzağından, beş kişinin daha geldiğini söylediler, gelebildiğini demek daha doğru olur!..
 Onları karşılamaya gittik, ama bugün bile dile getiremeyeceğim, korkunç bir şey oldu, onlar da bizdik. Kendimiz...
 Hayır, hayır çocuklarımızdı onlar... Bir çılgınlığa kolan vurarak ve bir hummaya sarılarak, önce söz vardı dedik ve sakınmasızca, sonra bir kayıtsızlık ve sonunda bir alışkanlıkla, o kurtarıcı mottoyu onlara da yineledik...

 Bir daha geri dönemeyeceksiniz ve karantina üç insan ömrü sürecek...
 Nasıl bir uygarlık, nasıl bir yaşamdır bu, ölümün ve öldürümün dünyasında, kıyametin dışına kaçabilenler, ne yazık ki yalnızca; Yaşayan Ölülerdi...'


37
 Küçük Lüsyen diye bir kafe barınağımız oldu, pazartesileri toplanırız, olabildiğince... O gün, bir Picasso tartışmasıdır gitti, sanat bir bütün biliyorsunuz, her türlü nevralji, anomali ve depresyonik bir iç dünyanın tutsağı olsam da, bu tartışmaların ateşli bir izleyicisi ve katılımcısı olmak isterim, keman gibi derinden inleyen, bir enstrüman yok, o tüm ateşiyle konuşur, o perdesizdir, sınırlara katlanamaz, arı yok, ahlakı yok, kuralı yok, yasası yoktur onun, onun tellerine milimetrik, onu bırakın mikronik aralıklarla basın, sesinin tümüyle değiştiğini görürsünüz, o çok seslilikte sınır tanımaz, ağlarken güler, düşünürken saçmalar, üzülürken sevinir ve konuşurken, birden susar. Susmak, en büyük erdem, düşüncenin ötesi, tanrıyı unuttuğumuz, sonsuzluğa kavuştuğumuz yer. Gerçekten sustuğumuzda cennetteyizdir...
 Susmak tüm düşlerimizi, tüm düşüncelerimizi kapsayabilir ama konuşmak bir anın çığlıklarıdır, bir zamanın düşleri, susmak zaman dışıdır, sonsuzluğun yolları, algı kapılarının ötesindeki im. Susmak tanrının ötesinde ne var demektir. Eylenim uzamı kapsar, duraksamaksa tüm zamanları, tüm geçmişi ve gelmekte olan geleceği... Bir an durup bakmak sonsuzluktur, koşmaksa limidal bir aralık... Öyleyse yalnızca düşünebilmeliyiz, düşünmeyi öğrenmeliyiz ki, kemanımızın aralıkları tanrının dili olsun. Ve susmak... Kendini düşüncenin hazzına bırakmak... 
 Ben ikinci keman olmak istemem Engels gibi, sonsuzluğun ve bir anın parçası olmak isterim, bir kimliğim olmasın isterim; ölüm ve yaşamın aynı şey olduğunu düşünen biri olarak, Odysseus olmak isterim; her şey ve hiç bir şey değil ama, sözde kibir bilisizliktir, dünyevidir bilirim.
 Hiç kimse olmak isterim ben, kemanımın arkadaşı bir bulut, algıladığım bir aralıkta, sonsuzlukta bir dost, toz yığını içindeki zerre ve neden varım, niye geldim, sorun ne gibi, çözümsüzlüklerin içinde kavrulan bir töz...
 Yaşamı bir problem olarak görmek istemem ama, işte şimdi ne diyebilirsiniz, yaşamı kendi ellerimle terk etmek isteyecek kadar, ondan bağımsız ve kendi dünyama sadık, yarattığım cennet ve cehennem, salt bana ait olsun isterim.
 Dünyamın tanrısı benim, kendi arzularım, düşlerimle gelmiş olmadığım savlanabilir ama, gelmişsem evrenimin sınırlarını çizebilmeliyim ve bir tavır değilse bile, bir kararlılık ve bir olgunun, tümüyle bir bütünü olmayı arzulayan ben, bir kimya olan ben, sırf bu nedenle, dünyamı kendi ellerimle sone erdirebilmeliyim, çünkü onun tek varlığı benim ve orada yaşam aurasının görselinde, yalnızca Vladimir Burkony olmalı, ben ve işte o var, bir gezegende yaşar ve ölümünü görebilen tek adam, ah, işte o benim.
 Gurur ve kin, onur ve kibir içinde olduğum düşünülebilir, hayır, kendi elleriyle yaşamına son vermek isteyecek birinin, kimliği yoktur, elem tapınaklarının içinde yitmiştir ve en acısı Hiçkimse'dir o, bunun ne zararı var başkalarına, düşüncelerim kendine bile ulaşmanın, kendimi bile algılamanın zorluğu içindeyken, bir nikbinlik ve acı, dahası ele gelmez, kozmik kederlerin içine, sonsuzluğun eleminde, kuşku ve tedirginliğin içinde boğulmuşken; düşüncelerimi irdelemek, yanlı bir tutum olur, yanlı olmak, insan ruhunun en korkunç hatası ve olanların tek sorumlusu, tüm acıların kaynağı, hepimizin başka bir açıdan bakması dünyamıza, ilk anda çok yerinde gibi görünebilir ama, tüm düşmanlıkların fermanı ve belgesi de budur işte, bir yakadan bakmak dünyaya, işte karmaşa, işte kaosun ölümcül feveranı ve dinmez çözümsüzlüklerin bitmeyen çılgınlığı ve dur duraksız hırçınlığı, kimse bana yanlı bakmasın, bir yakadan bakmasın, bir taraf tutmasın, dünyeviliğin acımasız koridorlarında, gözlerinde sonsuz bir dalgınlık, belinde kılıç, elinde kutsal kase ve içi kılıç suyu dolu, içi kin!.. Hiçkimse olan biri yaşamıyordur ki, beni aranıza almayın...

 Çağ, yüzyıllar, totemlerini yaratıyor, anıtlar, onların kuş pisliğiyle dolu pişmanlıkları, düşünceler yüzyılları aşıyor, savaşlar onların kanla yıkanmış haykırışları, bir kafede toplanıyoruz pazartesi günleri, çalmadığımız, genelde pek çalmadığımız tek gün, kemanını getiren oluyor ve gene bizlere çalıyor imansızlar, dinliyoruz, biz ona aşığız, yaşamı boyunca müzik dinleyebilir insan, ama konuşamaz, ağlayamaz, gülemez, başka bir şey yapamaz, ama müzik dinleyebilir. Tanrının sözlerinden, sesinden, düşüncesinden kim kaçabilir ki...
 Makarenko nedense suskunluğa katlanamaz, Küçük Lüsyen diye bir kafede buluşuyoruz demiştim, Kocamustafapaşa'da, sahibi Rum, dört yıldır buradayım, nerede ne var öğrendim, Taksim'e nasıl gidilir, İstinye, Tarabya'dan (şifa veren demekmiş) önce midir, hangi hallerde pardon denilir, kuzeyin kuzeyi neresidir (Ukrayna), sur içinde yollar neden dardır, Arnavutköy adında kaç yer vardır, işte bu Arnavutköy işi başımı belaya soktu, Laleli'den Arnavutköy'e dedim taksiye, her yerde olduğu gibi kurnazlığa yattı ve beni çalgının çenginin olmadığı, Kemerburgaz taraflarına attı adam, geldiğim yer Arnavutköy, ama işi anlayıncaya kadar matineyi kaçırdım.
 Küçük Lüsyen'e gelenler her telden insanlar, dilencilerin bile masası var, ne bileyim, bir gün biri yanıma gelip birden avucunu açınca, şaşırdım, kimsin sen dedim, dilenciyim üstat dedi, kurnazlık bazen işe yarar, cumartesi günü Gar gazinosuna gel, davetlisin dedim, romanlara eşlik edeceğiz; boşluğa bakar gibi baktı ve gitti, kalbini kazanamadım ama, bir davet almak hoşuna gitmiştir sanırım, hırs, hınç hayata yenilebilir, dilenciler herkesten daha hırslı insanlar gibi gelir bana ve her zaman büyük oynarlar, yenilginin en büyüğü alçalmak değildir, yapılamayacak en son şeyi yapmaktır, insanlar bunun için dilencilere, gizli bir hayranlık duyarlar, çünkü yenilenler ya yok olurlar, ya rezil olurlar, dilencilik rezillik gibi gelebilir ama, rezilliğin vezirliğidir o, düşkünlüğün en kötüsü, artık dilenme gücünden bile yoksun olmaktır, bu bakımdan dilenciler kurnazdır, yaşamda en kötü şey utancını saklayamamak değil -ki dilenci bundan çekinmez-, saklamaktır, utancını saklayanlar, toplum içine çıkamaz, dilenemez ve görünmez olurlar, yaşarken ölürler.
 Dilencilik engin bir evrende, utanç verici olabilir ama, utanç verici olan o kadar çok şey var ki gerçekte, anlatmakla bitmez ve dilencilik bir iş koludur gerçekte ve yapılabilir denemez ama meşru bir seks işçiliği ya da borsa tacirliği, etik olarak ondan aşağı değildir, kalmaz da ama kimse anlamaz, anlamak istemez, yarın kenevir yetiştiriciliği, ahlaksızlığın baş tacı ilan edilsin, dilenciliğin statüsü ondan önde sayılabilir, dünya böyledir.

 Makarenko, sanattan filan söz ediyordu, bizim arkadaşlar konservatuarda okumuşlar, her şeyi biliyorlar deyim yerindeyse, burada güzel sanatları bitirenleri de var aralarında, onlar yerli, cin gibi insanlar, çok severim, paylaşımcı ve zorda kalsam, inanın yatağını sırtlayıp, adını burada öğrendiğim ve -sefer tasında- yemeğimi getirecek kadar, cefakar insanlar, onlar bize gelse, mahcup olacağım korkusu da veriyorlar bana, o kadar iyiler, ama belki de yüzüklerin kardeşliğidir bu, aynı sanat erbabı, aynı yolun yolcusu, ikiz dünyalarımızın çöpçatanlığı belki de bu... 
 Picasso'yu yerden yere vurdular vulger ağızla, yarı argo, övgü ve sövgünün dallı budaklı karmaşasıyla, o kadar ileri gittiler ki, düşünsel uçurumların kıyısında otlayan, bir potburi oldu bu, ölmekten söz eden ben giderek, yine arkadaşlarımdan öğrendiğim Arap Saçı deyimiyle, konuya gireyim, ölümünü gören adam olmak isterim evet ama, Picasso tartışması da, renk çorbasının kararttığı yaşamımızın, eften püften sayılamayacak bir süsü olsun isterim yine de, hayatın içinde olmayı arzulamak, onsuz yapamamak değildir...
 Konuşurken, birinin dili sürçtü Pisarro dedi, hemen düzelttiler, değildi çünkü, mağara devri çizgilerinin daha primitif ama renge bulandığı için, romaneskleşmiş, niteliksiz versiyonlarıydı tartıştıkları resim, idiot havası vardı resimde, ah unuttum, Lüsyen'in duvarında asılıydı o, çocukların kendileri kadar düşünemeyeceği, bir yetkeleri, yetenekleri olamayacağına inanmış bir toplumun, çocuklardan beklediği çizgiler gibiydi resim.
 Picasso ucuz bir ressam dedi acımadan Mikail, daha neredensin kimsin diye hiç sormadığım biri, Max Ernst batının en iyi ressamı belki de dedi, -bende derim bunu-, ayrıca batı soyutu bilmiyor nedense, paragöz, barbar, duygudan yoksun, hipergerçekci insan yığınları...
 Uygarlığın öncüsüymüş, deve kervanının önünde de bir öncü var. Picasso'yu eleştirmeye korkuyor sanat severler, güçlendirilmiş, yaldızlarla süslü, gotik bir çerçevenin içindeki resim, herkesi ürkütür, onların bir gücün sanatıyla meşgul oldukları, açıkça belli, yerden yere vurulamayan hiç bir şey gerçek değildir, sanalitik bir şeydir, varsayımın varsayımı, o zaman -her şey- algı kapılarının bir oyununa dönüşmüyor mu...
 Picasso'yu ne zaman görsem iğreniyorum, bir tane soyut resmi yok, aç gözlü ve orta yetenekte bir popman. Tiksindirici bir çerçeve tüccarı. Tavşan Ülkesi'nde, içler acısı bir savaşta -yalnızca bir adet- kocaman, kol gibi uzanan bir fötrün çevresinde boğuşan, kuklalar yapabilmiş bir mizantrop. Oportünist ve ruhsuz bir homopoint. Ressam değil, kalpazan!.. Ama bayağı kızgındı adam... Bu durumdakilere, sen evden kovularak çıkmışsın derlerdi bizde!..
 Picasso öyle kurnaz bir Westman ki, Einstein'ın rölativite teorisi dünyayı sarsınca, anında rölativiteyi tuvale taşıdı, hazırcılık ya da kurnazlık derler buna, us ürünü bir tutum değil, teoremi basitçe ve iki boyutlu olarak çizdi üstelik, üç boyut tuvale nasıl sığsın ki, ikiyi, üç gibi gösterdi gözbağcı. Picasso, rölativiteden, Einstein'den daha çok yararlandı, o bazı açılardan yanıldığını kabul etti, üzüldü, ama Picasso sürgit kazandı, faşizan ama etkileyici bakışları olan bir borsacı, aç gözlü bir komisyoncu gibi... Picasso bir hayat adamıdır, ürkütücü ve işinde son derece başarılı bir maskeli haydut, asık yüzlü palyaço!..
 Bugün Picasso'yu yerin dibine batırma günü, aynı benim düşüncemde belki ama bu adamın kişisel problemleri var bence...
 Bu resmin altına oturduğunuz apartmanın merdivenlerini silen, suratı çilli, sizi her gördüğünde kenara çekilip yol veren, Suzi'nin adını yazın, şunu düşünürsünüz, -konuşan Yorgi, aramıza yeni katıldı, sırf Mikail'e ters düşmemek için, inanın bence çekindiğinden, benzeri düşünceler üretti, ne de olsa yurtsamadan mustarip, ama yine de ileri geri konuşmayı bilen biriymiş- neden merdivenleri silmeyi iş edinen biri anlaşılıyor!.. Picasso insanları çocuk yerine koyup, kendini dahi zanneden biri, çünkü çocukların alfabesindeki objeler gibi, nesneleri alabildiğine abartıyor ve neredeyse gözünüze sokuyor, sanki siz otistsiniz ve size kepçeyi, sürahiyi, mumluğu öğretiyor, insanlık bu basite indirgemelerden bıktı, yaşam son derece karmaşık ve barbarca sürüp giden bir anomali, o pek çok ressam gibi yaşamı, bu bardak, bu limonata, bu pipo gibi görmek istiyor, onun için geçimsiz ve sevdiklerine karşı kindarca davranan biri... Karşı cinse diye düzeltti Makarenko... Sonuç şu dedi Yorgi, çağımızda sanatçı düşünsel sınırlarımız içindeki bir görüngüyü resmediyorsa o bir Şarlotandır artık!.. Aynen böyle dedi, sanatçı olanı değil, olmaması gerekeni resmetmeyi öğrenmelidir, Hieronymus Bosch olmaması gerekeni resmetti -içimden Ortodokslar iyi bilir bu işleri dedim-,  büyük ressam gerçekten ve hala bir peygamber!.. Yalvaç diye düzeltti Mikail suratını asarak, peygamber onda girişi çıkışı pek olmayan, dokunulmaz bir alan gibi... Picasso'nun çağında olmaması gereken her şey vardı, örneğin bu Şarlotan, Hiroşima için bir soyutlama yapmaya dahi girişmedi, sanatçılar günümüzde endüstriyel nihilizmin soytarısı ve tüketime özendirilmiş kölecil bir dünyanın, maskeli haydutları ve bir ahlaksızlar silsilesidir ki -neler olacak diye bekliyorum, yineliyorumdur belki, Saura'nın Av diye bir filmini anımsıyorum ben, dört arkadaş sonunda birbirini öldürür-,  sanat çağımızda işlevi ıskartaya çıkmış, sıradan bir şeydir artık.

 Sürdürüyor adam, söz hakkını pek kullanamamışlar, birden coşkuya kapılırlar... Picasso bu konuda öncü bir figürdür, sanıldığının aksine, Dali onun kadar fütursuz değildir, Dali'yi severim, o sanatın bir işgüzarlık ve bir işbirliğinin, göğün renkleriyle aldatıya dönüşen bir gözbağcılık olduğunu bilir ve ben bir $ fetişistiyim diye açıkça çığlık atıyor ve içtenlikle günahlarının bağışlanmasını diliyordu o...
 Picasso katıksız bir düzenbaz olarak gelip geçti dünyamızdan -inandırıcılığını giderek yitiriyor adam- ama konumunu açıkça belirtebilecek kadar dürüst ve işi maskeli balolara, palyaçoyla dolu karnavallara döndürecek kadar ileri giden Dali ise, hepimizin nefret ettiği bir Mesih'ti... Mikail, iyi atıyorsun dedi. Bitirmedi Yorgi, insanlık, başlangıçta bütün Mesihlerden nefret eder, düşmanlık besler, ama sonrasında onu içselleştirir ve benimser... Mesihlik içselleştirildiği anda büyüsünü yitirir ve Jesus gibi, bütün Mesihler birer objeye dönüşür artık. Picasso sıradan bir ressam olarak anılacak ilerde, Dali ise zamanının gerçek muhalifi ve düzenle alay eden bir entelektüel eşkıya olarak, tarih yapraklarındaki yerini alacaktır -retorik meraklısı bu adam- ve Dali devrimci, anarşist ve hiperoportünist bir deha olarak, şunu bilin ki tanrının elçisidir aynı zamanda...
 Picasso ise korkak ve gönüllere hitap eden, sıradan ve açık toplum kuyrukçusu bir Şarlotan olarak, hümanist dindarlığın, imansız bir köpeğidir. Bu noktada herkes bir şey söylemek ister gibi sandalyesinde titredi ama kimseye fırsat tanımadan, kafede hiç tanımadığım biri söze karıştı, resimden herkes anlarmış gibi, ama anlıyorlar, inanın anlıyorlar, garip bir şey ama dediğim gibi, Picasso'nun bugün, kabul günü!..
 Komplike bir resim bu dedi adam, bazı resimler uzaktan yanıltıcı görünür, bilim kurgu ya da fantastikmiş gibi -ah, ah, girizgah delicesine, uçuk biri-, Picasso çağının bütün olasılıklarını tuvale taşıyan, kurnaz diyemem ama iş bilir bir ressam, o her şey ve hiçbir şeydir. Bu resimde portrenin başında miğfer var gibi ve yana düştüğü için militarizmi aşağılıyor izlenimi vermekte ve önden sarkan mengene ya da kargaburun -kerpeten demek istiyor- biçimindeki metalik eşya, bu görüşü pekiştiriyor.
 Yuvarlak, resimde duygusuzluk yaratır, çünkü yuvarlak kusursuzluğu çağrıştırır ama sanat yıpratıcı olmalıdır, portrenin yüzü yuvarlak, bu resmi basitleştiriyor, ama bize göre sol omuzdaki amorf yuvarlak, bu anlamın azalmasına yol açıyor ve dengeyi kurarak, basitlik duygusunu siliyor gibi, ama bu da tehlike yaratıyor, resmin bütünü amorf dairenin yapısına uygun değil, tüm çizimler düzgün doğrusal ama yalnızca o primitif, engebeli bir daire, gene de bir senteze giden ve resmin öğelerinin birbirini tamamlamasında ki işlevini yerine getiren bir sihir artık. Tılsım dedi Mikail, o sözcüğe bayılırmış gibi...
 Adsız kahraman aynı hızla konuşmayı sürdürüyor, resme uzaktan bakıldığında elde duran kukla, bir gerilim yaratıyor ve bilim kurgu havası veriyor, oysa basit bir kukla, oyuncak, yakından bakıldığında bu resim etkisini hemen yitirir, çünkü izleyiciyi bir düş kırıklığı bekliyor. Gözlerin tuhaf biçimde yakınlaşması, yakın olması heyecan veriyor, ama masum ve keskin olmayan, yuvarlağımsı yüz -Mona Lisa sendromu bu dedi adam, ressamdır sanırım- yine dengeyi sağlıyor -geneli, yineli  sentaks biri- ve resimdeki anlam bütünlüğünün, karmaşık duygularla anlatımına yol açıyor, izleyici olan, bizler, karmaşık duygulara sürükleniyor böylelikle ve resim anlam kazanıyor, basit dokuncalarla...
 Bıkmadı... Picasso basitlikle karmaşa yaratılabileceğini gösteren, başarılı bir ressam, ondan öğrenilecek şeyler var elbette, resim sanatı açısından. Sorun şu ama, sanat açısından Picasso bir eşiktir evet, yalnızca resim sanatı için böyledir bu ama, bugün Picasso güçlü, çağının biriciklerinin önünde geliyor, işte tehlike burada, sanatçı yalnızca yönetmen, yalnızca ressam, yalnızca müzisyen olarak anılıyorsa, o büyük bir sanatçı değildir. Picasso resim sanatı açısından örnek alınacak biri, başka nedir peki, hiç... Çünkü o yalnızca ressam olarak algılanıyor. Örneğin Tarkovski yalnızca yönetmen değildir, o sinemanın ruhunu değiştirmiştir, Picasso resme yeni bir biçim kazandırmıştır, ama resmin ruhunu değiştirebilen, Bosch gibi ressamlardır, belki Malevich'de öyledir, bu ne demektir, resim aracılığıyla yaratılan başka bir algı ve o güne dek düşünülemeyen bir ruh dünyasının kapıları...

 Picasso'nun zaafı şudur, sıradan evlerde, izbe kafelerde -Lüsyen'in sahibi ne der ki bu adama- belki bir Picasso portresiyle, resmiyle karşılaşabilirsiniz, ama ibre, daha doğrusu kalibre yükseldikçe, Picasso aşağılara doğru iniş gösterecektir, çünkü Picasso, basit ve kolaycı görünümden kurtulamamış bir ressamdır, o Dali gibi özbeninin çılgınlıklarını tuvale yansıtabilen, bir anomali, densiz, dengesiz bir ruh değildir ki...
 Onun ruhu tuvallere yansımadı, hiç sızmadı ne yazık ki, resmiyle arasında boşluk vardır onun, bunu anlamak zor değil, inceleyin bakın, o bir çizgi ve renk ressamıdır, bir ruhun ressamı değildir, dolayısıyla Picasso'nun popülerliği, sanat açısından, ne kadar öncü ve çekici görünürse görünsün, o salt resim sanatının ilginç, algı sınırlarının efendisi, öngörülebilir bir versiyonu olarak kalacaktır, ama Dali öyle midir, Dali öngörülemezdir, -öf be- Kandinsky, tıpkı Picasso gibi bir yöntemle, virütik çağın sayrılıklarının; ilaç ve aşısı bulunmasıyla mikropları, bakterileri, kırbaç gibi kıvranmakta hüner sahibi zigotları, gametleri, amipleri, vantuzlu şeyleri tuvale taşıyarak, bir algı illüzyonu yarattı ve ressam olmayı başardı, ama kızmayın bunların ikisi de düş gücü olan ressamlar değildir, Dali öyledir, Ernst öyledir, söz gelimi Malevich öyledir ama mikrodalga ışınlarını tuvale taşıyan Van Gogh gibi bir düşünce yetisi ve kurnazlıkla resim yapmayı başarmışlardır, öyle demeyin resim yapmadan, yapamadan ressam olarak kabul gören nice sanatçı vardır. 
Onların çağında, tifo, tifüs, kuşpalazı gibi insanlığın kırımına yol açan, dizanterik şeyler ve savaşlardan fazla kayıp veren sayrılıklar yenildi ve bu büyük başarıyı tuvale taşıyan Kandinsky, popüler bir ressam olmayı başardı ama oda Picasso gibi kendi ruhunu katmayı başaramadı resimlerine, bir görsellik onunki, biçimsel fantezi, dünyayı sarsan rölativite kuramını amansızca kullanan Picasso neyse, bakteri ve viral çağın sansasyonel başarılarını, mikropların yiten saltanatını tuvale taşıyan Kandinsky de odur.  İkisi de anlaşılır bir ressamdır ve sıradanlığın duvarlarını süsleyebilirler. Çünkü algı dışı ve şaşırtıcı bir ruhun görseli olmaktan uzaktırlar ama bir ölçüde ilgi çekebilirler, yığınsal ama nitel olmayan...
 Sanatçı biçimde, yenilikçi ama ruhta yineleyici konumda kalıyorsa sanatçı değil; tarihin akışında sürüklenen bir çığırtkandır, yeni bir ruh ya da ruhunun açmazlarını büyük bir özveriyle tuvale yansıtan insanlar, büyük sanatçı olabilirler. Tarkovski, Malevich, toplumun bir işgüzar olarak algıladığı Dali -çağını yadsıyan büyük bir sanatçıdır, gerçekten ressam, ama ona bende düşmanım, çünkü huzursuzluk veriyor!- ve fütürist, gelecekçi Max Ernst büyük sanatçılardır, ama insanlık gerçekten bir büyüklük arıyor ya da büyük bir atılım bekliyorsa kendinden, büyük sanatçı kavramını sözlüklerden çıkarmalıdır. Kurtarıcılardan kurtulmak gibi bir zorluktan başka hiç bir aşamaya yol açmıyor, hiç bir şeyle sonlanmıyor bu tür gelişmeler. Beklentiler ve düşünceler hep birbirine benziyor ama yolların nerede ayrıldığını, sanırım tanrı da bilemiyor...
 Adamlar elegant, bilirkişi olmuşlar dayanamadım dedim ki, Ibrahim Pasa sarayında biz Picasso'nun sergisine gitmiştik, o günkü düşüncelerle hangileri örtüşüyor bilemem ama, eklemek istediğim şeyler var, Picasso kitlelerin nazarında toplumcu bir ressam bilinir, hangi ölçüde olursa olsun ama gerçekte o faşizan bir ressamdır, bir yanılsamayla toplumun içkinleştirdiği veya benimsediği sayısız yanlışlar var, yanlış olsa iyi omurga kırıklarıdır bunlar ve yüzyıllar bazen öyle geçer, Katullus'un çok sonraları bir şair olarak ortaya çıkması gibi veya Ayvazovski'nin tanındığı bir resim dünyasında Caravaggio'nun pek sonra ressam olduğunun anlaşılması gibi, benzeri sayısız olay var tarihte, her şey bir algı oyunu sonuçta, figüratif resimler yapan hatta portreci sayabileceğimiz Picasso, resim sanatına hiç bir yenilik kazandırmamıştır gerçekte, onun yavanlıkla yürüttüğü rölativiteyi Einstein'dan kopyalayıp, resmine monte etmesi bir yenilik değil, biçimsel bir yararlanmadır, öze ilişkin hiç bir gerçellik yoksa sanatta, yerinde sayan bir şeylerin varlığını kabul etmeliyiz, o bu anlamda salt klişelere dönüştüğü için, biçim noktasında duraksayıp bir adım bile ileri gidemediği için, avangart ilerici bir ressam olmak şöyle dursun, tutucu bir ressam sayılmalıdır artık, özel yaşamına da yansımıştır bu kimliği zaten... Dali kralcı, statüko yanlısı ve dindar bilinir Picasso'nun aksine, oysa sürrealist olması onu bir yenilikçi -postmodern- modern ötesi olmakla, gerçek toplumcu Dali sayılmalıdır, toplumculuk, toplum doktorluğu değildir, toplumu hastalık bulaştıracak tehlikeleri de olsa, onu bir yeniliğe, kendini terke ve yeni bir dünyanın arayışına zorlamaktır onu, ama bu karşı koymak bile işbirliği sayılabilir mottosunun dışına çıkmakla olabilir, versiyonlar geliştirmekle değil, üstelik sanat aracılığıyla bunu gerçekleştirmek, önermek kolaydır, Ernst'in resimleri daha önce görülmüş bir şey değildir, oysa Picasso mağara duvarlarının yinelenişidir. Bu yüzden gerçek toplumcu, devrimci ve gelecekçi Ernst'in kendisidir. Sanat tarihi de bu yanlışlar ve algı bozumlarıyla doludur, yerelliğin, statükonun saltanatı ne der, ne söylerse o olur çağında,  Dali'de  ayrıca bir yenilikçi, estet bir fütürist olmakla toplumcu yanını pekiştirir de, bir tasımla Dali toplumcu sayılsaydı, kapitalin dünyası bir oyuna başvurmasaydı eğer, bir portreci, figüratif bir ressam olan Picasso'nun uygarlığımızın hızını kesen, işlevselliği bir yana atılacak ve milyonlarca Havva yavrusu, Dali'nin sürreal, merkantilist -makineleşen- ve uzay çağının sempatizanı olarak, kim bilir Mars'a çoktan yerleşmiş olacaktık, gülünç, çünkü Picassolar bu düşlerin, ham hayal ve bir saçmalık olarak, zamanla güdükleşen bir düş oyunu olarak kalması için, bir gözbağcı, -gözboyacı- olarak zaten tarih sahnesinde yerlerini alırlar ama herkesler bilmezlikten gelir diyeyim, gülünç!..
 Böyle olsaydı ve uygarlığımız, onun yapılanması hızlanabilseydi eğer, savaşlar ortadan kalkabilirdi, yanılıyor olabilirim ama böyle bir şey nasılsa gerçek olacak ve Castro gibi, tarih beni haklı bulacaktır mı diyeyim. İsa'nın dikenli tacı, nasıl Newyork Zafer Anıtı'na geçiş yaparak, varlığını sürdürüyorsa, Dali'nin işlevsel yanı da bir gün, bir yerde ortaya çıkabilecektir. Dünya toplumu ehliyet alırken başımıza gelenler gibi yönetiliyordur, hız yapıyorsunuzdur ama, fren daima birilerinin elindedir.
Biz bu Picasso'yu bitiremeyiz, herkes hayran ona ama herkeste düşman...
Herkes aynı yaklaşımla Picasso'yu eleştirince, karınca kararınca ve nedenini bilemeyeceğim bir kinle, tek kişi konuşur gibi oldu, çünkü olumsuzluk, negativitenin bilinmeyenleri o kadar çoktur ki, mıknatıs gibidir, yaklaştırırsanız her şeyi çeker, her şey bir kutuplaşmanın kurbanı olarak birbirine benzer, ama temel neden, can alıcı gerekçe hangisidir acaba!.. Belki de sırf benim aktarıyor olmam yüzündendir bir biçimlik, aynı şeyleri yineliyor gibi görünmekliğimiz; böyle bir izlenime yol açıyordur kim bilir... Büyülü kindarlığın özünün ve bu sihrin nerede oluştuğunun naturası bilinemez, belirsizlik ilkesi gibidir her şey diye bitirelim ki, yaşamın içinde kalabilelim ve kendi sınırlarımızın çarlığını sürdürelim. Şu dünyada, yineleme olmayan; Göğün altında yeni bir şey yoktur, yinelemesidir.
 Gözlerimin içine bakarak sürünelim dedi Makarenko, içimden geçeni duymuş gibi, bu adam benim sanki ruh ikizim. Ben anlatılanlardan yorgun düştüm, uyuyakalmışım, Makarenko kalk dedi, uyuklama Üsküdar'dan çağırıyorlarmış,  -pek duymamıştım bu semti, bir kere dolaşmıştık sanırım, unuttum, söylemek anımsamaktır işte, ama Katibim diye güzel bir şarkısı varmış, kemana çok uygun- uykum birden açıldı, keman benim gerçek yurdum, suyunu içtiğim, havasını soluduğum, resim, edebiyat, güzel sanatlar bir bütünlük, hep söylerim, birini bilen, ötekini de bilmeli ama insan, yalnızca şarkısını söylemeli yaşamında, oda ne diyorsanız; Havva'nın şarkısını, en iyi söyleyebileceği şarkıyı!..



38
'Günler gitgide kısalıyor, Yağmurlar başlamak üzre. Kapım ardına kadar açık bekledi seni. Niye böyle geç kaldın? Soframda yeşil biber, tuz, ekmek.  Testimde sana sakladığım şarabı, İçtim yarıya kadar bir başıma, Seni bekleyerek. Niye böyle geç kaldın? Fakat işte ballı meyveler, Dallarında olgun, diri duruyor. Koparılmadan düşeceklerdi toprağa, Biraz daha gecikseydin eğer...'
 Şiir ruhları birleştirir. Hep söylerim, bisikletli Maria'yı çok severim, ebedi dostum, ona bu şiiri okumak isterdim, insan yaşamının üçte birinden çoğu uykuda geçiyormuş, üçte biri severek ya da sevmeyerek, bir işte çalışarak geçti diyelim, geriye son üçte biri kalıyor yaşamın, zorunlu şeyler var, yemek, tuvalet egzistansiyalizmi, yürümek ya da geride kalan işleri yapmak ya da yardımcı olmak, bize kalan zaman ne kadar acaba, söylemek istediğim şu, bizler yaşamıyoruz gerçekte, yaşamın dayattığı zorunlukları, alışkanlıkları ve seçmelide olsa gereklilikleri yerine getiren birer haşereyiz, uzaysıl belki ama gerçekte yerel bir böcek...
 Zorunluklardan doğmayan şeyler için kavga eden, savaşan, ölüp öldüren bir yaratık daha var mı acaba evrende, ne için uğraşır, savaşır ve bireyler ya da ordular çatışır, birbirine girer anlamıyorum, bu tip sanılar söz konusu olunca, anlamakta istemiyorum diye bir ek yapardı Maria...  Bireyin yaşamı için, zorunlu gereksinimleri elde ettiğini düşünelim, peki savaş ya da atların yarışı neden sürer hala, çok ilginç ve yüzyıllarca tartışsak sonlandıramayacağımız bir konu, statü için mi savaşıyoruz biz, hemcinslerimizden daha iyi olanaklar elde etmek için mi, daha uzun boylu olabilmek için mi, obezite rekorunu elimizden kaptırmamak için mi... Mantıklı ya da değil savaşlarımızın ve öldürücü uğraşlarımızın, bizi ilkel yaratık olmaktan alıkoymayan birer alışkanlıklarımız olduğunu ileri sürebilmeliyiz artık...
İleri sürüyoruz ama bizi şaşırtan korkunç şeyler var, teori ve pratik... Şuna tanık oluyoruz genelde, insanların tümü güzel konuşuyor, doğru konuşuyor, içten konuşuyor... Bilgi, ayırtkanlık, ermiş olmaklık göreceli, nedir bilgi, bilecenlik...  Binlerce yapay çiçek arasında, aşığına burada bir adet gerçek çiçek var bul bakalım diyen prensesin sorusuna yanıt vermek mi, pencereyi açan aşığın, arıların konduğu çiçeğe, işte bu demesi mi, oysa sorunun belki de yüzlerce yanıtı var, ey bir tanem, güzeller güzelim, binlerce çiçek arasında, tek gerçek çiçek sensin demek mi ya da rüzgara tutmak veya çiçeğin solmasını beklemek yahut keskin kokusunu alabilmek, tersinirlikle biricik çiçeğim, bir çiçeği ancak bir çiçek tanıyabilir demek mi, evet birbirimizi bilisizlikle suçluyoruz biz, ama onun tanımını yapabilmiş değiliz henüz...
 Bir tarih bilimcisi, kitleleri bilmezlik ve yanılgıların cennetinde avunmakla suçlayabiliyor, oysa İdris peygamber terzilikten başka ne bilir, bir kitabı yok, belki kavminin bir aracısı, iyilik elçisidir, bir kasabın, kendi alanında ahkam kesen bir tarihçinin bildiğini bilmek gibi bir zorunluluğu yok ki, kasaplığın ilkel çağlardan kalan, bir gereksinirlikten doğan, vahşi bir meslek olduğunu ileri sürseler, o kendini savunabilir belki ama gerçeklik payı, yine varsa da, kasaplığı en iyi yine kasap bilebilir, kaçınılmazlıkla bu bir bilgidir, öyleyse tarih dersinin uzmanına sormak gerekir, Çaykovski senin kadar tarih bilebilir miydi, hiç sanmıyorum, öyle ki bir öğretim görevlisine, beni ilgilendirmeyen şeyler  diye çıkışan, nice insan gördüm ben, ekabir cinsinden...
 Bilgi iki kanala açılıyor doğrusu, bir bilgiçlik, ham taşıyıcı, iki, onu bir yarara, seviye, sevgiye ve bir enginliğe dönüştürüp, tanrısal kata taşıyarak, insan olma yolunda bir aydınlanmaya yol açan. Bildikçe bilisizliğimizin arttığı bir yolculukta, ara duraklarda suçlayıcı olmak, bilisizliğin eşiğinde direnmek, başlangıçtaki kovuktan, oradan çıkmamaktır, logaritma korkağıyım ben, benim için saçma sapan; x, y ile bölünürken, z neden ortaya çıkar, hiç bir zaman anlamam, şiir matematikmiş, yalan, şiir sezgidir ve bilisizce yazılır, mankurt halleri inanın, transa geçer gibi, primitif bir coşku, ayı ilk kez görmek gibi, bir tansıma hali, ama bu yasa mıdır, hayır, düşünmesini bilen, onu ölçüp biçerek de yazabilir, şiir dünya halleri gibidir, sonsuz, çarpı ölümlü beden, eşittir şiir, tümü bunun gibidir. Şiir benim konfor alanım, okurum dinlenirim, yazmaya kalkarım, orgazmımdır, bedensel bir dış atım, safralardan kurtulmak, şiir sonuçta, tanrısallaşmanın bezdirici bir yolu, sonsuzluğun sonu... Bakın işte bir şiir, 'Zavrak yıldızı göründüğünde, Onların göğüs kafesinde dolaşan, Bir hayalet olmaklığımı düşündüm uzun süre,  Zühre geldi, gözkapaklarımı okşayıp öptü / Nicedir kördüm yeryüzünde!..'  Şiiri Şostakoviç gibi hızlıda yazabilirsiniz, Beethoven gibi asabi ya da saldırganda olabilirsiniz, Mozart gibi neşeli ya da Bach gibi derinlere, düşünceye de dalabilirsiniz...
 Siz renklere bulanmış bir resme bayılabilirsiniz, oysa doğayı taklit etmek neye yarar, renklerin sonsuzluğunda yiteceğizdir nasıl olsa, doğa sonsuzca, değişkenlikle üretir, her ikindi güneşi sızan tozlu ışıkların gölgesinde, tanrısal oyunlar ve renklerle birleşir, insansa oluşturur, taklit eder, doğaya yetişebilir ama onu -ola ki- geçtiğinde, anlamsızlığa sürüklenir, gelişim zeminden kopamaz, zamanın ve uzamın esiridir, aurasından -ortamdan-, atmosferinden uzaklaşan yaratıcılık, boşluğun süsü, belki anlamsızlığın yoklukla yükselen, sürüklenen hiçleyici bir karesi, kaidesidir ve gerçekte etkileyim açısından hiç bir şeydir ne yazık ki, sonsuz soyutlama, mikronik somutun, maddenin başlangıcının uzantısı olmak zorundadır, hiçliği kandırabiliriz belki ama hiçliğin ötesini tasarlayamayız; biz rengi doğadan öğrenmişizdir, başlı başına bir renk denizi,  bir anlam taşıyamaz, bir renk görseli, bizi bir yere ulaştıramaz, ona aldanmak, rengin tuzağına düşerek, var olanı yineleyerek, bir mimesisle, omurganın flütüne binip yitip gitmektir, öyleyse resim, sanat gerçekte, saltık düşüncedir, bize bir düşünce yükleyen, bir düşüncenin üretimine, açmazına sürükleyen, başına ve sonuna ya da bir exodusa varan bir şey ancak resim veya sanat olabilir... 
 Bilisizlikle suçlamak, insani sayabileceğimiz, bildiğimizi genişletme çabası gibi bir amaçlanımla ters orantılı; bilginin ötesinde durmak, dışında yer almak, onu mülkiyetin bir parçası gibi görmeye çalışmaktır, oysa onun paylaştıkça çoğalan tek şey olduğunu ileri sürüyorlar, belki düşünmekte gerekir, suçlamak; bilgiyi yararsızlaştırmak ve işlevsizliğin koridorlarında kanat çırparak, karanlıkta koşuşturmaktır.
 Bizler aşağılayabileceğimiz türden insanları -bunlar sınıfsal ayrıcalıklar veya eğitim, donanım gibi farklılıklardan ileri sürülebilecek formasyonların bireyleri- bilisizlikle suçlayabilen aciz yaratıklarız ve onlarla türdeş aziz yaratıklar... Konusunda başarılı bir Nureyev'i bilisizlikle suçlamaya yeltenecek bir aydın ya da entelektüel düşünemiyorum, konu oldukça uzun, bir doyuta bir sonuca ulaşmamız zor, bilisizlik, uygarlığımızın ürettiği görgüsüzlüklerimizin, kullanım alanı olduğunda, buna elveren olanaklar ve ortamlar bulduğumuzda, silaha dönüşebilen bir suçlama, bir manik epizot... Bir toplum, başka bir topluma göre çağdaş sayılmakta zorlayıcı koşullarda yaşıyor olabilir, doğrudur ama hiç bir aydın şunu düşünmüyor, çağdaş sayılamayacak bir toplumun aydını da bilisizlik de, çağdaş topluma göre kendi toplumunun bilisizi olmuyor mu, geride kalan bir toplumun aydını da gericidir kısacası, doğanın yasası gereğince, içinden çıktığın toplumun naturası, kırılmamış aynasısın sen olsa olsa, diyesim sizi bilisizlikle suçlayan, görecelilikle, gelişmiş bir toplumun bilisizi konumunda olmak zorunda, ama bunu kabullenebilecek bir -flaneuru- tarih, henüz sayfalarına kabul edebilmiş değil, alçaklığın evrensel tarihi yazılabilmiş olsaydı, suçlananların masum, suçlayanlarında belki de birer öldürücü, hadi onların katından konuşmayalım, birer günahkar olduğunu görebilirdik...
 Neden, uygarlığımızın yazılı olmayan anayasası var, bir dilim ekmek çalan kodesi boylar, ekmek fabrikasının patronunun, arsenik karıştırdığı anlaşılırsa hamura, inceleme aylar sürer, dışardan yargılama devam eder ve eğer yeni bir seçime kadar bekleyebilirse dava, ya uzlaşma olur, ya dosya kapanır ya da düşer. 'Çünkü arseniğin bir damlası gençlik aşısıdır ve ilahi bir gerekçe mutlak bulunacaktır'. Bu konuda zorlayıcı ve kanıtlayıcı örnek aramaya gerek yoktur, dünyamız paranın, diğer deyimle sermayenin biçimlendirdiği bir uygarlığın ürünüdür, yüzyıllardır böyledir bu, değişim, takas, trampa, faiz, komisyon, alım, satım, ekonomik tüm deyimler ve göstergeler, ölülerin üzerinde yükselen gökdelenlerdir. Görkem; tozlaşan et ve kemiğin, renk verdiği metropollere yakıştırdığımız bir soyutlama ve bir aldatıdır.
 O denli umutsuzum ki bu konuda, dilim dönmüyor artık benim, kemanıma sığınmaktan, sarılmaktan başka bir umarım yok, gerekirse Mozart gibi ölür giderim demekten başka, bir silahımda yok, okunakların ekonomik sayfaları hiç kimsenin anlamadığı sözcüklerle dolu, hukuk tüm dünyada bir üst dilin anlaşılmaz ve söylemesi güç organelleriyle dolu, mühendislik dil içinde yabancı bir dil, bir gramer ve tıp; et ve kemiğin sahipleri tarafından, bilinmeyen granülü... İnanın ki kitlelere, müzikle eğlenin, edebiyatla beyin jimnastiği yapın, şiirle felsefi düşlere kapılın, sinemayla oyalanın, resimle böbürlenmenin yollarını arayın, mimarinin perileriyle oynaşın ama 'Güzel sanatların bir dalı olarak cinayet'e karışmayın  diye oyuncaklar verilmiş, sunulmuş diyen de çıkabilir, De Quincey sevinebilir... Kibir aşağılarda yeşerir, ortalarda boy atar, yukarılarda can alır, peki özümle çelişerek kemanımı aşağılayacak mıyım ben, hayır, bunlar ayrılmış ve varoluşun kolları, ahtapot gibi bir güce dönüşen bir cinin kolları, bu alanları kimliksiz ahaliye bırakmış, paranın ve emtianın saltanatını ise ayırarak, sırça köşklere, dikenli tellerle çevrili villalara, malikanelere, göz alan; mücevherlerin saklandığı, uçsuz bucaksız düzlüklere ve güneşe dek yükselen gökdelenlere bırakmış. Ayağınızı yerden kesen her şeyin adı para, güç ve erkinlik; tanınanlara tanınmış ayrıcalıklar daha doğrusu!..
 Dünya neden böyle bir anlayışın yolunu tutar ve insanlar neden zorlukların içinde kıvranırken, nüfusun yüzde kaçı, paranın yüzde doksanını, yüzde doksanı da yüzde kaçını denetler, şöyle düşünelim, sağlığımız yerindeyse, bunları dert etmeyen bir toplum yaratamaz mıyız, bu konu ilginç ama, çünkü paranın sahipleri kendilerine özenilmesi, savunulması için sanatı kurgulayıp, icat etmişler zaten, Mediciler, mesenler, loncalar, papalar, çarlar  sanatın ana damarlarıdır bunu bilin.  Sanat bütünüyle çelişkidir, tam bir çelişki, bale seçkinlerin sanatı, opera öyle, tiyatro ona yakın, tüm plastik sanatlar, varsıllıkla ilgili oyuncakların dışa vurumu, izleyicileri de, kalbur üstü, elegant kesim, sanat gerçekte kentleşme ile başlayan, toplumun bir kesiminin burjuvalaştığı, aristokrasinin boy attığı, ayrıcalıkların benimsendiği çağların ürünü, adı üstünde üst yapı, sanat toplumdaki ayrışmaların kanıksanması için yaratılmış bir vodvil, acıklı bir gülüt, kahkaha dolu ağıt... Sanat tanrının insanlara indirdiği oyuncak ama tanrının her şeyi gibi onun koruyucusu ve gerçek kullanıcısı, bilin ki onun temsilcileri, aracıları ve kumpasçılarıdır.
 Sanat, karşı koymak bile bir çeşit işbirliğidir sözünün bekasına yarıyor, bir Romalı mı demiş bunu, yoksa Frank kralı mı!.. Sanatla değiştirilebilen hiç bir şey yoktur, hatta sanata kurulu düzenin, statükonun zırhla berkitilmiş kalesi diyebiliriz ve onun içindir ki sanatçılar bir ayrıcalığın ve zırhlar kuşanmış bir şövalyeliğin temsiliyetiyle onurlandırılmış, ayrıcalıklı bireyleridirler, esirgenir ve gözetilirler. Aksi olamaz mı, örnekleri yok mu, var, tarihin akışında olmayan ne var ki, bir söz var, ayrıcalıkların, ayrıksılıkların tümü kuralları bozmak için değil, kuvvetlendirmek içindir.

Apeninler kraliçesi Agrippina, kölelerin ve serflerin arzularını yatıştırmak, ortaklığı pekiştirmek ve ilahi gövdesinin gereksinimlerini paylaşmak için batakhaneleri dolaşırdı, çariçe Aleksandra, mujik Rasputin'le libidosunu ateşliyordu, Sezar için bütün kadınların kocası, bütün erkeklerin karısı deniyordu, Napolyon kısa boyluları mutlu etmek için, hizmetkarlarını uzunlardan seçerdi, Roma'nın krallarından bazıları, tuvaletlerin işletmesini üzerine alırdı ki halktan sayılsın, Çin'de ölen hükümdarın yerine, surlardan şehre giren ilk insan seçilirdi ki, ayrıcalıkların günahı ve seçilmişlerin kutsanmışlığı kanıksansın, Henrylerden biri, Vatikan'da, Kanossa kapısında haftalarca beklemiş ve yağan karın altında, tanrının temsilcisi görüşmeyince, -papanın nezdinde tanrıya karşı gelerek- yeni bir mezhep kurmuştur... Hiç bir sanat, buradaki olay kadar -Henry'nin yaptığı-, halkı, sıradan diye nitelenen insanları çılgına çeviremez, mutlu edemez... Bütün bu olanlar nedir, her şey, iç içedir, sanat düzenin sürdürülmesi ve statükonun bekası içindir, her şey işbirliği içinde bir sirkülasyonun görselidir, şunu bilmeliyiz ki, suyun akışı daima paratorların, paratorizmin denizine doğrudur. Göl kurur, çay yiter, ırmak ölür ama deniz dünyamızdır bizim. 
 Bu konuda hiç bir zaman doyunç veren bir olağanüstülük sergileyemeyiz ve düşüncelerimiz kesenkes açık verir ve ilk karşı çıkanda tarih boyunca olduğu gibi dizimizin dibinde duran adam -şeytan- olur!.. Onlar, kederler içinde yanıp kavrulanlar, ölülerine yas tutmaya alışanlar, gücün tanrısallığına şehvetle, yahşice bir özveriyle katlananlardır, ama tanrı hepimizi güçsüz kılacaktır bu konuda, neden, tanrının yarattığı bir insan olarak, onun ilahi düzenine karşı çıkmayı ne kadar becerebiliriz ki, onu yadsımayı, yoksamayı ne denli başarabiliriz ki, onun parası, onun evreni, onun bağışladığı yaşamı ve onun yarattığı insanı değiştirebilmemiz için, öncelikle ondan kurtulmamız, onu ortadan kaldırmamız gerekir!..
 Bir denizin içinde balıkları ve suyun akışını eleştirmek ve tüm bunları değiştirebilmek ve yeni bir düzen getirebilmek, doğum ve ölümü yenileyebilmek için, o denizden çıkmamız gerekir önce, denizi terk etmediğimiz sürece, değişen ve yeni diye algıladığımız, var saydığımız her şey, eskinin bir versiyonu, geçmişin bir varyantı ve geleceğin yinelenmesiyle, doğanın ve kozmikomik olanın bir alışkanlığı olacaktır kaçınılmazlıkla, uygarlığımızı kökünden değiştirebilmemiz için, onun tanrısını da değiştirmemiz gerekir, ama tanrıya bağımlılıkla kuracağımız yeni düzen, yeni bir tanrının açmazlarıyla uğraşmamıza ve benzer denizlerde boğulmamıza yol açacaktır elbette, öyleyse tanrısız bir evrene ve vesayetsiz bir yeryüzüne adım atmalıyız önce, ama umutsuzum ne yazık ki, insan tanrının bir yavrusu, onu yadsıması çok güç... Seni aradım, neredesin baba dedim, uçsuz bucaksız boşluklar ve uçurumlara yağan yağmurlardan başka bir şey göremedim, mottosunu yinelemekte var serde, bu onun yokluğunu değil, tanrının, ayırmacı ve ayrıştırıcı bir töz olarak, bir bağnaz ve çocuklarını birbirinden gözeten, eril olanı, dişil olandan esirgeyen bir var kılıcı olduğunu gösterir. Evet kılıcı, onun kılıcı var!..
 Çünkü tanrıyı arayıp da bulamayan çarmıhtaki İsa'dır, onun kullarının kendisine verdiği ceza ve haksızlıkla dolu edimleri karşısında, o babasını aramış ve bulamamıştır ne yazık ki, elini uzatmamıştır o junioruna...
Evren, tanrının ölümünü bekleyemez. Çünkü o kendisidir.  Çin'de güneş kadar ısı yayan bir güneş yaratıldığı söylenir, güneş bir zamanlar tanrıydı, öyleyse bir gün, tanrı kadar tanrı olabilen bir şey yaratabiliriz, o zamana kadar bekleyecek mi onun çocukları, öyle görünüyor, Beckett, bir oyununda -yalnızca bir kez- soluyan bir insanı sahneye çıkarır ve indirir, oyun bu kadardır. Tanrının ölümü de bunun gibidir, bir soluk alıp-veriş değil ama, soluğumuzun durması ve artık soluyan bir canlı değil, mekanik, kendi beslek ve kendini yöneten bir tür olması... Tanrının sonu bu olmalıdır işte, ilk kıvılcımıdır belki de bu!.. Ama kederler içindeyim ne yazık ki...

 Düşüncelerimden ayrıldığımda gece vakti, buğulu pencereden dışarı baktım, sanki bir denizde boğulmaktan kurtulmuş gibiydim, balina çığlıkları ve fillerin homurtularını gene duydum diyemem, ay vardı evet, bir kaç sönük yıldızda, kemanımı aldım ve 'İnleyen nağmeler ruhumu sardı' diye bir şarkı çaldım, yavaşça, o kadar yavaş ki duymakta zorluk çektim, buraların bir şarkısı olduğu ve bana uzaklardaki ülkeme olan özlemimi anımsattığı için mi ağladım, yoksa umarsızlıklarla dolu dünyada kurulan düşlerin beyhudeliğine mi ağladım, kendime, salt kendime, Vladimir Burkony'nin garipliğine mi ağladım bilemiyorum, sonra kemanıma sarıldım ve uyudum.

 Bir gün ona sarılarak, sonsuz bir uykuya dalacağımı biliyorum...


39
Sen diyorlar burada bazıları, bizim ağzımızla konuşuyorsun, bizden gibisin, içimizden biri gibi, nasıl oluyor bu... Bakın diyorum, sizden ayrılalı, yüz yıl oldu mu, geçti mi, Kırımlıyız biz, yarısıyız sizin, sizde bizim yarımız, Romanoflar kadar Osmanoflar'ı da biliriz biz, fena halde gülüyorlar. İnsanları diyorum yok etmek için, illaki ateş etmek gerekmez, onları birbirinden ayırmak, uzaklaştırmak ya da kargaşayla birbiriyle yarıştırmak da onları yok edebilir, sürgünlere yol açabilir, sosyal katil -öldürüm- diye bir kavram var, uyuşturucuya alıştırmak, ayrıştırıcı duygularla ateşe vermek, gruplara ayırıp hücum demek, forse etmekte ölümlere yol açabilir. Bunlar bize çocukça gelebilir ama gerçekler öyle basit, avam ve zemine yakın biçimde seyreder ki, şeytan bile usunu yitirebilir.
Tanrıdan önce inanacak o kadar çok şey var ki; eh, su tacı çiçeği, lisyantus olsun, gül de karar kıldınız, annem uzaklarda kaldı, babamı görmeyeli kaç yıla yaklaşıyor, kardeşler, yüreğimle bağlıyım onlara ama ne kadar uzaktayım, bir şey var, beni onları unutmam, dert etmemem için uyutuyor sanki, bir karışıklık sonucu, geçim derdi uğruna geldik bu toprağa, ekonomik kriz dediler. Düşler gibi, biri bir şey söylüyor ve makinelerden çıkan seri parçalar gibi dört bir yana dağılıyoruz ve biri topluyor düşenleri, parayı, canı, artanı, teri, emeği, sevgiyi, özlemi, yalnızca kendine saklıyor artık her şeyi, ne kadar söylesek az, ne kadar ağlasak boş, insan anlatmak istediğini bile anlatamıyor, o kadar soğuyor ki kendine, yaşama, dönüp duran dünyaya, canı çekiliyor, hiç bir şeyden tat almıyor, duygunun tellerine basmıyor, nasıl olabilir böyle bir şey, bu duruma kendimiz sürüklenebilir miyiz, ayırdında olmadan bunu yapabilecek bir mekanizmalar mı var, ne olursa olsun, sevdiklerimden uzağım, duygusal bir yıkıntıya sürüklenmem olağan, ne bileyim ben, hiç iyi değilim, bağlarım kopmuş, bir heyecanla buralarda koşturmuş olabilirim, başıma bir şeyler gelmiş olabilir, hoş karşılamış, üzülmüş, sevinmiş olabilirim ama düşündüğümde, hiç olmayacak bir şeylerin içine sürüklenmişim, olmayan şeyler değil, olmaması gereken şeyler, insanlık neden böyle demek, benim için artık bir klişe, onu diyecek gücü bile kendimde bulamıyorum, değişen bir şey yok ki, olmayacak ki, hep şu var çalışalım, emek sarf edelim ve gelecekte çocuklarımıza güzel bir dünya bırakalım, kaç kuşaklar geçti acaba böyle, bu güzel sözcükleri yineleyerek, Ksenefon, Herodot, Strabon, şu yakın zamanda Bakunin, Proudhon, Marx gibi insanlar, bunlar gerçekte bir tarihçidir, işte hepsinin özlemi, bir şeylerin değişmesi, ama olmuyor, olur böyle şeyler demekle de olmuyor, neden olmuyor anlamıyorum, anlamadan da ölüp gideceğim...
 Herodot tarihine göz gezdirmiştim ben, çocuğunun etini yiyenler, savaşa gidenler, gidip de dönmeyenler, olayların entrikasına canı pahasına ayak uydurmaya çalışanlar, krallar, kraliçeler, prensesler, nedimeler, ne kadar şaşırtıcı... Bazen düşünmek ya da yaşamını anlatmak, o kadar utandırıcı geliyor ki insana, ama garip bir şey var insanın naturasında, aktarmaya, dile getirmeye zorlandığı şeyleri, yapmayı daha kolay beceriyor, kolaylıkla etikten, insana aykırılıktan söz edebiliyor insanlar, bunu söylerken bir belirteç koymuyorlar, kolaylıkla diyoruz evet ama düşünüyorlar yazıp söylerken, zor durumda kalabileceklerini düşünüyorlar, ama aynı şeyi yaşamda düşünmüyorlar, çelişmekten hiç korkmuyorlar, barıştan söz ediyorlar coşkuyla, yazıp çiziyorlar ama çocuklarına, bir eşlerine, anne ve babalarına davranışlarını görseniz, bunu düşünen, söyleyen, yazan kendisi mi acaba dersiniz, hırçınlaşırken, saldırırken, o kadar değişiyor ve o kadar kolay gerekçe üretiyorlar ki, o barışçı periler, o meleksi yüzler, diyelim ki önce o başlattı diyorlar, önceden bana saldırmıştı o diyorlar, gerçekte kuralları şöyle bu ermişlerin, sana yapılanı sende yap, iyide o zaman barış nasıl gelecek, iyilik kötülüğün yerini nasıl alacak, çocuklarınız nasıl düşler kuracak, hiç düşünen yok, İsa tokat atana öbür yanağını uzattı, ama İsa'nın evlatları öyle mi, bizler, ya yeryüzü, önce edilgen, yazgısına boyun eğen, pasifist ve hatta iğrenç bir yaklaşım gibi gelebilir bu davranış, ama öyle değil, çok derinlerde bir anlamı var bunun, ben karşılık verdiğimde, sonsuza dek sürer artık çatışkı demek istiyor, kırıldığımız yerden sızıyor ışık, ama bu da yetmiyor biliyorum, tanrının yarattıklarında, her şeyi, sürüp giden hoş görüyü bile, kötüye kullanma eğilimi var, insan eksik yaratılmış bir canlı, diğerlerinden çok belki ama, kendinden eksik ne yazık ki, damak pembesinden, rektum pembesine uzanan bir borunun süslenmiş parçalarıyız biz, tanrı kusurlu demek, sorundan kaçmak oluyor, ama çözüm bulamıyoruz, zamana yaymak, şiddetle karşılamak, giyotini bulmak, güller açmak, haç çıkarmak, onun adıyla başlamak, hiç biri çözüm olamıyor, düşleyebildiğimiz hiç biri...
 İşte o zaman Vladimir Burkony'de canına kıymaktan başka bir çözüm bulamıyor, bir umara sığınamıyor ve ölümün güzel bahçelerini yeğliyor doğallıkla, cennete inanıyor, cehennem olmalıydı diyor, kıyamette hesaplaşacağız, hakkım yerde kalmayacak, sevenlerimle, o diyarlarda buluşacağım diyor.
 Bu dünyanın bir parodisini canlandırıyor, kusursuz bir düşünü kuruyor yaşadığı dünyanın, birbiriyle tıpatıp benzediğini görmek istemiyor, ceza gene var, mutluluk gene var, günahların ve sevapların, kılı kırk yaracak, tümünü baştan yaratacak tanrısı, gene var, otoriter pederi, melek ve kitapları gene var, öyleyse diyorum ki, böyle öleceksen Burkony, kendine saygılı kalmamış olursun, bir özen duymamış olursun, hiç bir şey beklemeden öl ve bu yaşamın acılarına, cezalarına, mutluluk ve rüyalarına inanmıyorum ben diye haykır, hiç bir şey beklemeden öleceğim ve sonsuzluğa karışmayı yeğleyeceğim, öyle gideceğim demelisin, hayır dememelisin, sonsuzluk onların dünyasında bir hoşnutluk yaratıyor, elveda diyeceğim yalnızca ve öylece gideceğim de, sizin hiç bir şey düşünemeyeceğiniz bir yere, acımasız gelebilir bu sana ama, hayır hiç bir yere gideceksin, gitmelisin, bir sessizliğe, sitem değil, düşünce değil, karşılık değil, karşı çıkma değil, sığınma değil, hiç bir şey işte, elveda bile deme istersen, seni son kez andıkları gün, işte o an sonsuza dek unutulacaksın zaten, istediğin bu değil miydi senin, unutmak ve unutulmak, anımsanmamak üzere yok olmak, işte böyle...
 Bir sessizliğe kanat aç, onların ütopyalarına, benzer yaşamlarına, aynı ceza ve armağanların, aynı suçların ve afların olduğu dünyalarında boğulmaya aldanma, git ve onlar seni anımsamasınlar bile, belki bir gün her şey değiştiğinde seni anımsarlar, sen istediğin için değil, onlar bir şey gördüğü için değil, yanağını uzatan İsa'yı anladıkları için belki. Seni değil ama...
İşte en hakçası bu Burkony, git ve geriye dönme, bakma bile, Sodom ve Gomore'yi bile anımsatma, unutul ki, unutmanın ne olduğunu anlasınlar, sessizliğe gömül ki, sessizliğin ne olduğunu öğrensinler, yanağını uzat ki, şu yaşadıkları dünya değişmesin, yağma ve ruh göçüren yıkıntılar arasında söylenen ilahiler sürsün diye, düşledikleri, kurup döşedikleri, sürgit vaat ettikleri, o başka dünyaların bile cehennem olduğunu anlasınlar, bilsinler ve seni unutsunlar, sonsuzluğun sonsuzluğuna, hiçliğin hiçlikten yalınlığına, boşluğun uçsuz bucaksızlığına dek seni unutsunlar artık, yaksınlar ölünü, atsınlar bildikleri her tür cehenneme, senden utansınlar ve lanet okuyarak göz yaşlarını tutamasınlar, yaşamımızı cehenneme çeviren; işte bu doğrucu Davutlar, Salome'yi vahşileştiren bunlar...
 Ağlasınlar, aramızdan nasıl çıktılar diye, öyle ki tanrıları bile bir kerecik Vladimir Burkony, neredesin, yaşadın mı, var mısın, kimsin, Cebrail'in defterinde kayıtlı mısın diyecek gücü kendinde bulabilsin, hayır bulamasın, ona da lanet olsun, onlardan olduğunu bilsin ve kendine taparak, kendini anarak, kendi dualarını sayıklayarak, sonsuza dek unutsun, tek unutkanlığı olacak seni... Sen gelmedin ve gitmedin çünkü... İstediğin bu, bir gün amacına ulaştığında, gözlerini kapa ve anımsama artık olan biteni, ne göz yaşı dök, ne sevin, ne düşün, ne hayıflan... Yalnızca unut ve unuttuğunu da unut, unutmalısın Burkony...

 Ah, ah Bodrum'a gitmiştik bir barda çalmaya, insanlar eğlenceye tapıyorlar, niçin olmasın, ama eğlence de göreceli, o zaman anladım, diğer yerlerde olduğu gibi, yerel biçimde tapınmıyor buradakiler, zamanı unutmak için, daha ziyade ellerini kaldırıyorlar, nanik yapıyorlar birbirinin başları üzerinden ve vücutlarıyla kıvrılarak, eğilip doğruluyorlar sık sık, uzaylı gibi, nasılda tuhaflar, bazen farklılık arayışında olan bir genç, kalçasını sallayabiliyor, spin atıyor, moleküler hızda, ama atomik yapılanmayı savlayacak figürler barındırıyor olabilir mi, abartıyorumdur belki, yine de absürt, sıradan algılar yaratıyor bilinçte, hareketin en basit biçimi yer değiştirme, en gelişmiş biçimi düşünce değil mi, düşüncenin en basit biçimi harekettir belki de, zararı yok bu bir oyun, yabancı, ah benim gibi, başka uluslardan insanlar ağırlıkta olduğu için, içerde, bozkırda izlediğimiz oyunların hemen hiç biri yok burada, Makarenko tıpkı Kiev'de, Odessa'da -hep Odysseus'u anımsatır bu kent bana- olduğu gibi, kasabadaki oyunları ve insanları küçümsüyor bunlar dedi, ne yararı var ki dedim, komedi bu, her yerde olan şey, hiç bir yerde olmamış demektir, insanların yaşama katlanma katsayılarının göstergeleri bunlar, bir şeylere karşı çıkacaklar, bir alışkanlığın içinde tutuşacaklar, diğerini yok sayacaklar, elini uzatacaklar, koşacaklar ve zaman böyle geçecek, Çavuşeskular devrilecek, Che yeni düşlerin peşinde ölecek, Mozart çile çekecek, demir çelik kuyusundaki işçi, dört bin derecenin altından geçecek, mühendis bu tehlikenin altında yaşamak için mi okudum diyecek; masa başında buyruklar vermenin özlemini çekecek, sıradan biri Kapitol'e kurtarıcı gelecek, sonra ondan da kurtulmaya çalışacaklar, oyuna dalacak Bodrumlular, birileri buralardan kaçmayı düşünecek, kimileri denizde boğularak ölecek, kimi üst üste evlenecek, kimi çocuklarını terk edecek, kimileri mirasını bu hengame, bu kargaşa sürsün diye bağışlayacak, kimi de bunları söyleyip anlatarak, tıpkı onlar gibi yaparak, kendini diğerlerinden ayıracak ve garip bir tesellinin içinde boğularak yaşamının sonuna varacak...
 Bir bilim kurgu öyküsü düşledim geçenlerde, kafede oturuyordum, bir çocuk arabası geçti önümden, çift katlı, hiç görmemiştim, meğer ikizmiş çocuklar, biri alt katta, biri üstte, annesine dedim ki, şimdiden ayırmanız çok iyi, ilerde nasılsa ayrılacaklar, gülümsedi anlıyorum der gibi... Bilim kurgu bugünkü sıkıntılarımızın dışa vurumu, çünkü gelecekte neyin gerekli olacağını ve geleceğe neyin kalacağını bilemeyiz ki, bizim düşündüğümüz bugünün sıkıntılarını, göksel oyunlarla hafifletmektir, adına bilim kurgu dememiz bir komplekstir gerçekte, çünkü gelecekte su içecek miyiz bilemiyoruz, içmiyoruz desek gerekçesinin bütününü göremiyoruz, bilim kurgu günümüzden kaynaklanan olasılıkların farsı, düşünsel bağlantılarımızı koparmadan bizi şaşırtan ve tümüyle bir başkalaşımın dünyası olan, bizimle hiç bir bağlantısı olmadığını düşündüğümüz ama yine de bizi etkileyen varsayımlar, belki bilim kurgu olabilir ama bu henüz yazılmadı gibi, insanın altındaki zeminden uzaklaşarak, tansıklar yaratması oldukça düşük bir olasılık, çünkü kendimizi aşabilmemiz gerekir, bu bir paradokstur, kendimizle bağlarımızı, bağlantılarımızı kopararak bir yaşam düşleyebilmemiz, hem güç, hem de anlamsız gelir bize, ama diyorum ki işte bu noktada, o bağların belli belirsiz varlığı olup da düşünen bir yaratığı ürkütmeden, düşünceye bağlı olarak varsayımlarda bulunamaz mıyız, niçin olmasın belki henüz denemedik veya denemiş olabiliriz de ayırdında değilizdir, bu paradoksun kanıtıdır belki, ama düşlerimiz öylesine sınırlıdır ki bizim, gerçeklerin daha şaşırtıcı olduğunu bile bilemeyiz, örümceği çözemiyoruz, bir at neden tersine, geriye doğru gitmez düşünemiyoruz, dünya neden dönmez; dönmese neler olur, boşluk nedir, durgunluklar denizinde yaşayanlar, kimlerdir bilemiyoruz henüz, arı neden yumurtlamaz, kartal gün gelir gagasını açamaz olur ve ölür... Olanlar nasıl bir tanrının görkemidir ki ya da niçin böyle bir bulgu veya kurguda karar kılmış, kılınmıştır ve zamana ve zemine göre değişmektedir tırnak biçimlerimiz... Çiftleşmemiz, toprak yememiz, petrolden giyinmemiz, bütün bilimkurguların üstündedir henüz...

 Düşüncelere daldığımda ya da sonsuzluğu kavramaya çalıştığımda ölecek gibi oluyorum... Öyle diyoruz, mikro sonsuzlukta bir o kadar şaşırtıcı, örümceğin içinde ne var, bir masadan, bir masaya ipliksi ağla geçerek, yer çekimine meydan okuyan bir örümcek gördüm ben, bizler uçaklara şaşıyoruz, örümceğin dünyasına bile ulaşabilmiş değiliz ki biz, ulaşamayacağız da, cennet ve cehennemimiz, düşleyebildiğimiz her dünya, örümceğin becerileri karşısında komik kalır, onu geçemeyecek miyiz biz!..
Onun için ilkellikten kurtulamıyoruz, örümcek geçmişten bu yana bu becerileriyle yaşıyor, oysa insan uzaya kıvrıldı ama örümcek kadar huzurlu ve sakin olamıyor henüz, birbirimizi yok etmekten ve barbarlıktan medet ummaktan başka bir şey değiliz henüz ve geleceğe ilişkin düşlemlerimiz, ölümden sonraki düşüncelerimiz, örümceğin olağanüstü yaşamı karşısında bir acizliğin ve bir ilkelliğin göstergesi değil de nedir, çünkü örümcek olabilecek en iyi konumda olduğuna inanıyor ama biz eksiğiz, hunharız ve serdengeçtiyiz, başını verebilen... Örümceğin başka bir dünyaya gereksinimi yok, kanla boğulmuş bizlerse dünyamızda sığınmacıyız ve yadsımacı birer günahkarız ve başka bir dünya vaat edecek kadar da acımasızız.

 'Görüngüde hareket eden varlık, yanıma doğru geldi, matarasındaki son damlayı yudumlayarak bana verdi, anlamsızca baktım, şuraya dokunacaksın, bas su gelir dedi, omega üçden bir tablet uzattı, parıldıyordu, düşünsel sağlığın için kullanmalısın, yoksa bu çöl denizinde ruhumuzu yitiririz dedi. Ufuktan ay yükseliyordu, o kadar iri ve üzerimize doğru geliyordu ki, altın bir disk gibi, bizi alacak ve içinde kaybolacağız sandım, çok korkmuştum, üzerinde koşuşturanları görüyordum, geride yel değirmenleri vardı, havada atlar kanatlara koşulmuş, dört nala gidiyor ve kanatlar inanılmaz bir hızla dönüyordu,  biri aniden kırıldı ve atla birlikte uçarak, yanımdaki siborgu parçaladı, ölmüştü makine, at yerinden kalktı ve üzgünüm böyle olmasını istemezdim diyerek, kanadı sırtladı ve değirmene doğru uçarak, yeniden monte etti, değirmen hızla dönüyordu...
 Aşağılarda bir düğün vardı, herkes eğleniyordu, keman çalıyordu biri, bana benziyordu ve el salladı uzaktan, kulağıma sesi geliyordu, ben başka bir yerdeyim dedi, gülümsedim, önümüzden bir çay şırıltılarla akıp gidiyordu, tanrı suda gülümsüyor gibiydi, sarı pırıltılar saçarak, iki kurbağa birbirinin sırtında uzaklaşıyordu, öpücük attım onlara, çayıra atlayarak yanıma doğru geldiler, el kol işaretleri yapıyorlardı, anladım, parçalanan siborgun içine girmek istiyorlardı, siz bilirsiniz dedim ve siborg birden canlandı, kurbağalara dua et yoksa ölmüştüm dedi, neden dedim, bizim atalarımız onlardır dedi, içimize birisi girer ve yaşam sürer... Birden her şey gözümün önünden yitti, küçük bebeğim, dibime kadar gelmiş yanağımı okşuyordu, gözlerinde tüm galaksileri süzecek, düzensizlikleri filtre edecek, kızıl ışıltılar oluşmamış, henüz görünmüyordu o kadar küçüktü!..'
 Ne yazık ki düşlerimiz henüz bu çapta ve biz henüz buyuz, yönsüz ve sıkıcı, zeplinin okulu gibi... Yaşamın rüyalarla karışmış manzaraları, en iyisi kemanıma sarılayım ve tanrının düşüncelerini okumaya çalışayım, bizi o yarattı, bilinmez, düşüncelerini okuyabilirsem belki de kurtulurum...
Ama başka bir şey söylemeden, şunları söylerse diye korkuyorum...
'bir şey yapılması gerektiğini ve de hemen,  çoktan biliyoruz ama daha erken olduğunu bir şey yapmak için  ama artık geç olduğunu bir şey daha yapmak için  çoktan biliyoruz ve işlerimizin yolunda olduğunu ve bunun böyle süreceğini ve bunun anlamı olmadığını çoktan biliyoruz ve suçlu olduğumuzu ve suçlu oluşumuzda bir suçumuz olmadığını ve elimizden bir şey gelmeyişinde suçlu olduğumuzu ve bunun bize yettiğini çoktan biliyoruz ve belki de ağzımızı tutmanın daha iyi olacağını ve ağzımızı tutmayacağımızı çoktan biliyoruz çoktan biliyoruz ve kimseye yardım edemeyeceğimizi ve bize kimsenin yardım etmeyeceğini çoktan biliyoruz ve yetenekli olduğumuzu ve hiç ve gene hiç arasında seçme yapabileceğimizi  ve bu sorunu temelden incelememiz gerektiğini ve çaya iki tane şeker attığımızı çoktan biliyoruz ve baskıya karşı olduğumuzu ve tütünün pahalılaştığını çoktan biliyoruz ve her seferinde bir şeyin olacağını önceden kestirdiğimizi ve her seferinde haklı çıkacağımızı ve bundan bir şey çıkmayacağını çoktan biliyoruz ve her şeyin yalan olduğunu çoktan biliyoruz ve bir şeyi atlatmanın her şey değil de hiçbir şey olduğunu  çoktan biliyoruz ve bizim bunu atlatacağımızı çoktan biliyoruz ve bütün bunların yeni olmadığını ve yaşamanın güzel olduğunu ve bunun her şey olduğunu   çoktan biliyoruz çoktan biliyoruz çoktan biliyoruz ve bunu çoktan bildiğimizi çoktan biliyoruz.'
Gözyaşları iyi geliyor bana...


40
Bodrum'da Arien'i tanıdım, Akestes adında bir arkadaşı daha vardı -isimlere bayılırım ben- kendisi müzisyen, kolaylıkla ısındık birbirimize, deli deliden anlarmış, derdine çare olmak istermiş ya, bizimki de öyle, yani müzik dışında her şeyi konuştuk, yaşamda sorun ettiği ya da içinde taşıdığı kederleri konuştuk daha çok, ama ikimizin de dertleri paydaş çıktı, onların büyük büyük babaları buralardan sürgünler, kendisi çocukluğunu, yarım yamalak buraları anımsadığını söylüyor, ilk aşk unutulmuyor diyor, ilk savaşta, hani birinci savaşta bu topraklarda, bir paylaşım kavgası olmuş, hiç derinlere girmeden özlemlerinden, geçmişteki acılardan, insanların yerinden yurdundan olduğundan ve tüm tarafların, daha doğrusu yalnızca halkın bundan zarar gördüğünden söz etti, bende konuştum, olan biteni özetledim ve buralardayım işte, sizlerden ne farkım var dedim, kayıp yıllar işte dedi, yaşamaya gelmişiz, sürünmekle geçiyor, müzik dinlesek, gezip dursak, iyi yemekler yiyerek, aşklarımızla, tutkuyla, sevdiğimiz şeylerle avunsak neye yarar, içimizde bir yara var, terk edilmişlik var, bırakıp gitmişlik var, kopmuşluk var, ölüm var...
 İçimizde onmayan bir şey var ki, bu dünyada ne edip, ne eylesek bir türlü dinmiyor o sızı, hep bir eksiklik duygusu, olmamışlık, doymamışlık duygusu, hep bir parçanın bütünden ayrılmışlığı, hep bir çiçeğin dalından koparılmışlığı ve yalnız bırakılmışlığı... Gözlerinden bir damla yaş süzüldü, içimden dedim ki, göz yaşı dökmeyen bir insanla karşılaşamayacak mıyım, bir damlada benim gözlerimden aktı artık, gözlerim Arien'in gözlerine nazirede bulunmak istediğinden değil, onu anladığımdan, derdine ortak olduğumdan ve sevgiyle kucaklamak istediğimden, onu belli etmek arzusundan döküldü bir damla yaş...
 Arien uzaklara, denizin ötelerine baktı, şimdi orada yaşıyorum ama, orası benim sürgün yerim biliyor musun dedi, sırf onu teselli etmek için, şimdi burada kalsan, orayı özleyeceksin bu kez, ikinci bir sürgün duygusu saracak seni, artık olanlar oldu, unutmalısın, kendine sürgün olmakta var, en kötüsü bu dedim...
 Haklısın dedi, boynuma sarıldı adam, bir dert ortaklığının, her şeyleri paylaşmış olmanın, sanki kader arkadaşlığı yapmış olmanın ve tüm sızılarını bir an için dindiren, esenlik veren unutulmuşluğunda...
 İnsanların yazgıları var, hepimizin çok üstünde bir şey var ve rüzgar bizi sürüklüyor ne yazık ki, ne kadar karşı koysak, ne kadar dirensek de olmuyor ve ne yapmak istiyorsak şu dünyada, rüzgarın içinde yapmak gerekiyor ne yazık ki, ulaşmak istediklerimiz, emel denizlerimiz, elem bahçelerimiz, hepsi rüzgarın içinde sürüklenip gidiyor, derin bir soluk almak istesek, rüzgar içimize doluyor, daha çok savruluyoruz, durmak, beklemek, özlemek istesek, rüzgar daha da acımasız sürüklüyor, yıkılıyoruz, darmadağın olup, bir köşeye çöküp kalıyoruz ve rüzgara ve dünyaya acıyla, kinle, özlemle, kederle, kıskançlıkla, aşkla, zedelenmiş bir gururla, kırılmış bir onurla ve ölüm ve öldürüm duygusuyla bakabiliyoruz artık...
 Zaman değirmeni bizi öğüterek, sanki yeniden biçimlendiriyor ve ağzımdan yel alsın ki, ya tanrının, ya kralın, ya pederin ya da despotun istediği biçimi alıyor, onlar gibi düşünüyor, onlar gibi bakıyor ve ruhumuzun içlerinde, tıpkı onlar gibi bir dünya taşıyan sürüngenler oluyoruz artık... Sürüngenler demeyelim dedi Arien, hemen sarıldım ona, gülümsedim, sana demiştim ama dedim!..
 Gerçekler, aşağılayıcı bir dilden uzak olmalı, beni bağışla evet ama, işte onlar gibiyiz dedim, gerekirse her buyruğu verebiliriz, bu köhnemiş uygarlığın bekası için, her emri, her zulmeti ortaya sürebilir ve dünya yerinde, işte tam da böyle dursun diye canımızı da verebiliriz artık... Bir kararsızlık gezindi Arien'in gözlerinde, bir kere daha bağışla dedim, bil ki senin kadar dertliyim...
 O gün onların en sevdiği bara gittik, Cabbar, buranın yerlisi olup -bir gün onunda macerasını dinlemek gerekir, göz yaşı şişesi dolmayan, var mı şu dünyada, Kürdi ya da Ermeni'dir belki ama, Çanakkaleli biri Türki'yim ben demişti, dünyaya sürgünüm, herkes dertli, kendilerini çok seven, onlarında sevdiği bir arkadaşlarının barı, adını koymuş bara... Biraz komik geldi bana ama Cabbar çok sevecen biri, bu insanların derinde, birbirleriyle savaştığını, birbirlerini sürgüne yolladığını ya da birbirlerine dünyayı -öyle ya da böyle- dar edip, haram ettiğini düşününce, işin içinden çıkmanın bir çaresi yok, hiç yok, olmamış, yalnızca bir şey var, bir şey, ama ne... Ama ne gibi bir felsefi budalalık ya da sözcük oyunu veya evet bir gerçekliktir belki ama; hiç bir zaman, sezip, göremeyeceğimiz, durup bilemeyeceğimiz bir durum var ortada, ama ne!..
 Düşüncenin yetmediği yerlerde, Gordion'un düğümünü, İskender'in kılıcı çözer bu dünyada demişti o Türki, o an, suçun bir yarısının kendimde, bizlerde diyelim, diğer yarısının başkalarında olduğunu düşündüm, ama acılarımla ödeşme duygusunun verdiği bir düşkünlüğün ürettiği güçsüzlükle, ruhani ağırlığın altında bir tümör gibi çoğalan, yenilmişlik duygusunun ördüğü, bir alçak gönüllülüğün erdemli hoşgörüsüne sığınmak gibi geldi bu bana, tüm suçlar onlarındır diyemezdim elbette, işte bu içkinliğin, derinlerdeki kaotik içselliğin, bu karmakarışık örüntüye, bir zehre bulanarak renklendirilmiş, göz alan yumaklar ve süsleri, birbiriyle bağlantıları, us sınırlarının dışına çıkan ya da gözle, kulakla, olan bitene, can alan görüngülere bakarak, aldanan, bir türlü algılanamayan albeni dolu, göz alıcı, çekici, yıkılmaz, mermersi, anıtsal bir dantel, renklerin düş kıran, göklere, sonsuzluğa uzanan uçukluğu, bellekleri tutsak eden güzelliği, görkünç cerbezesi ve görkeminin uçarılığında, çözümsüz bir acımasızlığın şatafatı bu dedim, olmazsa olmazımız bir vodvil ve kanın görkeminde yükselen yaşama kudurganlığının -dil bile çözülüyor onun karşısında- ki onun karşısında durabilen hiç bir şey yok, tanrıyı bile dize getirmişlerdir belki de, tanrı işte onların tanrısı, affedici ve günahkar, zalim ve bağışlayan, bu nasıl bir şey ki...
 Kan renginin kırmızısı, ölümün sarısı, balçığın, çamurun yeşili, artık bir küsmüşlük, bir kin ve ilence bulanmışlık, sövgülere aldanmışlığın derbederliğinde, doyumsuz yıkıntılarında, solup giden güneşin turuncusu, anlamsızlığın ve döküntüler, tozlar ve hiçlikler arasında yükselen harabelerin, bir terk edilmişliğin, ilahi düzeni bozulmuş, bir kefene dönüşmüş viranelerin, ölüm bahçeleriyle dolu kentlerin tabutuna dönüşmüş, sessiz, sonsuz beyazıyla, 'Üç Kuruşluk Opera'ların operalarıyla, saz sepetlerde ganimetleri taşıyan denizlerin, okyanusların mavisiyle ve hepsinin hamuruyla yoğrulmuş bulamacında, sarsılmış, bir kenara itilmiş, yaşamın ayrıcalığıyla süslenip, bağışlanmış bir mavi inci aldatısıyla, bir cehennetin rüyasına dönüştürülmüş bir dünyanın göklerinde, yaralarla dolu bir irin gibi duran grisiyle, sürüp giden bir macera, bir hay huy ve etin ekmek, kanın şarap olarak sunulduğu bir yarışma, can dalaşı... Dünya!..

 Cabbar bize barda program bittikten, gece gündüze doğru indikten sonra saz çaldı, ne ilginç müzik kutuları var şu dünyada, uzun ince kulpu, püsküllü kuyruğu, gerçekten hamile; öyleyse ne mutlu doğurgan ve öpülmekten yanakları şişmiş, bir Havva'yı andırır karnı ve sayısız telleriyle, kemanıma acıdım diyemem ama ikisini de coşkuyla sevdim ve gönül verdim artık.
 Cabbar sazıyla dünyayı dolaştırdı bize, bozkırlardan geçti, ırmaklardan su içti, köprülerde durdu, dağlarda öyle inledi ki, tüm yeryüzü duydu, bir yalnız sevdalıyım ben diyordu... Cabbar'ı sabaha karşı sevdasıyla yapayalnız bıraktığımızda, güneş yükseliyordu ve acayip bir kızıllıkta, gökyüzünü altın rengi bir aylayla kuşatıyor, umudun korkunç albenisinde, kıvılcımlar saçıyor ve neşeye boğarak, Arien, Akestes ve beni denize doğru koşmamıza ve giysilerimizi çıkarmadan, ana kucağına atılır gibi, yaratanın, tanrımızın kucağına atlamamıza vesile olur gibi, kendimizden geçiyorduk artık, umut bitecek gibi değildi...
 Ayrılırken Arien tüm anılarını ve geçmişin onmaz acılarını dile getiren bir şiir okudu. Müzik, edebiyat, felsefe ve bütün bir sanat... Biz onun druiti, satirleri, gönül elçileriyiz, şiirsiz yapamayız, çalmadan edemeyiz, şarkılar içimize işlemiş bizim, göz yaşları belki tüm bunların incisidir...
 Neden tasalanmalı ve neden umuda yol vermeli, elbette her şeyi şiirin gözüyle görmek, sanatın yüceliğinde avunmak, bir ayrıcalığın sanısıyla dolup taşmak, her şeyin kanıksanmasına, günahların aklanmasına yardımcı olabilir...
 Resmi tarih şiirlerle, şarkılarla yükselir, tüm kahramanlıkların, tüm savaşların, tüm kargaşaların ve kalabalıkların naralarla, ezgilerle alaylarla ezilmesinin, sokakları fener alaylarıyla doldurmasının, bir coşkunun esrikliğinde, her şeye, herkese yönelebilen bir vandallığın pençesinde, büyülerle, tazılarla, uçan oklarla kendinden geçerek, dünyayı, insanlığı, doğamızı yıldırmasının, o sarhoşluk veren bengi suyun coşkusuna kapılarak, elem veren yazgılarına sürüklenmesinin yanı başında, şiir vardır, şarkı vardır, halay vardır...
 Şiir göklerin burçları olduğu gibi, kara yarın dipleridir aynı zamanda, şiirin yaşamdan bir farkı yoktur, tıpkı yaşam gibidir o, olağanüstü güzel, olağanüstü acıklı, olağanüstü mutluluk veren ve sonunda ölümün güzel bahçelerinde biten... Benim özlemimi gerçekleştiren...
 'Sen bu davada bir nokta, küçük eğri bir virgül bile değilsin, zavallı bir vesilesin' demiş sizin heybetli şair, coşkularına yenik düşen... Şiir yaşamın gerisindeki tanrının müziği olabilir ama yaşamın kendisi olamaz ne yazık ki... Ama dünyada, tüm acıların sonuna gelinseydi, bunu bir şiirle kutlardık yine de, bir şarkıyla göklere yakarır, minnetle şükranlarımızı sunardık, tüm dünya bir cehenneme dönse, tüm insanlık yok olsaydı, yok olacağımızı sezseydik, gene bir şiir okuyarak elveda derdik inanın, şiir evrenin kendisidir belki ama yaşamın bir parçasıdır da ne yazık ki... İçinden çıkılmaz bir çelişki... Ah, unutmamak gerekir ki, Titanik batarken orkestra, kemanlar çalmayı sürdürüyordu ve öylece de ölüme gittiler, anlatmak istediğim bu işte, tanrının usa sığmayan işi...

 Bodrum'da, Arien bana bu şiiri okuduğunda, yine de kendimi buldum onda, belki bir parça, belki sonsuzca... Etkilenmekten alamadım kendimi, bizim başımıza gelenlerden bir farkı yoktu dizelerinin, belki daha acıydı evet ama, acıların sevinçlerin terazisi olamaz diyorum ben, bu ayrımlar türün bireylerini ayırmaya, kategorize etmeye yarıyor ve vardığımız yer yokluğa serenat sunmaktan ve artık göz yaşlarıyla haykırmaktan, çığlıklarla süren bir kargıştan öteye geçemiyor...
 Unutmak belki iyi bir şey ama anımsayamamak çok daha kötü... Acıları, olanları unutmak insan için uygun bir tutum değil, belleğin oyunlarına boyun eğmek, bizi ilençli kılıyor, darmadağın olmamıza ve elem dolu mutluluklara yarıyor, bir aldanış ve kandırmacanın yakışıksızlığıyla avunmanın saltanatına yol açıyor ve yüzyıllar böyle geçiyor, değer mi...
 Sevinçleri paylaşmaktan çekiniyoruz içten içe, çünkü günahkar olduğumuzu biliyoruz, acıları paylaşmaktan çekiniyoruz doğallıkla, çünkü payımızın olduğunu biliyoruz... Kimin gülü açmışsa bu dünyada, -katkımız olsa da olmasa da- yaşanabilecek en büyük sevinç odur, kimin parmağı kanıyorsa, kanamışsa bu dünyada -bir dokuncamız olmuşsa, olmamışsa da- yaşanacak en büyük acı işte odur, o şiir...
'Döneceğim bir yer yok. Yatacağım bir yatak yok. Ne anlatayım ki sana, Hüznün annesi Yunanistan. Kemanla santurla, Şeytanlar bile oynar... Bir mayıs günü, Yürüyecek ne yolum, Ne mahallem var. Bana büyük yalanları, İlk sütünle söyledin, Sen eski süslerini satıyorsun, Yunanistan ana... İncil kadar değerli gözlerinde, Yemin ettim. Bana verdiğin bıçak yarasına, Yemin ettim.  Cehennemin derinliklerinde, zinciri kır! Eğer beni yanına çekersen, Kutsanmış ol... Yanıyorum, yanıyorum beni ateşe at! Boğuluyorum boğuluyorum,  Beni denizlere bırak... İnsan doğduğu vakit, bir dertle doğar. Savaş şiddetlendiği zaman, Kan ölçülemez olur. Yaşamda yol aldığın sürece, Gözlerini sabah akşam açık tut.  Çünkü her zaman üzerine bir ağ serilir. Bu ağın damgasız kitapta, Yazılmış adları vardır. Dört kılıcım olsa, bir de ateş ve mum, Seni de beni de terkeder,  Bu ateş dolu dünya!.. İlk yılan, ilk yalandı! Çok sefalet, çok soğuk vardı Yanni. Melekler çiftetelli oynasın, Al beni, al beni, al beni!.. Savunmanın şapkası, Venizelos'u getirdi! / Kralı kovdular!..  Ah! baban öldürecek seni.  Yorgo'nun arşesi, soluğunu kesecek. Göz kırpacak Toma'nın yayı.  Gel de gör, göklere dek,  Ateş saçan kılıçları!..  Bu gece Toma'nın yanına gel, Sana bağlama çalayım.  Melekler dans etsin, Şeytanlar oynasın. Kemanımın hoşuna gitsin!.. Çocuğu Efterpi'ye bıraktım. Annem Yunanistan! Sense Marika! Yorgi'yi sana yollamışlar... Benimle gel Adriana! Korkuyorum!..  Neden korkuyorsun? Kaderimden!.. Kaderin benim Adriana! Çok uzaklara gideceğiz... Bir zamanlar, bir şehir varmış, Adı Smyrna!.. Kraliçesi Adriana,  Prensesi Marika'ymış!.. -İzmir'in kavakları, Dökülür yaprakları, Bize de derler Rebeto, Yar fidan boylum...- Efsunlar, sihirbazlıklar bitti Marika, Pire'de bir gemide çalışacağım... Bir bir daha, iki eder, Mihal'e bir güle güle yeter! Mihail'in soluk kafası, Çekmeceye at sakladı! Amfibi'de bir akşam üstü, Mihail faka bastı, Truba'da akşam geçerken,  Atmışlar onu köprüden! Nice kalp ağlamış anneciğim!.. Yordanis'le, bir ben vardım cenazede... Yorgi, Yedi kilitli kitap! Panayi,  Ne anlatayım ki dost! Anla işte, sevgili Rosa, Dört kılıcım olsa, Bir de ateş ve mum, Seni de, beni de terkeder, Bu ateş dolu dünya!.. Georgakis çaldığında, saçını başını yolardın, Marika'nın tamburuyla, baştan çıkardın!  Rebetiste kalmadı artık, Herkes hafif müzik istiyor!.. Çok kişi aşık olurdu Roza'ya,  Çok kişi yandı onun için!.. Yanıyorum, yanıyorum beni ateşe at, Boğuluyorum, boğuluyorum, Beni derin denizlere bırak!.. O kadar ezildik, o kadar çalıştık, O kadar uğraştık anneciğim, Çok kan, çok kan, Her şey de yalan!..  İnsan doğduğu vakit, bir dertle doğar, Savaş şiddetlendiği zaman,  Kan ölçülemez olur!.. Yanıyorum, yanıyorum beni ateşe at, Boğuluyorum, boğuluyorum,  Beni derin denizlere bırak...  Ototi, Ototi, Ototi, Neden gerekti bu! Opa, Opa, Opa,  Etrafına bakıp sus!..'




41
 Maria tutturdu, Frida Kahlo'nun filmine gidelim, Makarenko'yla kırmadık, Cadde-i Kebir'in yolunu tuttuk, ünlü Beyoğlu, Sen Antuvan kilisesinin tam karşısında ki, Elhamra adındaki sinema salonunda yerimizi aldık, adı ne güzel, mağribi şeyler çağrıştırıyor, süslemeleri de bu antikiteyi doğruluyor, Sen Antuvan'ı da ziyaret etmeyi unutmadık, en çok ziyaret edilen kiliseymiş, bulvar tüm İstanbul'un aktığı bir yer, doğallıkla ziyaretçi sayısı çok, güzel bir kilise, İtalik dünyanın Katolik kilisesi, biz Fener'de Ortodoks kiliselerine uğruyoruz sık sık, metropolit bize yardımcı olmaya çalışır, sıkıntılarımızı paylaşırız arada, filmi çok beğendik, Julie Taymor yönetmeni, çok başarılı, Maria'nın kişilik olarak Frida'ya yakın olduğunu söyleyebilirim, film olağanüstü güzel, yönetmenler bir dünya yaratmada ne denli usta, yönetmen bir kadın olduğu için mi, Frida'yı bu denli iyi yansıttı acaba, karakterler, Diego Rivera, her şey çok iyi, Troçki bile var filmde, Taymor; Amerikalı bir yönetmen, pek merak etmediğim bir ülke Amerika, yapay bir göl gibi gelir bana, ruhları dünyanın üvey çocuğuymuş gibidir, sanki her şeyi onların hak ettiği izlenimini başarıyla yansıtan ve sofrada ki her şeyi silip süpüren atipik bir rodeo ustası, Amerika antikitesi olmayan bir toplumdur, geçmişi yoktur, boş bir arazide kurulmuş kolhoz gibidir, dünyadan kopuk ama dünyayı taklitle, en kısa zamanda, dünyanın özel bir parodisini yaratarak, efendiliğine soyunan bir kumpanya, Amerika'nın bu güçlü yapısının çok süreceğini sanmıyorum, imparatorlukların sona erdiği bir çağın yeni versiyonu, avantajlı tabi, dünyada hiç olmadığı kadar, sayısız devlet oluştu çağımızda, güçlü birlikler ortadan kalktı ve boşluğu Amerika doldurdu, doğa boşluktan nefret edermiş...

 Amerika kundaktaki bebeğin, büyüyünce kralı tahtından eden bir prensine benziyor, eski Yunan efsaneleri gibi, Oidipus kompleksinin ürünü bir modern dükalık, Avrupa'nın alt kattakileri, serfleri, maceraperestleri, Yeni Dünya'nın kaynaklarını sömürmeyi düşünerek, bir hayal peşinde Atlantik Okyanusunu aşınca, Atlantis'i yeniden kurdular, ama eski dünyanın alışılmış yapısı, bu ayrıcalığa dayanamaz ve yeniden kurulmuş olmakla, ayrıcalığı sürüp gitmeyecek bir ülkedir; bu Bizon Cumhuriyeti, bir ütopya varsa dünyada, oda Amerika'dır, çünkü hiç bir kültürel derinliği yok, hep geleceğe doğru bakan bir gergedan gibi o, başını geriye doğru çeviremeyen bir yaratık, ona Frankeştayn demeleri boşuna değil -Frankşeytan gibi gerçekten-, Sam Baba, ötekilere göre, onun bin yıllar öncesinden kalan tek bir anıtı yok, yazıtı yok, her şey taşıma, fason, dünyanın mirasını çalıp, toplayarak, dünyaların en güzelini yaratmış bir masal çocuğu gibi, bir Keykubat o, yeni bir trencilik, birdir bir masalı, derme çatma; bir gün toz gibi dağılacak ve Amerika diye bir şey kalmayacak gibi geliyor bana, kültürel anlamda düşünüyorum bunu, apokaliptik bir öngörü değil, bu nedenle her Amerikalı da, bir vicdan sorunu vardır, soğukkanlıdırlar gereğinden fazla, doğayı yaşama örnek olarak gösterirler daima, peygamber devesi çiftinin başını yiyecek, normal, ayı dağda karşımıza çıkacak, normal, süt vermeyen keçinin eti yenecek, normal, aslan ceylanı tüketecek, fil karıncayı çiğneyecek, rüzgar kelebeği sürükleyecek, normal, ölüm havadan gelecek veya bacadan girecek, gene normal, evet saydıklarımız gerçekten normal, ama vicdan sorunu var dedik, doğanın işleyişini, kendine düstur edinen Amerika, dünyaya en çok müdahale eden sistem konumuna geldi, bu bir paradoks değil mi, gücünü doğanın işleyişinden alan -sarı benizliler- dünyayı kendilerine benzetmek için, doğa yasalarına meydan okuyor!..
 Endüstriyel anlamda, korkunç bir güce sahip olan Amerikalılar, kültürel derinliği, vicdanı; -insan olmanın, ussallığın senteziyle oluşmuş, içgüdüsel, primitif kuralı- ve yüzyıllardan süzülen bir deneyimi olmadığı için, western filmlerindeki tozlu kasabalara dönüş yapacaktır bir gün, çünkü o yaldızlı, devasa bir karton kule, göz alıcıdır, her şeyden görkemlidir ama temelleri sağlam olmayan bir sirkin, dev bir oyuncağı gibidir, hayranlık uyandırıyor ama, o ne bir Babil kulesiyle yarışabilir zamanda, ne piramitlerle, ne Çin seddiyle, ne de çamurdan yapılmış, bir cüce zigguratla... Geçmişi olmayan bir insan konumundadır Amerika, dilsiz, gözleri görmeyen, denizin dalgalarını duymayan ama lazer ve atom bombaları gibi oyuncaklarla oynayan bir çocuk-adam!..

 Filmde Frida'nın, iri yarı Diego Rivera ile evliliğini annesi, filin kuğuyla çiftleşmesine benzetti, Amerikan filmleri, ülkeleri için söylenenler gibidir, yakın plan sekanslar, dev gibi perdede, önünüze doğru gelen arabalar, bilim kurgu canavarları, ateş saçar roketler, jönprömiyelerin gözleri, femme fatalelerin etekleri, hep kameranın bir karış ötesindedir sanki, bir şey öğrenmek isteyip de, onu gözünüze sokacak kadar, yakından gösteren eğitmenler gibi.
 Hollywood'un öğrenmesi gereken bir şey var, gerçek yakından bakıldığında, daha anlaşılmaz hale gelir, ayrıntılar göze batar sanırız ama bir o kadar da gözden kaçar, oysa olağan bir uzaklıktan, neredeyse tümünü görebiliriz, yakın plan çekim, etkileyici olur sanıyorlar, tam aksine bayağı ve itici oluyor, bir melodram için, zaman zaman yararlanılabilir bir durum, ama sanat derslerinde bize öğretilen, olağan bir uzaklığın en iyi algıya yol açacağıydı, bizim sanat derslerindeki ilkemiz şuydu, yakından baktığımızda yalnızca bakarız, görmeyiz, algı alanımız daraldığı için gördüğümüzü sanırız, bu konuda bize öğretilen motto şuydu... Ancak deliler aynaya yakından bakarlar, ama Amerikalılar yapay, dehşetli bir kibre sahiptir ve bilinmez, belki tüm amaçları da budur, karınca yakından bakınca bir Makromegas'tır çünkü, Voltaire, Antiamerikan bir fütüristti ne yazık ki...
 Frida, gördüğüm en iyi Amerikan filmlerinden biri diyebilirim, Maria bu konuda aşırı bir beğeni içinde elbette ama film; bir Amerikan biyografisi, bir yaşam macerası değil, yönetmen Amerikalı ama film bir ölçüde Latin dünyasının sanat olayları, kaygıları ve aşklarıyla örülü bir film, bir diğer anlamda Antiamerikan bir film...
 Frida, yarın hangi resmi yapacağımı bilemem ben dedi, bu söz beni çok etkiledi, ilk anda uğraşına önem vermediğini sanırsınız, oysa dünyaya o denli açık ve nitelikli bir açımdır ki, hiç bir önyargım olmadan, sanatın peşinden koşarım ben demek istedi sanırım, bir tür bilinmeyenin, sonsuz objelerin, sonsuz soyutlamaların, algıların hücumuna uğrayan belleğimiz hangisini seçer, hangisinden etkilenir gerçekten bilinemez, bilinmemelidir de, sürekli bir anlayışın ve belli bir dünyanın resmini yapan, verimlerini sunan biri; sanat değil, sıradan kişisel egolarını aktarıyordur tuvale ya da yıldırıcı yinelemeyi... Oysa evrenden, sonsuz bir görüngü yumağından, bize doğru süzülüp gelen uyaranlar, görseller ve soyutlamalar var, onların içinden beğenilerimizi sergilemeliyiz, biz seçmeliyiz evet ama, içimizden doğru değil, dışımızdan içimize doğru olmalıdır seçim, ben yaptım oldu diye humoru bile var bunun, içimizden olmalıdır mottosu da var biliyorum, ama anlatılmak istenen başkaca bir şey sanırım, biz kendimizi aşabilmek için, içimizden çıkmak zorunluğunu taşımadıkça, Adem baba olmaktan kurtulamayacağımızı bilmeliyiz, işte budur söz konusu açın...
 Salt kendi dünyasıyla baş etmeye çalışan bir sanatçı, ormandan çıkmayan bir canlı gibidir, ağacı, kuşu ve suyu resmetmekten kurtulamayacaktır, sırları dökülmüş aynanın yaptığını, oysa sanat bilinmeyene doğru yaptığımız bir yolculuktur...
 Fizik ve moral dünyası sık sık alt üst olan Frida'nın yaşamı, başlı başına sanatın bir konusu olabilir diye düşündüm filmden sonra, sanatçı olmaktan ziyade, sanata aşık olmak, çabalamak ve yaşamını sanata adamak, işte bu sanatın kendisinden daha ilginç bir olgu; Frida, sanatçı olmaktan ziyade sanata aşık, ona gönül vermiş biriydi, onun böylesine varlığı, sanatçı olmasına yetti, sanatçı üretiyorum derken, tüketiyor olmaktan kaçınmalıdır, tüketime yönelik sanat, ruhu olmayan bir Matruşka gibidir, heyecan verebilir, güzel görünebilir, bir oyuncağa bağlanan küçükler gibi bağlanabiliriz ona, büyüleyicidir de, ama sonuçta cansız bir şeydir, zamana yayılabilecek bir nitelikten uzaktır...
 Sanat canlılık gerektirir, hiç görmediğimiz bir düş, yinelenmekten pestile dönmüş, felsefi bir tütsünün, bilinmeyen hiç bir gözesi kalmamış bir ruhsal yapının, bayat ve bayağı bir öğretinin tüm ürkünçlüğüyle -sanat burada gücünü gösterebilmelidir işte- yeniden dolaşıma sokulabilmesi veya açmazlarının yeni bir dille, yeni bir bakış ya da yorumla sunulabilmesidir sanat.
 O yenilikçi olmalıdır, yeni olmalıdır ama kendini yenilemeyi de bilmelidir. Bir ikona dönüşmüş, konformist bir yapı, algı dünyamızda yenileyici, deneysel hiç bir değişke yaratmıyordur belki de, bu marketing bir üründür olsa olsa, oysa sanat, gerçek anlamda sanat, her yeni doğan çocuk gibi bir tansıktır, çünkü o evet insandır ama, biriciktir, benzeri yoktur ve bilinmeyenlerle dolu bir dünyaya gelen başkaca ve eşsiz bir bilinmeyendir.
 Bu nedenle dünya, evren ve anne; sanatın en olağanüstü yapıtlarını sunarlar bize, üçünü birbirinden ayırmamamız gerekir... Sanat sınır ötesi olduğu kadar anlaşılır bir şeydir de, ki olmalıdır da diyerek; düşüncelerimize bir son verebilelim...
 Film elbette Frida'nın birebir dünyasını yansıtmıyor, yansıtamaz, ama yönetmen kendi Frida'sını, bildiğimiz Frida'yla o kadar ustaca özdeşleştiriyor, birleştiriyor ki, Frida işte bu diyorsunuz, oysa gerçekte, genç yaşında ölen Frida'yı değil, Julie Taymor'un Fridasını izledik biz, Frida diye bir Pandora kutusu açıldı önümüzde ve o kadar inandırıcı geldi ki bize, o olduğuna inandık, gerçek sonsuz bir biçimde çoğaltılabilen bir şeydir, derler ki Madam Bovary bir romanda öldüğünde sonsuza dek ölmüştür artık, ama gerçek yaşamda Madam Bovary'nin ölmediğine ilişkin ne söylentiler çıkar ve bunlara inananlar olur doğallıkla, bunun gibi Frida'nın yaşamı sonsuzca çoğaltılabilir, çünkü her iki anlayışta bir iç içelik taşır gerçeklikte...
 Maria dönüşte o kadar mutluydu ki, gelin dedi sizi yemeğe götüreyim, sıkıntılar içindeki bizler için, büyük bir özveri, çok ısrar ettik yapma diye ama kolumuzdan çekiştirip bir otobüse bindirdi bizi, sarı çiçekli yerde, Büyükdere'de bir balıkçıya götürdü, karşıda dedi Yuşa Hazretleri var, ne, ne dedi Makarenko!..  Yuşa, bir peygamber dedi Maria, 'Kurtuluş' anlamına gelirmiş adı, boyu kırk yedi adım büyüklüğündeymiş, bir gün sizi oraya götüreceğim, uzakta ağaçlar arasında bir çizgi gibi duruyordu Yuşa'nın mezarı ama dikkat ettim Maria, kabristan diyordu, mezar bir harabe ya da taştan anıtlar olabilirmiş, kabristansa, yeşillik, asude bir yermiş imgelemde, işte söylencelerle dolu bir dünya, tıpkı Frida gibi, gerçekliğin sürekli yer değiştirdiği, değiştirilebildiği, sürekli geliştiği, dilde bile sönümlenerek, yitip gittiği...
 O günün gecesi, Sen Antuvan'da, beraberce mum yaktıktan sonra edindiğim bir Kitab-ı Mukaddes vardı elimde, küçücük, içini karıştırıyordum ki Yuşa'yla karşılaştım, Filist denizine doğru gözlerini dikmiş bakıyordu Yuşa, diyordu kitap, Şeria ırmağının kıyısından gelenler oldu koşarak ve Yuşa'ya sordular; Ey Yuşa günahların en büyüğü nedir... Ve diyordu ki o, 'Dünyadan geldiği gibi gitmektir. Çünkü onlar rablerine hiçliğin azabını hatırlatırlar'.
 Yatağımda şunu düşündüm, Frida ne istiyordu bu dünyadan, Yuşa Hazretleri dediğimiz yalvaç hangi amacın peşinden koşmuş, neyi uğraş edinmiş, buralara nasıl gelmiş ve boğazın sırtlarında, kendi yurdundan uzakta, niçin son soluğunu vermişti... Niçin göze almıştı bu elim yalnızlığı...
Bazı şeylerle, öylesine karşılaşmış olamayacağımızı düşündüm, yalnız ruhumun, ebedi aşkı bisikletli Maria'nın, aniden Frida'ya gidelim deyişi, hiç gereği yokken bizi Büyükdere'ye götürüşü, karşıda Yuşa Hazretlerinin ölüm yatağının oluşu, Sen Antuvandan aldığım, Yuhanna'nın Kitabı'nda onunla karşılaşmam, adının anlamının 'Kurtuluş' olması, yaşamımda olağanüstü besteler yapmadan gitmek istemeyişim, kendimi gerçekleştirmeden ayrılmayı düşünemeyişim, umudum kalmadığında, yaşamıma son vermek isteyişim, ama işte kimler vardı yanımda benim, bir ürperti sardı bedenimi, uyuşur gibiydim, sanki sonsuz bir mutlan kucaklıyor ve bir çiçek denizinde, umutlarımın gerçekleşeceği bir 'Cennet Bahçesi'ne götürüyordu artık beni...

Aralıksız uyumuşum...



42
 Bizi Romanya'ya götürdüler... Bir otobüs dolusu çalgıcı, müzisyen ve eşlikçi, hepsi birbirinden farklı... Menajerlerin kuklasıyız, onlar nereye derse biz oraya, yeni dünya düzeni değilse, geçmişin modernize edilmiş halleri, bu menajerler, yalnız başına var olmaya çalışan birinin umarsızlığı karşısında, bir dermandır ne yazık ki, ama zamanla onlar da sömürürler kişiyi, bir tür aracı, oturduğu yerden yol veren... Krallarda böyle değil mi, değilse nedir...
 Gelişmeler, değişkeler, yeni yöntemler ve dizayn birlikleri kendi sömürü ağını kurmadıkça yeşermezler zaten, -bitki gibi biterek- otlakları, çayırları doldurmazlar sağda solda, eskiden böyle değildi demeleri bir ansıyıştır, bu nedenle hiç bitmez dilekler, yakınmalar, ama eskilere dönelim, öyleyse geçmişi geri getirelim deseler, kimsede olsun istemez,  ilahi düzen adı da buradan gelir, geçmişe dönemeyiz, geleceğe gidemeyiz, öyleyse varsa yoksa şu anın düzeni, şimdiki zaman, bu devran böyle döner, bu düzen böyle sürer, bu işler böyle gider sözcüğü, pek değişmez bu yüzden, sürücüler değişir, sürülen şeyler, araçlar değişir, sürünenler de değişir, ama yöntem değişmez, ağlayana gülünür, umarsızlar geçilir, durumunu tuhaf yöntemlerle, el çabukluğuyla, elim birer açgözlülük ve düzenin endikasyonu, artıkları, sızıntılarıyla yükselmeyi bilenlerde, büyük alkışlar alır. Protestoyla başlayan şey işbirliğinin tadına varır.
 Gerçekte düzenin değişmeyeceğinin göstergesi, sıkı bir ahdi, güvencesidir bu seremoniler, avuçları sızlatan alkışlar, her tür aksiyon, atraksiyon ve manifoldler. Manipülasyon ve pozitif, negatif motivasyonlar. Bu temperaturalar, katepyasinler için -sıkıcı bir konu evet-, işleri yolunda gitmeyenler kes der önce, işleri yolunda gidenler, dinlemezler bile, konuşanlarda kendi kulaklarına söylerler nedense, yankı, yansıma hiç bir zaman oluşmaz, oluşamaz, beklentiler çıkmaz ayın çarşambasına, bir başka baharın yoncasına kalır sürgit, pozitivizm yalnızca bu işlerde yoktur, bir fesefedir o, Comteid bir deltoid!..
 Domino teorisi yalnızca buralarda çalışmaz, Hegel diyalektiği, Marks'ın işleri, bir elişi tanrısının, öğleden sonraki deyişleri, yalnızca buralarda sökmez, çünkü esprisi var; Londra'da yağmur altında Hyde Park'ın kürsüsünde, serbestçe atıp tutan adamı, bir kişi dinler, adam teşekkür eder dinleyiciye, sabrına hayran kalır ve ama adam, dinledim, çünkü senden sonra ben konuşacağım der!..
 Yeryüzünde kanıtlanabilmiş tek kural, her şeyin değişerek, hiç bir şeyin değişmeyeceği kuralıdır. Usa sığmaz, düş kıran ve tüm varlıkları, belki de tanrıyı bile şaşırtan kural budur işte... Onu ne krallar değiştirebildi, ne despotlar, ne halklar, ne ondan yana olanlar, ne de karşı çıkanlar!.. Karşı koymak bile bir çeşit işbirliği sayılabilir, öyle doğru bir mottodur ki, günaha bulanmış bir manifest bile değildir bu söz, bir şey değişmeyecekse, karşı koymak onun eğlencesiyse, direnişlere, direnenlere niçin kızalım. Küselim, kırılalım ve kendi özdeşlerimize ahmakça saldıralım ki -işte burada durun-, bunların tümü olur, eğlence, satirik bir kurban ayinidir, olup bitenler  dedik ya!..
 Başarısız oldular diye kavimlerin, toplumların niçin yasını tutalım, bu değişmezliğin günahı, bu değişmezlikle avunarak geçip gidenlerde mi diyelim, diyeceğiz, sunaklardaki kana doymazlığımızı sürdürelim, kalkışanların ve değişmeyen değişkelere taparak, ölümün kanserine, kanın kangrenine ve hummanın karahummasına sarılan kalabalıkların, eline ne geçti; bir kudurmuşluğun, vahşetin, başıboşluğun utkusunu sahiplenenler, dağlarda bir şato, düzlükte bir konak, önünde iki uşakla yetindiler ve bu çağlarda, bir koltuk ve bir de çek defterine iman ettiler, yenilenler barakalarda sabahlamayı sürdürdüler, balçıkla giyindiler, soğukta ürpermenin, sıcakta esrimenin hazzına vardılar, doğaya verdiklerini, doğadan geri aldılar, çapula tapınarak çaldılar, eşkıya olup türkülerle yaşamanın tadını vardılar, ama ölenler öldü, kalanlar kaldı ve dünya ruhların şaha kalkarak tepindiği bir çöle döndü...
 Değer miydi, hangi tanrı, kahrolası ırası ve istencinin, kara ruhunun dolambaçlarında yer etmiş, manik tutkularının, kinik pelesenginin değişmez despotluğunda, bir göksel kuralın, dehşet veren ninnisiyle yaptı bunu ve yetkilerini devrettiği, şeytanın sadrazamlığında, krallarla paylaştığı... 
 Yalnızca utanç, insanlığın mülkiyetindedir şu dünyada ve tüm düşlerimizde onun içindedir, tanrılarımız, otlaklarımız, krallarımız, dağlarımız; parıldayan sütunları ve göz alıcı, kozmik renkleri ve düşsel dolambaçlarıyla kentlerimiz, kan tutan sırtlanlarımız ve bakışları yüreğimize işleyen ceylanlarımızla...
 Yaşam nedir, köklerinde ne olabilir bir yana, tüm canlıları zorlamak, bir yadsıma ve yanılsama olurdu ama can sıkıcı bir şey var bütün bunlarda, yaşam için bu denli kolaycı, bu denli düzenbaz ya da yıldıran, uyuşturan bir yaklaşımda bulunmalar çok acı, ya hep birlikte bir yortuda eğlenecek kadar yaratıcı olmalıydık, ya göklere merdiven kurabilecek kadar dürüst, cesur olup, ütopyalar içine savrulmalıydık, severek, sevilerek, tek bir vücut olup, iki kaşık gibi iç içe birleşebilmeliydik.
 İnsanoğlu o kadar acımasız ve öyle günahkardır ki, tarih boyunca en ucuz şey -söylemesi güç ama-, sabun ola gelmiştir bu dünyada, ne yazık ki söyleyişi dilleri yakıp tutuşturuyor, öylesine günahkardır, ölülerinden bile sabun yapıyor olabilirdi, kıro magnonlar, adem ve nisa birlikleri, ne yazık ki böyledir bu, krematoryumlar açar acımasızca, tanrısıyla işbirliği yaparak hayasızca, ama bir türlü ruhunu arındıramaz, arındıramayacak da... Onun için ölüm bir kurtuluştur ve tek umarımızdır bu dünyada. Gerçekliğin parodisidir bu dünya, ona ulaşamayacaksak, niçin kutsamalı, tutkuyla niçin sarılmalı, dinmeyen umutlarla, niçin bel bağlamalıyız ki ona...
 Romanya'da çok tanınmış, derebeyini andıran bir Roman Beyi'nin şanlı düğününde çalıp dönecekmişiz, Romanya, kendini Romalıların bir tilmizi kabul edermiş, çılgınlık ve çiganlıkla bir bağı yokmuş öyle diyorlar. Kapıkule'den çıktığımızda, kültür şoku dedikodusu bir yana, öncelikle sınırı bile geçmediğimizi sandık ki, aynı topraklar, kırlar, ormanlar, sürüp giden yollar; hiç bir şey değişmiyor inanın şu dünyada, ama nasıl oluyor da dikenli tellerle, kulelerle, gözetleyiciler, dürbünler, teleskoplar, revolverlerle ayrılıyor bu sınırlar anlayamadım, acaba dillerin ayrılışı mı buna neden olan, Babil Sendromu'mu ayırdı bizi yoksa, sonra varsıllık içinde yaşamak, olanaklar içinde boğulmak arzusu, benim ürettiğim daha güzel ama, bizimki daha değerli gördüğün gibi, nitelikli olan hangisi bil bakalım, evet bildin, çünkü, biz sizden geçmişte ve gelecekte üstündük lotaryaları, bir benlik krizinin lekeli hummaları...
 Bin bir düşünce cirit atıyor bilincin dolambaçlarında, iki ayaklıların açlığında, doymazlığında, haramiliğin ele avuca sığmaz, değişmez kuralcığında, nerede okumuştum anımsayamıyorum; düşmanlarımız kediye tapıyorlar, öç almanın yollarını arıyorlar diyordu Şuppililuma, Ramses'in oğulları için, ne garip bir yazıt ya rabbim, kedi pusu kuran, öç alan ve kindar bir hayvan olduğu için kuşkulara kapılıyormuş Hattilerin kralı, ne kadar ilginç dememek gerekir, ne kadar yaşam dışı, ne kadar düşlere sığmayacak, us kıran bir saçmalıktır ki, Çin seddinden, Aztek'e, Afrika tropiklerinden, kutupların ötesine kadar uzanan bir hayalettir bu. Kedi, kaplan gibi pusu kurar diye, gizlice hazırlık yapıyorlardır sanrısına kapılmak, doğadan kaynak alan bir alışkanlığı, hükümranlığın tavırlarıyla özdeşleştirmek ve bundan bir doğrulam, yücelen anlamlar çıkarmak, işte insanoğlu... Öyle demeyin, krallar soytarılara, şahlar dalkavuklarına,  avane ve avanaklarına sordu geleceği her zaman, düşmanların ne eyleyeceğini, onların garabetlerinden öğrendi, hükümdarların müneccimi vardı, yıldızlardan yıldız çıkaran, geleceği remil atarak okuyan, baht tacirleri vardı yüzyıllar boyu, bu gerçek olamaz mı, saçmalık ve öylesi düşüncelerin yönlendirmesinde yaşadık biz, yüzyıllar boyunca...
 Bilim, din, sanat ve kol kuvveti, iç içe geçerek yaşadı nice zamanlar, nice yüzyıllarca. Adem'in çocukları ve tanrının işleri böyledir, şimdikinden hiç bir ayrılır yanı yok, kaplanlar ülkesi, filler diyarı, ejderhalar toprağı, yılanlar cenneti ve maymunlar cehennemi neyse, nükleer güçler, roketler gezegeni, gerillalar denizi, siborglar cenneti olumlu ya da olumsuz eşdeğer nitelemelerdir. Çocuklarımıza silahtan oyuncaklar alıyor, eğitim diye, ölümcül yarışlar içine sokuyoruz geçmişten beri, kimseden, kimselerden geri kalma diyoruz, öl ya da öldür demenin dolaylı söylemlerini, yöntemlerini özdeyişlerle süsleyerek, yarış atı haline getiriyoruz, bizler gizli tarikatlar ve cehennem tapınakları gibiyiz.
 Tüm üçgenler, beşgenler, benzeri familyalar, minicik birlikler, alışkanlıklar, gelenekler, akrabalar, sülaleler, akıp gidiyor ve meydanlarda barış söylevleriyle haykırıyor, aksi halde diye salyalar, salvolar akıtıyoruz, bu ne demek; suç bizde değil... Yalnızca bu demek!.. Kimse suçu üstlenmiyor, savaşı çıkaran, yakıp yıkanın kendisi olduğunu söylemek istemiyor ve zaman, o kahrolası belirsizlik, üstümüzden geçip gidiyor...
Basit bir düzenek, basit bir düzenekle yaşam biçimimiz değişemez miydi, şimdi değil, sırası değil, az sonra, zamanı gelmedi, şu bitsin öyle, vakti kerahet ersin hele, dur bekle, öyleyse her şey bu sözcüklerde gizli, nedense, her şey mesmerik bir devinme.
 1789 devrimi diye kralı ezdiler, özgürlük çığlıkları, öç nidaları altında, apoletli diktatörü, Napolyon'u getirdiler, yinelemeler tükenmiyor, bir türlü bitmiyor ki, serpilen, semiren burjuvalar, Borjiyalar, kim varsa hükmetmenin viyadüklerinde, bal süzülen varyantlarda, ellerinde süngülerle, Sibirya'ya sürdüler Fransa'nın çocuklarını, Kraliçe Viktorya köle tüccarı değil miydi, sanayi devriminden sonra ne oldu majesteleri; insan tüccarı, adı değişti kurşuni dönüşümlerin, Mary Stuart'ın bile başını istedi bu çatışmalar, halkını sömürmeye doymayan yönetimler, altın birlikleri, kapitalin, -para metreleri- sömürecek bir şey kalmayınca, dışarıya açıldılar, saldırarak, bir kunduz gibi, yahşi bir kelebek, su samuru gibi..

 Kuzeni Stuart'ı ziyarete gitti, Danimarka prensi, Saksonlar'a, Avarlar Bulgarlara, Gürciler Kürtlere, Ermeniler Süryanilere, Toltekler, Oturan Boğa'ya, Guatemala Bolivya'ya, yumak oldular Gordion gibi ve Avrupa ilk kez kıtalar arası füzeler attı ve deniz aşırı yarışı başlattı. Balistik çağ bitmişti, Atlantik'ten atladı ve deniz aşırı erzak ve can aramaya soyundu, sanayi devrimi modern kölelik çağını başlattı,  paranın gücü ilk kez, Alaska'ya, Hudson körfezine, Oregon'a ulaştı, Magellan karayı bırakıp, Malakka'ya vardı, mavi kan, dünyanın kendisinden daha büyük dedikleri Hindistan'a girdi ve sonunda, Eldorado'da altınlar kumsallara serildi, kimdi bunlar, neydi olanlar, olması gerekenler miydi!..
 Çitlerin çevrelediği, keçi sağan kadınla, sığır çobanlarının kafilesi değil bunlar, sultanların, kralların, hükümdarların, monarkların, şahların, padişahların, prenslerin, sarayların, hisarların, kulelerin, dudak uçuklatan  katedrallerin, çarmıh taciri kiliselerin, mescidi aksa ile kubbetü's sahraların işi bunlar, bir avuç pederşahi yönetime konuyor, seçiyor, seçiliyor, darp ederek, balyozla girerek, göklerden inerek, kanı etten, kevgirle süzerek geliyor ve otların çite çevirdiği topraklardaki kabilelerin, dilsiz çocuklarının, doğayı tanrısı sayanların, eline mızraklar verip, sırtına roketler yükleyerek, düzlükleri, dağları, denizleri ve gökleri fethetmeye, eti ekmek, kanı şarap etmeye, haykırışlarla çiğ şeyleri yemeye, gürzlerle kılıç suyu içmeye, demir dağı kuşatmaya gidiyorlar, gidenler geri gelmiyor ne yazık ki, ama saraylar, kasırlar, şatolar, odalar, ofisler ve çelik putrellerle çevrelenmiş, altın yaldızlı kuleler, oval meclisler, varlığını sürdürüyor, daha da güçleniyorlar ve her şey daha sağlam adımlarla, daha güçlü yasalarla, daha güçlü nidalarla yenileniyor, yineleniyor ve Ruhlar Kuyusu'nun trajedisi sürüp gidiyor.
 Bir gün uzayda kan dökülecek mi, ne romantik bir soru bu, kaçınılmaz bir şey ama yakında uzaya taşıyacağız zımbırtıları, savaşı ve dünyayı... Bayraklarla, flamalarla, eskisinden çok daha güçlü discovery ve soyuzlarla uçacaklar başka gezegenlere ve bir düşman olarak inecekler yeryüzüne bir gün, göklerdeki krallık gerçek olacak, dünya yalnızca bir üs ve yaşayanlar kategori dışıdır artık, medyunlar ve uyuyan esrik birlikler, sınıf, parya ve kösnül kavim olacaklar, eski ahit yatağını bulacak ve exodus tabyaları, seçilmişler bir bir uzaya taşınacak artık, oradan hükmedecekler ezilmişlere ve artık tanrı tahtını bırakmaya hazırlanacaktır belki de, dünyayı sırtlayıp, hiç bir yere kaçamadan, kendini bile kurtaramadan... 
''Köpek var taş yok. Taş var köpek yok. Taşta var, köpekte var. Ama köpek kralın köpeği. Sıkıysa at taşı"
Şarkılarımız, gönül sarhoşluğuna göre sürüp gidiyordur bizim..
''Ulaşırız demiş Faust, evrenin sırlarına. Ve bu yüzden çarpılmış tanrının cezasına; Demek, sorgu sual edilmez tanrı. Karşı çıkıyor insanın aydınlanmasına"
 Uzayıp giden masallar... Bu sistematiğin en tepesinde tanrı var, sonra kral, sonra şürekası, sonra babalar, sonra anne, sonra çocuklar, sonra kedi, biter mi, sonra fareler ve gözle görülmeyen, yok olduğunda bile, kendini üreten haşereler!..  Çırpınıp duruyorlar... Ama önce onlar gidecek, kaybolacak suda sureti, sonra kedi gidecek, kaybolacak suda sureti, sonra anne, baba, çocuk üçgeni, kaybolacak suda sureti, sonra kral gidecek belki, her şey, herkes gibi, kaybolacak suda sureti... Tanrı kalacak yapayalnız, sonra oda gidecek, kaybolacak suda sureti... Çünkü bir yanılsamanın üzerinde yükselen bir doğrulamla, sonsuzluğa koşamayız, koşulamaz... Yeni bir güneş doğacak sonra... Çok şükür yaşıyoruz diyecek yeni doğanlar, bir zamanlar yaşamı bir türlü öğrenemeyenlerle, bir türlü değerini bilemeyenlere dua edecekler, şükredecekler onlara, onlar olmasaydı eğer, biz olamazdık diyecekler... Belki, acemi bir tanrının kurbanı ve körpe bir deneyin çocuklarıyız biz...
 Görüyor musunuz olan biteni, gerekçeleri, savaş bizim kanımızda var, vahşet iç güdülerimizin doyum aracı, öldürmek genlerimizin olmazsa olmazı, bu alışkanlık, avcılık dönemlerinden kalmış olabilir mi!.. Çünkü çağdaş dünya dediğimiz, yazının bulunuşu eşliğinde, belleğin şahlanışında, dört bin yıllık vakadır olsa olsa, oysa avcılık dönemi milyonlarca yıl sürmüş ve evrenimiz beş milyar yaşında, söylenti çok, hep şunu düşünürüm, somut ya da bir tinsel yoksunluktan ölenler, materyalist -anaerkil- ve ruhaniler, sanat için, edebiyat için, resim, müzik, tüm esin perileri için ölenler, şimdi toz oldu, bedenleri her yerde, uygarlığımız kim bilir nerelerde olacaktı onlar ölmese, öldürülmese...
 Bir acemiliğin, iş bilmezliğin, bir yadsıma ve hayata bir türlü yatkın olamayışın, bir cinnet ve cinayetler silsilesinin önderliğinde, olabildiğince, el verdiğince ilerlemişiz biz, vejetaryen klanlar yok olmuş, vahşet sürgit ulumuş, barbarlık kitap olmuş, incelik incinmiş, kırılmış, paramparça olmuş, ama içten içe, onların külleri üzerinde yükseliyoruz, yükselmişiz biz, her seferinde yineleyip, tırmanarak o yarı bildik yolları... Kaybederek kazanmaya alışmışız biz, çökerek yükselmeye, geriye doğru koşup, hızlanmaya...
 'Ben yaşamak için öldüreceksin demeyi, Josephine'in beslediği kediden öğrendim. Bir böcekle saatlerce oynuyor ve sanki öldürmekten korkuyordu, yaşayan ölüyü seviyordu bu hayvan ve eminim bir şeytandı!..' Napolyon böyle demiş olabilir mi, hepimiz tuhafız, gizemliyiz ve içimizdeki dehşetengiz kuyulara inmekle, yaşamını tüketen, zamanını geçiren druitleriz, birer ecinniyiz biz. Benciliz, o şey olmayanda bir, bizdeyse iki olacaksa asla olsun istemeyiz, zaman öylece sürüp gidiyordur ve bir gece, sabaha karşı ya da öğle güneşinin sessizliğinde ölüp gideceğizdir...
 Platon'un mağarasından henüz çıkabilmiş değiliz biz, Korkunç İvan'ın acımasızlığı, Rasputinler'in işgüzarlığı, hayasızlığı, bir natzi olabilmenin tutarsızlığı ve Normandiya'da vızıldayan şeylerin arsızlığı, yeryüzünü terk etmedi henüz, içimizdeki boşluğu kalubeladan beri dolduramıyoruz... İyi ile kötünün sonsuzda birleştiği umarsız varlıklarız biz. Tanrı bizi bir vahşetin gerekçesi, bir barbarlığın sureti olarak yaratmış. Ne yazık ki, kendi günahlarından korkan bir yaratığın, safrasıyız biz. Söylemekten niçin kaçınmalı ve yinelemekten niçin çekinmeli, o diyor ki...
''Öyle günahlar işledim ki, Binlerce yıl tövbe etsem, Cehennem kapısı yine de kapanmaz. Seni şu ellerimle boğup öldürsem, Cezalarımı biraz olsun artırmaz.''

 İşte, Romanya'nın hiç bir ülkeden farkı yok, dünyanın hiçbir yeri diğerinden farklı değil, alışkanlıklarımız değişiyor, vahşet giderek yükseliyor ve görünmeyen tutsaklığımız sürüyor. Düğün insanların çılgınca oyunları, us dışı eğlenceleriyle dolu ve öylece bitti, çalarken ağlamamak için kendimi zor tuttum, insanların, yaratılmışların bu denli kendilerinden geçmelerine neden olan, totemik çağların alışkanlığını, dehşet verici bir gereksinimle, bir transa dönüştüren duyguların, ne olabileceğini anlamaya çalıştım, sonra dedim ki, aniden bir rüzgar geliyor ve aralarından biri, bir kaçı ya da hepsi birden yok olup gidiyorlar, bu içgüdülerinde var ve çılgınca eğlenerek hiç bir şeyi anımsamak istemiyorlar, her şeyi ve her şeyi unutmak istiyorlar, ölümden korkuyorlar ve onu kovmak, ondan sonsuzca kurtulmak, bir sonsuzluğun özlemiyle yanıp tutuşarak, sonsuza ulaşmak, ona ermek istiyorlar, olanaksız olduğunu biliyorlar, ama hiçlik bir canavar olarak içgüdülerinde yer etmiş ve bu korkunç kendinden geçmelerin, dizginsiz bir kahkaha ve coşku dolu, amansız mutluluklarının ardında bir vahşet ve bir yok oluşun, düşlenemez bir dünya, hiçliğin ve anlamsız bir yalnızlığın, belli belirsiz ama mutlaklaştırılmış bir belleğin oyunlarında, açık ve ürkü veren izlerini görüyorlar ve kendi ruhları fısıldamasa, ölümüne kaçınsa bile, sonlarının böyle olduğunu açıkça biliyorlar ve çıldırıyorlar.
 Şu kalabalığın görkünç gürültüsüne ve korkunç kakofoninin sınırları parçalayan desibeline bakın, kimse kimseye bir şey söyleme derdinde değil, kimse kimseyi umursamıyor, herkes kendisiyle baş başa ve herkes çığlıklarla bağırıyor ve herkesin tanrısı içinde, gerçekte yalnızca onunla konuşuyor ve artık varlığı yalnızca kendini yaralayan, başı bozuk, belki tutsak ama zincirlerinden kurtulmuş ve ne yapacağına karar verememiş bir güruh, bir trans durumu bu; İnsanlık...
 Eğlenmek, onlar adına, için için ağlamanın volkanik bir ateşi, bir yanardağ püskürtüsü, bölük pörçük akıp giden, ateşli lav sfenksi ve tüm acıları, tüm olan biteni, umarsızlıkları gölgeleyen, bir düş, bir sanrı ve bir cehennem içindeki, tanrılarının oyunları!..
 Umarsızım ben, kemanım yatakta bir ölü gibi uzanıyor, kaburgaları çıkmış, canı çoktan çekilmiş bir ölü, boynu incecik, tüy gibi ve pişmanlıklar içinde, başı gövdesi kadar var nedense ve gözyaşları içinde ne yazık ki, sürekli öyle ve biliyor ki, ikimizi de ölüm bekliyor... Kurtuluş yok, boşunalığın baladı da çare değil, umudun destanı da...  'Kendi kendimizle yarışmaktayız gülüm, Ya yıldızlara götüreceğiz hayatı, Ya dünyamıza inecek ölüm' demiş, hep sevdiğim şair, ama ben şarkılarla eşlik edemeyeceğim size, umutsuzum ve öleceğim...
 Görmek istediklerim burada değil, orada da olmayabilir, öyleyse sonsuzluğun kucağına atılmak ve hiçliğin kollarında uyumak istiyorum... Buradaki gibi yalnız ve oradaki gibi çıplak, kimsesiz. Düşüncelerimle uyum içinde olamadım, yaşama hiç bir zaman tutunamadım, bağlanamadım.
Ben başaramadım...


43
 Tamara öldü. Maria'nın kızı... İnsan bir ölüm haberini nasıl karşılar, birden sarsılır, şaşırtıyla kayıtsızlığa kapılır, bir şey çarpmış gibi durup kalır ve kimi zaman kendisinin de öldüğünü sanır, gözlerine yaş dolar, belki bazen şaka mı diye gülümser, yüzlerce algı, karşılama türü var, bir hiçlikle yüzleşmenin, yoksanan, sınır ötesi bir duyumun...
 Sağlığının bozulduğunu biliyordum ama böyle birden yaşamdan ayrılacağını düşünemezdim. Göğsünden akciğerine sıçramış tümör ve geç kalmışlar, bir tür yoksulluğun çarkıfeleği, bedenini düşünecek vakti olmuyor bu durumlarda insanların, göçmeniz biz, sürgün, nedenlerini sıralasak, binlerce sayfa karalasak, kapılar çalsak, oradan oraya savrulsak da bir şey değişmiyor.
 Olmuş olanı tanrı bile değiştiremezmiş, en kolay çıkış yolu, suları durultan tek yaklaşım bu, diyoruz ki olmuş bir kere, geriye dönülmüyor, başka bir şey söylesen olmuyor, sözcükler yalpalıyor, sözcükler yetmiyor, yetersizlikle inliyor düşünceler, esnekleşiyor, bayağılaşıyor, yavaşlıyor, -yavan- tatsız, gereksiz bir şeye dönüşüyor. Çünkü düşünce kabullenilir, düzgün doğrusal, lineer dedikleri, her şeyin açık seçik görünebildiği, doğal bir habitatın, açık toplumların yüzebildiği bir vaha, mevsimlerin dönüp durduğu cennetsi bir bahçenin ürünüdür. Boyutların çöktüğü bir havza, dengesini yitiren bir normalite, kaotik, simetrinin yerle bir olduğu bir kargaşa, ölüm ve cinnet, şiddet ve hegemonya, bir metal yığınının, çelik bir bariyerin, sonsuz boşlukta, küçücük, amorfik bir gök taşının ışığı eğip bükmesi, kırılarak sonsuzca akışından, varmak istediği yoldan, ulaşmak istediği yatağından çevirmesi gibi; düşünceyi eğer ve rayından sapmasına yol açar, ve olağanlığın deliliğin edimleri adını verdiği anomali başlar.

 Düşünce güdükleşir, kısırlaşır, hiçleşir, ilkelleşir ve bir zamanlar aslan gibi heybetli, tavus gibi göz alan, kaknus gibi ötüşlerle, bir zümrüdanka, bir masal kuşu, cennetten bir kanatlı gibi ışıldayan o şey birden kırçıllaşır, tüyleri birbirine karışır, ağzı yayılır, kıvrılır, dili pelteleşir, dönmez olur ve ölümden beter bir görüngünün içinde, cüceleşip, kurak bir çöle dönüşerek, yitip giden bir ıslık, derinlerden gelen, duyulmaz bir fısıltı gibi ıssızlaşır ve verimsiz kovanına, mağaramsı kovuğuna girerek bir daha görünmez olur, ime time karışır.
 Düşünce algılanabilir, esintilerle dolu, güneşin ufuktan doğduğu, dağların, denizlerin, bulutların arasından battığı, ayın yakamozlarla aydınlıklar saçtığı, bir dünyanın ürünüdür. Son iç çekiş köyü, düşüncenin düşmanıdır ne yazık ki, kavga, savaş, kargaşa ve ateşler içinde dönüp, sürüklenen bir dünyada -bizimki gibi- oradan oraya savrulmalar düşünceye durgunluk verir, çayırlar bitmez, güller açmaz, ağaçlar yeşermez olur... Yapraklar değil, dünya dökülür... Düşünce yaşayan varlıkların, soluk alan bir dünyanın ve ölümün karanlıklarından uzakta, aydınlıkların ürünüdür ve bir metafor olarak, karanlığa övgüler olsun çünkü o bize düş kurmasını öğretti denilse de, karanlık bir görsellik, bir olgulanım, bir varlık olarak düşünceyi besleyebilir ama yaratamaz... Bir karanlık olması sıfatıyla, canlılığın karşıtı değildir ölüm, düşüncenin karşıtıdır.
 Büyük patlama bir ışığın -aydınlığın- patlamasıydı, ışık, karalar bağlamış, kendisinden başka hiç bir şeyi görmeyen, özbenci bir tanrının çocuğu olarak, karanlığın kulesinde, kısır bir sonsuzluğun, mikronik bir parçacığın içine hapsedilmesine dayanamadı ve sonunda başkaldırarak yaratıcısına, varlığını haykırdı onu aydınlığında boğarak, tüm karanlıklara, yokluklara, uçsuz bucaksız boşluklara ve ölümlerden başka hiç bir şeyin çiselemediği, rüzgarlardan başka hiç bir şeyin esmediği, hiçliklerden başka, hiç bir şeyin görünmediği uçurumlara aktı ve tüm evren ışıklar altında kaldı, bir konfeti, bir havai fişek gibi yayıldı ve sonsuzluğun sonsuzluğuna doğru koştu göz pınarları...
 Pandora'nın Kutusu'ndan kurtuldu ışık ve bir daha geri dönmeyesiye dağıldı, sonsuz evrene... Ölüm karanlıktır, ışığın yorgun düşmesi, bir süre dinlenmesi, yaşam sunucu, bakir (soylu, tek parça), üretken ve verimli aydınlığına bir süre ara vermesidir. Bir ışığın parçacıklarıyız biz, karanlık tanrımızın gölgesiyiz ve hala ona bir yükümlülük duyuyor, borçlu  duyuyoruz kendimizi, bir vesileyi, yaratıcı bellemişiz, ışık bir gün o sorumluluğunda, bu oyununda altından kalkacaktır, yükümlülüğün sona erdiğini, esaretin bittiğini söyleyip, ahdi silecek ve tanrısız bir evrenin, sonsuz barışıklığı ve ışık bahçelerinin dingin güzelliği altında yaşam sürecek, uğraş ve çaba, çatışkı ve -diyalektik- kavga, yalnızca evren adına, yaşamın güzelliği ve geleceğe taşınması uğruna, var edilmiş bir yarış adına, bir estetin yerine getirilmesi, değişerek geliştirilmesi ve yaratılmış, doğmuş, doğurulmuş bir canın, melekler gibi söyleşip, inciler dökünerek çalışması ve bir ceylan gibi koşuşması adına çabalayacağız artık, varlığımız tanrılaşacak ve yaratılmış, bir -yaratan- olacaktır artık... Ve ışıkla kol kola sonsuzluğa doğru sürecektir yolculuk, var oluşun amacı işte budur, ışık anamız, annemizdir bizim ve tanrı gerilerde kalmış atamız, atalarımızdır artık belki de...
 Ölüm... Bir rüzgarın içinde sürükleniyorsun ve işte acı son... Böyle olmasa başka türlü ne olabilir, yoksulluklar, yoksunluklar içinde yaşayacağız, hepimiz öyleyiz, neye yarar, insanın maddi, metavi olanakları elvermiyorsa, kısıtlı, bir kısırlığın içinde yüzen, temel sorunlarından başını kaldıramıyorsa, savrulup gidiyor işte böyle, Tamara... Yazık değil mi diyemiyor insan, dili tutuluyor ve gözleri doluyor artık ne yazık ki...
Yoksulluğun dünyalarına, hayatın ve ölümün baskılarına, kederin, üzüntünün, dile gelmez olanaksızlıkların içinde, yitip giden düşünce yuvalarının içinde, kendi yaşamını unutuyor, çocuğuna vermeye çalışıyor artık verebileceğini, özverilerini ancak yavrusuna sunabiliyor, ancak onu ayakta tutabiliyor belki de, tutmaya çalışıyor, vücudunda yürüyen o sinsi, sömürücü çengelin ayırdına bile varamıyor, ağrı, sızı bile duyamıyor ve Tamara'ya şu  yaşam artık çok görülüyor, ama o bunu göremiyor ne yazık ki ve birden ortaya çıkan hayalet, tersinir patlamalar ve çok geç...
 Öylesi ilaçlar ve minicik göz yaşları sonucu değiştirmiyor, kemirici, yüz yılları yenmiştir ve gene yeniyor, geride bir çocuk kalıyor bazen, annesini anımsayamayacağı yaşta, geçmişten geleceğe, onunla ilgili hiç bir anı belleğinde yer etmemiş, geçmişi olmayan bir Havva çocuğu... İnsan!..
 Sanrılar üretecek artık, bir gün kucağına almış, komşusunun çiçekler açmış bahçesine götürmüştü beni... Oysa öyle bir şey olmadı, başka bir anıyla karıştırıyor onu, belki de belleği düşlere sarılıyordur, nasıl olabilir ki, son kez içini çektiğinde, gözlerini sonsuzluğa diktiğinde annesi, o belki bir yaşındaydı, ikisine basmamıştı belki de, diyelim ki üç olsun nasıl anımsayabilir ki...
 Tamara'yı gördüm ben, bedeni o kadar zayıftı ki, avurtları çökmüş, saçları tel tel, yer yer ağarmış, bir ayağı sanki içeri doğru kıvrılarak aksamış, göğüs kafesi bir tahtaya, kaburga kemiklerinin engebelerinde, çorak bir toprağa dönmüş, minicik, totemik bir yaratık, küçücük bir sfenks, tanrının bir oyuncağı gibi, öylece duruyor ve ne dünyayı, ne de bizleri artık göremiyordu, çocuğuna süt veremiyor, veremeyecek artık, nasılda mutluydu o günlerde, yalnızca veriyor olmak, bir karşılık beklemeden, hiç düşünmeden sunmak ab-ı hayatı ve bağışlayıcı olmak, bir tanrıça olduğunu düşünüyorsa, nasılda haklıydı Tamara, nasılda mutluydu ama bunu çok gördüler ona...
 Gömleğimsi, beyaz bir üstlük vardı üzerinde, ancak ölülere yakışır, bir kuş gibi havaya kaldırdılar, o kadar hafiflemiş, tüm acılarından kurtulması insanın, böyle bir şey midir. İşte bana çok gördüğünüz dünyadan ayrılıyorum, artık size yük olmayacağım, bebeğime bile bakamayacağım, denizlerin, göklerin, yıldızların eşliğinde, gölgelerin oynaştığı bahçelere çıkamayacağım... Kojlu mezarlığına gömdüler onu, yeni yakınlarının yanına, anlatacak hiç bir şeyi yok artık....
 Maria'nın tek kızı, annesiyle sürüklendi buralara, nereye gittiğini bile düşünememiştir sanırım, bir zorluğun içinde annesiyle çıktıysa yola, gidiyorsa uzaklara, hangi çocuk neyi düşünür, neyi düşünebilir ki, demek ki öyle, öyle olması gerekiyor, yoksa anneciği elinden tutup getirir miydi buralara, anne belki umarsız, belki tanrı öyle istemiştir, öyleyse olması gereken olmuştur.
 Kim canını kurtarabilir ki bir başkasının, aynı zorlukların içinde yüzüyorken, bedenler ayrı, ruhlar ayrı, yalnızca bir paylaşımın, küçük çabaların ortaklığı ve aman yavrusunun başına bir şey gelmesin, dilerim görmediğimi görür, yaşamadığımı yaşar dileklerinin, tasalanmaların dünyası, kimsenin yapabileceği bir şey olmamış, Habil ve Kabil'in dünyasında, sürüp giden Nuh'un tufanında...
 Maria... Kaderini arayan kadın... Acıların en büyüğünü tattı işte. Sen çocuklarının, doğurduğun melekler yüzünden, büyük bir acı yaşayabilirsin yavrum, ağzından yel alsın, tövbe de, nasıl oluyor o, onlardan birinin başına, dermansız bir iş gelebilir yavrum, ah deme... Bu söylenir mi insana, iyi ama şu kırık fincanda, geleceğime bir bak dedin yavrum...
Tamara, burada, yeni yaşamında, annesinin çabalarıyla yan yana çalıştı, omuz omuza çabaladı, işe girdi çıktı, yıprandı, süründü, bambaşka toprakları, bambaşka insanları tanımaya  uğraştı, alışmaya çabaladı, yeni dünyasına, diller farklı, dinler farklı, düşünceler farklı, anlayışlar farklı, sanki gençliğinin ortasında, belki yolun yarısında, yeniden dünyaya gelmişti ama nasıl...
Neden layık gördü onlara bu yaşamı, öyle bir tanrı, neden, neden hali vakti iyi olan, zorluklarla, kolaylıkla baş eden insanlar, savrulmaz maceraların içine de, neden iç çamaşırı dolu bohçalarda, torbalarda, ekmeksiz, beş kuruşsuz, bahtsız, baharsız, yollara sürer bu insanları ve sonunda acımaz -acaba acıdığı için mi- aralarından sıska, güçsüz kalanlarını, birden yanına alır...
'Dönüyor labirentinde, kapkara iniltilerle, ak başlı minotaur.'
Tanrı bu mudur!..
 Evet tanrı yanına alıyor yarışta geri kalanları, aksayıp, topallayanları, diz çökenleri, ele, eteğe düşenleri, su yok mu, bir dilim ekmek olsa yeterdi diyenleri, yanına alıyor, öbür canlılar doğada ustalıkla yaşamaya alışmışlar, doğayla baş etmeye alışmışlar, ama insan yavrusu öyle değil, bir uygarlık kurmuşlar ve güçsüz olanlar, ayak uyduramayanlar, vahşetin ve dehşetin oyunlarına alışamayanlar, yalnızlığa, açlığa ve ölüme sürükleniyorlar acımasızca...
 Maymundan gelmedik, maymuna doğru gidiyoruz diyorlar. Tanrı, kaldıramayacağı kadar büyük bir kaya yarattı, adını dünya koydu ve sonra altında kalarak öldü diyorlar. Hintli ermişler havada bile yürüyor, bu düz yolda şaşırdı diyorlar. Bilim adamları, teknolojik olarak bizden üstün bir uygarlığın var olması düşük bir olasılık diyorlar.
 Oysa evrende her oluşum bizden daha yüksek teknolojiye sahip, çünkü Tamara biliyordu ki, bizden başka hiç bir yerde, savaş yok, cinayet yok, soykırım yok, ticaret yok, göç yok, faiz yok, genelev yok, ensest yok, sadomi yok, baskı yok, talan yok, sınıf yok, varsıl yok, yoksul yok, Hitler yok, Sezar yok, Napolyon yok, sürgün yok, mülteci yok ve bu koşullar altında saygınlık ve kibir peşinde koşan canlılar yok, Hiroşima ve Nagazaki için tansıklar yaratan bilim yok, keyif veren karbon salınımı yok, sonsuz evren de çitten atlamak bile sayılamayacak bir Mars düşü yok, komşunun külüne bile muhtaç olmak yok, yazın üşümek, kışın terlemek yok, dumanla haberleşmek isteyene gülmek yok...

 Ama ah işte, tanrı gene de, yarışta geride kalanları, uyum sağlayamayanları, tüm çabasına karşın, çocuğuna bile yar olamayanları, gözle görünmeyen bir çengelin, vebacıl bir ölüm virüsünün dansına yenik düşenleri, yanına alıyor... Ah ah, Makarenko bana, kenara alınacağımız saat gelmedi mi derdi kahkahayla!.. Niçin kenara alınıyor, bir yoksulluğun, yoksunluğun, kimsesizliğin azabında tükenenler... Azarlanmak için mi, şurada neden hata yaptın, şurada neden geri döndün, şurada neden çabalamadın, neden kendini göstermedin... Nereden bilsin Tamara bu oyunları, bu kurnazlıkları, kim bilebilmiş ki neyin ne olacağını, hangisini iyi bir sonun beklediğini, kendisi için nasıl bir davranışın, bir kurtarıcı gibi, hayra alamet olacağını, kurtulacağını, kim bilebilmiş ki... Doğduğu topraklardan söküp atılacağını, aç bilaç yoksulluklar, yoksunluklar içinde kavgalara karışacağını, çatışmaların içinde kalacağını... Tanrı azarlayacak mı şimdi onu, günahlarını sayayım mı diyecek, kabuslardan gelir gibi...
Bilinmez ama Tamara'nın bildiği bir şey var artık, bu tanrı iyiliklerin tanrısı değil ne yazık ki; İyilerin tanrısı!..
 Ona sığınmak istemeyişinden değil bu, inanmayışından değil, her şey gibi, her şeyin bir açıklaması olduğundan, görünen o... Tamara kendi dünyasından, yaşadıklarından, bir vantuz gibi kemirici, hiç yoktan biten, üreyen acılarından, bu sonucu çıkardı, ilkel metotlarla sürüp gidiyor bu döngü ve sonsuzca anlamsız ne yazık ki... Adil bir sınav değil bu, başkasının düşüncelerini kabul ederek, kendi sonuna bakıp, farklı sözler etmek isteseydi, yaşadıklarıyla çelişir, kendinden utanabilirdi Tamara, ateşe uzatılan parmağın, mutluluktan uçtuğu nerede görülmüş, ateşin yaktığı ocakların, şu söylenenlerin aksini söylediği, nerede görülmüş. Bu tanrı iyiliklerin değil evet... İyilerin tanrısı. Tamara, bunu söyleyerek gitti...

 Oysa çok çabalamıştı, bütün gücüyle koşturmuş, uğraş vermişti, hepimiz gibi umutlu, hepimiz gibi yaşadığı zorlukları, algılamaz gibi bir hali vardı. Yoksulluk dışardan görünürdü, insanlar tanımlarla, yaftalarla, yakıştırmalarla yaşayamaz ki, sobaya alışmış bir çocuk, görünmez bir ısıtacın, kar havasını uzaklaştırdığını bilemez ki, bilse keyif alamaz ki, önce alışması gerekir yeniliğe, her yeniliğe...
 O kelebekler gibi yağan karda, derin ürpertilerle, mutluluklar içinde yaşamaya alışmış, sobanın üzerinde kızaran ekmeğe, bir parça salça sürerek mutlu olmaya alışmış, ayaklarını uzatarak şarkılar söylemeye alışmış, her zorlukta, çevresinin alaylı kahkahalarına katılmaya alışmış o... Belki süt sağıyordur annesi, belki çırpı çubuk yakıyorlardır, tavukları vardır, inci gibi yumurtalar doğuran, su dereden geliyordur, soğuksa tepeden...
 Ama işte ne olursa olsun, yerinden yurdundan olabiliyor insan, orada, yaşadığı yerlerde kalmalıydılar, savrulmalar olmamalıydı ama açlığın terbiye edeceği bir yaratık gibi kovuldular. Her şeyi orada yaşamalıydılar, gelişmeler, yenilikler olacaksa da, oralarda olmalı, olabiliyorsa uygarlıkları, orada bir cennete dönüşmeliydi.
 Kavimler göçü gibi savruldular, zorluklar içinde, çoluk çocuk bir perişanlığın içinde sürüklenecekler ve günü geldiğinde sırasızca öleceklerdi... Ah, tanrı yanlarına alacaktı onları, kendi başarısızlığını, aç gözlülüğünü gizlemek için!.. Ben kendi ayağımla mı gideceğim, hayır, ben o düşlerin, düşüncelerin kıyısından bile geçmeyeceğim. Varsayımlar  çeşitlemler yaratıyor, üçlemler doğuruyor, kesişmeler ve iç içelik seçme hakkı tanımakta, düşünebiliyorsam varım, varlığım düşünebildiklerimle var, öyleyse düşüncelerimle, düşünebildiğimle var olmalıyım.
 Tamara, moral bozukluğunu bedenine yansıtmadı, ayakta kaldı ve daha sağlam adımlar atabilmek uğruna, buralarda kalabilmek, dayanabilmek uğruna, sınır dışı edilme korkusunu yenme uğruna evlendi, çocuğu oldu, yoksulluk yakasını bırakmadı ve yaşam koşulları ağırlaştı, bir kaç kez karşılaşmıştık, arada görüşüyorduk, iyiydi, günden güne de iyiye gidiyordu, ama son görüşmemizden bir süre sonra, aniden ölüm rüzgarı esti ve yaşam onun için bitti...
 Bazı bedenler ölümle yolculuğa çıkar ve hiç umursamazsınız size eşlik ettiğini. Tamara tam öyle oldu, hiç sağlık evlerine uğramayışı, çengelli virüsün sinsice ilerlemesine yol açmış, ciğerine sıçramış ve kısa süren varlıkların, var oluşun savaşını kaybederek, bir sabah gözlerini açmak yerine, yazık ki kapatmak zorunda kalmıştı...
 Otuz üç yaşında, olgunluk çağı bile değil, İsa'nın çarmıha gerildiği yaşta ölmesi, onun için tek ayrıcalıktı, Maria iç çekerek, bundan söz ederdi.
Geride bir kızı kaldı, eşi aldırmaz biriydi belki ama kötü bir insan değildi, yeniden evlenir belki, çocuğun kaderi, kendi iradesi dışında nasılda değişiyor değil mi, bakabilecekler mi, nasıl büyüyecek, nerelere gidecek...
 Tamara... Sessizdi ve bir sessizliğin içine gömülüp gitti, belki istediği oydu, kim bilebilir ki, çocuğu olmasına karşın umutsuzluğa düşmüş olabilir, kederler içinde boğulmuş olabilir, nasılsa bizim baktığımızdan daha kötü koşullarda yaşamaz diye düşünmüş olabilir, bilemeyiz artık ama kim ölmek ister ki gerçeklikte, varsayımlarla yaşıyoruz işte, yorgunluk ve düş kırıklıkları içinde geçen yaşam, bilinmezliğin erken ziyaretçileriyle, herkesi, her şeyi koparabilir hayattan...
 Sanat diyoruz birde, ben beste yapmadan, bir iş başarmadan, dünyaya namdar olmadan gitmeyeceğim diyoruz, kemanım ilahımdır diyoruz, ama milyonlarca insan, yalnızca yaşam koşullarıyla baş etmeye çalışıyor ve yalnızca yaşıyor, yaşamaya çalışıyorlar, ayakta kalmaya, bir düş kurabilmenin, bir gelecek tasımlayabilmenin ve düşlerle avunabilecek denli bir yaşam üretmenin, üretebilme gücünü kendinde bulabilmenin özlemiyle...  Bütün bunların, ne kadar ayrıksı, korkunç ve dehşet veren bir eylem olabileceğini Tamara'nın ölümüyle anladım. Türün öbür bireyleri, bu yakayı tanımıyor ki... Dünya, kendine ait oda meseli!..
 Mezarına su döktüler çiçekler iliştirdiler ve garip, küçük bir tümseği geride bırakarak hayata döndüler işte, Maria çisil çisil ağlıyordu, açıkça yenilmişti ilk kez, böylesine ağlamaktan utanırdı o, sanki acı da olsa, kaderin oyunlarına haykırışlarla, ağlayışlarla karşı çıkmanın bir ayıp, kusur ve kendi yanlışlarımızı, yanılsamalarımızı ortaya çıkaran, sevgiden uzak bir ritüel olacağını mı düşünürdü bilemem. Oysa baş edilmez kozmosta, suç ve suçlu diye bir şey yok, ağla Mariacık içinden geldiğince ağla da diyemem, en iyisi sessizce ufuklara bakmak ve güle güle Tamara demek... Bizde geleceğiz bir gün nasıl olsa dercesine...
 Bir tasarım şu dünya, her şey tasarlanmış ve yaşam sunulmuş insanlara, aynalar, süslemler, objeler, profiller, belgeler, sistemler, yüzlerimiz, alt yapı, kimyasallar, genetik kodlar, bir ağ örmüşler, fiber optik kablolar, okyanuslardan geçen rotalar, bulutlar, uydular... Uzaydaki eşdeğer tasarımlardan daha iyi olabilir miyiz ki... Maden kuyularından, metaller çıkaran, kölelik koşullarında çalışan insanlardan, yaptığımız cihazlarla!..   
 Acaba geleceğimizde, bu tasarımlarla, mikroplastik, atmosferik, atomik testler, radyoaktivite izotoplar, kara karbonlar, virüsler, etsel politika, kanın tıbbı, körsel ekonomi ve konvansiyonel, sanal silahlarla yarışta öne geçebilecek miyiz... Var oluşumuzun güvencesi altında, soluksuz çağlarımızı duyumsayarak, bulut adamlık taslayarak, uçsuz bucaksız boşluklarda koşturabilecek miyiz...
 Ama dünya savaş ve felaketlerle doluysa, tasarımlarımız berbat demektir. Zehirli, uçtan uca borular, sınırlar ortadan kalksa bile, bu yapay, görünmez ağlarla yarattığımız sınırlar değişebilir mi, binlerce boru hattı ve Kanada, Arktika, Antarktika, hepsinde insanın tasarımı var, sanayileşme, kutuplarda duyduğumuz rüzgarın sesi değil ki, mekanik, endüstriyel ve atomik yapılanmanın çıkardığı, ölümcül çangırtılar ne yazık ki...
 Zamanın boyutundan bile büyük, binlerce kilometre çapta rafineriler tasarlıyoruz, çöller yapayalnız, petrolün sarmaladığı yerleri ve gökyüzünü sömürerek tasarlıyoruz her şeyi, boş yakıt tankları, uydular, kopmuş metal parçaları, kozmonotların kaybettiği, yüzen el aletleri, gezinip duran, insan üretimi nesneler, şu anda yörüngede ve hepsi birer uzay çöplükleri... Norveç'te buzulların altında sakladığımız tohum ambarını, ertesi gün kullandık, kötü, ölümcül bir tasarımız biz.
 İşte böyle...
 Tamara öldü. Önce pek etkilenmedim ama sonra kahroldum, ölüm gerçekte bir durum, burnumuzun kanaması gibi, tek fark, bütün organların durması ve bedenimizin, şu tanrı tasarımının, elveda demesi, garip değil mi... Çünkü, kolumuzu kaybedebiliriz, safra kesemizi alabilirler, midemizin yarısı olmayan insanlar var, daha önce yitirdiğimiz organlarımız, bizi hiç ilgilendirmiyor, onlar yaşamın sürmesine yarıyorlar, ama kanallar akmayınca, iletişim duraksayıp, tümü el sallayınca ve hoşçakal deyince, yok oluyoruz işte...
 O an durum değişiyor ve bir soyutlamayla, sanrıyla karşı karşıya kalıyoruz... Öyleyse, yalnızca başımızla, boynumuzdan yukarısıyla kalabilseydik, düşünüp konuşabilseydik ve tüm organlarımız, bedenimiz olmasa, üzülmeyecektik. Ölüm karşısında üzülmemiz, artık düşünemiyor, konuşamıyor, eyleme geçemiyor olmamızdan kaynaklanıyor, uzay antropoloğu Hawking, belki yaşayan bir ölüye benziyor ama onun için üzülmüyoruz, neden, çünkü o düşünce üretebiliyor, ürettiği sürece yaşayacak o... Öyleyse ölüm düşünsel varlığımızın sona ermesi, başka bir şey değil, ama kem gözlerle dolu bu dünya, Tamara'dan farkı yok onun, yüzüne silikon maske geçirilmiş, doğudaki  dilencilerin övgüsüne mazhar olabilecek kalibrede, bir ahir zaman Nostradamus'u olduğunu söyleyebiliyorlar onun, bu fütürist  kahin diyorlar, gül yüzlü Elizabeth'in sarayının dehlizlerinden, arada bir halkın önüne çıkarılan, porfiri hastası bir ecinni olmasın ve bir gün kehanetleriyle, dünyayı sırtlayıp götürmesin...

 Öyle ki yakınlarımız bize gaipten seslenebilselerdi, artık onlar için hiç bir zaman üzülmezdik, birbirini özleyen iki insan gibi konuşur, duyumlar alır verir, iyi olduğumuzu düşünür ve oldukça mutlu olurduk. Bir gün ölenler için dijital, interaktif, elektronal bir kopya çıkarılarak, sosyal varlıklarını, düşüncelerini öğrenebileceğimiz bir gelişim olsaydı eğer, ölüm duygusunun, bir titan denizi gibi ağırlaşmış kederinden kurtulabilirdik, anneciğim şöyle oldu, ne yapmamı istersin, geri dön çocuğum, sorumluluğunu yerine getirmeye çalış veya o filmi senin de görmeni isterdim anne diyebilseydik, ölüm duygumuz hafifleyebilirdi. Dijital kopya şu, düşünce sistemimizin tüm kayıtları, bellekte depolanmış bilgiler, elektronik, dijital ortama aktarılacak ve her yeni gelişmede, kaydın tepkisi ve ürettiği düşünce ekrana yansıyacak, yani kişi sosyal varlığını sürdürecek, geçmişteki birikimleri, oluşturduğu alışkanlıkları, tepkime ve devinimleri yönlendirecek çipi, bu gelişmeler doğrultusunda okumak istediği kitaplar, gitmek istediği filmleri gene seçerek, belleğe gene yüklenecek ve yeni uyarımlar ve oluşan bilgi sentezleriyle, yazacağı şiiri belirleyebilecek ve hatta ekranda silip düzelterek, işini sürdürecek ama, salt sanal, düşünsel ortamda olacak bu, aynı durumda, bir robota yüklenirse dijital varlık, bahçede eskiden olduğu gibi, mutluluk veren alışkanlıklarını sürdürebilirde, gülleri budayabilir, çiçeklere su verebilir, köpeğiyle oynayabilir, yeni varlığımıza alışmak ve zamanın önüne, ötesine geçtiğimizi düşünmek zorundayız artık ve katlanmak zorundayız yeni benliğimize, çünkü yaptığımız işler yalnızca buydu zaten, kişinin dijital kayda dönüşen, tüm geçmişi ve öngörüleriyle, olası bir çipe yüklenen belleği, organik varlığının, metalik varlığa dönüşmesinden başka bir şey değil, düşünsel varlığımız işlevini sürdürebildiği gün, yeryüzü ölüm korkusunu sonlandırmış olabilir, bir geçişin pratik gerçekliğine zamanla uyum sağlayan siborglara dönüşerek, zamanın ve mekanın ölümcül baskılarından kurtulacağız. Bunun tek problematiği, insanlığın öngörülerinin, yarın neleri getireceğini bilemeyişimizdir, belki buna gerek kalmayacak, belki başka bir yöntem bulacağız ya da belki -olanaksız diyorum ben- yok olacağız.
 Tamara... Maria'nın kızı, bu olasılık ikimiz içinde geçersiz ne yazık ki, güle güle, neler düşündük biz, içimizde yaşayan, varlığını sürdüren seninle, düşündüğüm o ki, söylemek istediğim, başına gelenden korkmamalısın, hepimiz aynıyız biz...
 Biz ölümü değil, yaşamı sıygaya çekmiş olacağız, tek farkımız bu ötekilerden, yaşam kendini sorgulayacak ölümümüzle ve onunla ödeşeceğizdir belki de!..
 Ölümü özlüyorum, karanlığın içinden gelmişiz ve genlerimizde onun, hiçliğin izleri var, insanlığın naturasında kavga, savaş, çatışma, canavarlık, şiddet, soykırım ne ararsan var. Bir gariplik var bunda... Öyleyse bir süre dinlenebilirim, niçin tasalanmalı, bunlar var tasarımlarımızın içinde!..
Tamara, hiçliğin hepliğine, hepliğin hiçliğine sürükledin bizi gecede, şimdi şu daracık odada, kendi içimizde sürüp giden, sonsuz bir yolculuktayız, ama kırık pencereden dışarda, korkunç bir devinim, amansız bir koşturmaca var, yarış... Yarışta değil, hiç bir zaman yakalanamayan bir anlam arayışının peşinden, ölümüne sürükleniş!..
 Ölümü özlüyorum ama bu acılar yüzünden, damarlarımı kesemem ki, şiddete meyledemem ki ben, kendini öldüren korkaktır gerçekte, insan sevgisiyle doludur ve o bir melektir belki de, o kimseyi üzemediği ve hayatı açıkça lanetlemekten çekindiği için canına kıyar.

Tamara, düşündeki ipek yatağın, ürküyor artık senin için, senin kurak, bakir ömrünün yüzü gülmedi, bakir çocukluğun hiç bir şeye doymadı, alevlerin getirdiği işaretlerin salkımlarıyla, estetiğe büründü şimdi o, ölüm okyanusunun  girdabına karıştı mavi gözlerin, beslediğin o mavi güvercinin homurtusu, rüzgarın soyunduğu deri giysiler içinde şimdi ve sessizce hıçkırıyor, rüzgarın kalbi, yağan yıldızlar gibi, bitkilerin pamukçukları gibi, pencereye düşen kar gibi, üstünü örtüyorlar şimdi... 
Tek üzüntüm, sana şu şiiri okuyamayışım, duygularımı aktaramayışım. Tek odalı bir bodrum katta, tuhaf biriyle paylaşmıştım ilk kez. Elden ne gelir...
''Çocukluk çağlarından birinde karşılaşmıştık. Güneşe doğru giderken sana bakmak için dönmüştüm; sen de dönmüştün, ‘Kalplerin görebileceğini söylüyordun’ ve bana el salladın.  Aramızdan zamanın duru tadı ve bir insan ırmağı geçiyordu, Yakup’un Düşleri’nden bir gün batımıydı. Bu anın sonsuz bir ayrılık olduğunu, hepimizin birer ‘Araf Yolcusu’ olduğunu nasıl bilebilirdim. Birbirimizi bir daha göremedik ve bir yıl sonra ölmüştün. Şimdi o anıyı arıyorum ve bir yanılsama olduğunu, küçük bir elvedanın ardında, sonsuz bir ayrılık olduğunu düşünüyorum. Bu gece ‘Elem Denizleri’ni kucaklamak istedim,  olanları anlamak için Attar’ın ustasının, dudağına yerleştirdiği öğretiyi yeniden okudum.  Bedenin öldüğünde, ruhun özgürleşebileceğini okudum. Şu an gerçeğin bu yakıcı melankolide mi,  yoksa o sonsuz elvedada mı olduğunu bilemiyorum. Ruhlar ölümsüzse, ayrılıklarında sessizce olması iyidir. Elveda demek ayrılığı yadsımak, yine görüşeceğiz demektir. Bugün ayrılır gibi yapıyoruz, ama yarın yine bir araya geleceğiz. İnsanlar, ayrılığın oyunlarını bilemediler, çünkü ölümsüz olduklarını sanıyordular, her ne kadar kendilerini sıradan ve gelip geçici sanmış olsalar da; Bunun için üzünçle ve özlemlerle dolular. Tamara; Bir gün yeniden görüşeceğiz ve şu belirsiz söyleşiyi sürdüreceğiz ve ‘Sonsuzluk Irmağı’nın kıyısında, bir zamanlar bizler kimdik diye, birbirimize yine soracağız''.


44
 Müzik tanrının düşüncesi, dili diyorlar, ama bir nedeni var, yüceltme kaygısıyla söylenmiş bir söz değil bu, çünkü müzik gerçekte insanlığın ortak dili ve çeviri gerektirmiyor. Bütün kutsal kitapları çevirmek gerekiyor, bazen birbirinden farklı çeviriler üstelik, ama müzik, öyle değil, hepimiz anlayabiliyoruz onu, gene de bir kesinleme olarak görmemeliyiz bunu... Maria başka bir şey söyleyebilir günün birinde, gökten tanrı iner, doğrusu şudur diyebilir, görüşüm değişebilir ve çelişebilirim de; tüm vargıların, dünyanın renkleri olduğunu düşünmeliyiz ve her yolculuğumuzda, değişen manzaralarla, bambaşka tatlar almayı sürdürmeliyiz.
 Müzik hepimizi sevince boğabiliyor, emel denizlerine sürükleyebiliyor, keder vererek, göz yaşı dökmemize neden olabiliyor, müzik evrenin her yerinde aynı tınıyı, aynı sesi, aynı akışı veriyor... Müzik barışın adı...
Bitkiler, taş ve topraklar, suyun içinde yüzen anemonlar, nitemsiz mercanlar her şey canlı gerçekte, ama ne zamanki zoolojik yaratıklar ortaya çıkmış, düzen bozulmuş, hiç bir ağaç bir başkasını boğazlamıyor, başka bir bitkiye saldırmıyor, yer değiştirmek için kendini götürmüyor, uçuşan özeleriyle yayılıyor, bitki yalnız güzellik için var, yeryüzü için var, evrenimiz için var ama insan, zooitler ne yazık ki birer canavar, antropolojiye göre bir sapma olduğunu söyleyende var, devinebilen bir yaratık, varmak için bir başka yere, yöreye, özesini yele bırakmayıp kendini götürebilen bir yaratık, öldürücü, yok edici olabiliyor, nereye gitse zoolojik varlık, bir bitki gibi davranamıyor, saldırganlaşıyor, sınırlar koyuyor, vandallaşabiliyor, deniz ve toprak, güneş ve gökler yetmiyor ona, birbirini yok eden, diğer tüm canlılara saldırabilen bir yaratığa dönüşüyor artık, bu bir evrim periyodudur belki, gelecekte bu saldırganlıktan kurtulabiliriz belki, bitkiler gibi sevecen, denizin mercanı gibi göz alıcı, göklerin rüzgarı gibi esinleyici olabiliriz belki de... Niçin esen kal deriz ki... Esebiliriz bir gün, belki de...
 Arılarında müziği var, tümüyle çiçekler açmış, renk denizini giyinmiş bir ormana, oradaki bir ağaca yaklaşın, arıların sesi, nasılda mutluluk verir insana, yüzlercesi çiçeklere konarak, şükredici sesler çıkarır, üretken, verim dolu sesler çıkarır, sonsuzca anlamı var belki, kuşların ötüşü, öğle güneşinin dingin ovada, bitkin örümcek ağlarında, ıssız dağlarda, herkesin işiyle baş başa, çekip gittiği, bomboş, o ıssız avlularda ki, duyulmaz, sonsuzluktan gelen, bir canlılar cennetinin var olduğu çağlardan süzülen inleyişi, sessizliğin kutsal sesidir o...
 Uçurumlarda, yalçın kayalıklarda, doruklarda da vardır o ses, o yamaçlarda, uzaklarda, gözden kaybolan bir kurt, uzun kuyruklu, ince belli, arada dönüp bakan, sonra bir sonsuzluğa yol alan, dağların yalnızı bir can, aşağılarda, bodur ağaçlar, çalılıklar arasında kaybolan tavşan, otların içinde yüzyıllardır yürüyen, yalnızca yürüyen, yürümeyi amaç edinmiş bir hayvan, bir derviş, bir ermiş, tanrısıyla, doğasıyla, her şeyiyle iyi geçinmiş bir hayvancık, kaplumbağa...
 Kelebekler, güneşin sızdığı, esintili dallarda, kırmızı, mavi, sarı, yeşil, dünyanın tüm renkleriyle bezenmiş, yaprakların arasında, bir aşığını arar, bir sevinin ışığında, dönüp durur kelebekler, minicik tepelerde sütleğenler, garip bir yeşillikte, sapsarı çiçekleriyle, egzotik bir katkı sunuyorlar tanrının dünyasına, yol kıyılarında böğürtlenler, küçücük bir evren gibi, kara kızıl yuvarlaklarıyla, selamlıyorlar, özlemlerin yüreğini...
 Ah, işte çitlerin ardında, bakir çalılıklar arasında ve bademlerin ötesinde, çılgın nar ağacı, ah, o nasıl açar bilir misiniz, onun kırmızısı dünyada yoktur. Nar... Yangın demektir, ateş rengi, aydınlık... Aşk!..
 Öyle gümrah açar ki o, dalları görünmez olur, bir nar kırmızısı dünyayı alır ve bir şemsiye, bir kubbe, çiçeklerden, devasa, görkemli bir bulut gibi, gözümüzü alır artık. Bir nar ağacının, ateşlerden örülmüş dünyasını görmeyen, yaşamadan ölür...
 Badem ağaçlarının, vızıltılarla dolu pembesi, ah, o derin ve tanrının mayhoş, esriklik veren, esirgeyen, bağışlayan kokusu. Papatyaların, el değmemiş yamaçlarda, ıslak, çiğ dolu, kabarmış topraklarda, sarı beyaz bir çelenk gibi, bir demet gibi yayılışı ve sonsuzluğa doğru boyun büküşü...   
 Sümbüllerin incecik, o zarafette biricik, çıt kırıldım yapısı, tanrım bu nasıl bir koku, varsın evet, varsın tanrım, sana sığınıyorum artık, kendimden geçiyorum, unutuyorum her şeyi, unutuyorum tüm acılarımı, unutuyorum dünyamı, Maria'yı, Makarenko'yu, kemanımı... Tamara'yı...
 Tamara, elem veren yaşamında, kaç kez gezebildi, çiçeklerin arasında acaba, ışıkların bahçesinde, özgürce kaç kere haykırabildi, uçurumların yankısında, kendi sesini kaç kere dinleyebildi acaba, işte, neden böyle dünya demekten, kendimi alamıyorum artık... Umarsızlık, içimdeki kuyulara çağırıyor beni, çiçeklerin arasında, içime doğru iniyor ve karanlıklarda sürüklenerek, yok olup gidiyorum, her zamanki gibi.
 Ama işte özlemlerim, yeryüzünün tüm çiçekleri, menekşeler, lisyantuslar, bin bir çeşit, sonsuz bir gül denizi, manolyalar. Ah, o tanrısal koku, yaseminler, begonviller, ebedi çiçeği dünyanın, yıldızlar, glayöller, şakayıklar, sayısız, adsız, pusatsız bir dünyanın, sonsuz, uçsuz bucaksız bahçeleri,
 Yürüyorum batan güneşe doğru, çiçeklerin içinde, yaprakların arasında, birden çıkan rengarenk böcekler, barışçıl bir işbirliğinin tanrısıyla, onlarda uçuyor, birinden diğerine konuyor, kelebekler omuzumdan başka çiçeklere, oradan yine omuzuma doğru uçuyor, irisler, ah, irisler, dünyanın en güzeli hangisi tanrım; İris, ölüm zambağı!..
 Bu koku cennette olamaz, olamaz ki, çünkü onun eşi yok, biricik o, onun güzelliği, kıvrımları, salınışları, içinde sayısız, dünya kadar, pembecil, göz alan böcekleri ağırlayışı, bu çiçek tanrım; sen olabilir mi... Nasılda şaşırtıyor beni, bu büyücül, tılsımlı, tansık dolu dünya, çiçek denizinin ortasında, bilmediğim, görmediğim bir gezegenin, bir renk cennetinin içinde, güneşin battığı yere, dağların, bulutların içine doğru gidiyorum, giderek küçülüyorum, çiçek denizlerinin arasında yitiyor, sonra minik, küçük bir çiçek oluyor ve hafif bir esintiyle, batmakta olan güneşin içine sürüklenerek kaybolup gidiyorum, tanrının, güneşin ve hepimizin, tüm evrenin bir çiçek olduğunu biliyorum artık...
 Kemanıma sarılmış, uzun gecenin, korkunç yalnızlığı içinde uyanıyorum. İçtiğimi sanıyorum çaresizce, dalıp gitmişim... Düş görmüşüm sanırım... Tamara'nın ölümü sürükledi sanırım bu düşlere, onun acılarını kemanımla dile getirmek isterdim, biliyorum bu acımasızlık ormanında yapamayacağım, ama her şeyi içine alabilen bir tanrının dünyasında, bir düşüncenin, bir dilin, bir çiçek bahçesinin, bir renk cennetinin içinde, solup giden bir dünyanın, tüm acılarını anlatabilmek isterdim...
''ben hiçbir zaman hiçbir şey olmak istemem / ben hiçbir zaman hiçbir şey olmak isteyemem / ben hiçbir zaman hiçbir şey olmak istemeyeceğim / ama bende dünyanın tüm hayalleri var.''
 İşte bu duyguların eşliğinde, her bir şeyi anlatan ve mezarında Tamara'yı, o minicik dünyayı ağlatan, bu düşünceydi. Ne yapalım, bu dünya mezarlıklar dünyası, en büyük anıtlar, dudak uçuklatan mimari, us dışı görsellerin tümü mezarlık, piramitler, lahitler, kümbetler, kabartmalar, rölyefler, taş oymadan ilahlar, köpek başlı sfenksler, kiliseler, görkemli, tütsü kokan, yıkılmış, viran olmuş her şey, ne varsa, ayakta kalan, felç olan, gözlerinden yaşlar akan, hepsi mezarlık. Bir ölüm uygarlığıyız biz, yerin altından gelen mırıltıların, yürek yakan ilahilerin dünyasıyız...
 Sanat, sanatın tüm dalları, özü bakımından geleceğe dönük, insan sever, yaşamı kutsayan bir nitem dünyasıdır diyorlar, sanat yalan söylemez mi, her şey özü bakımından, gelecekçi değil mi, politika, sanayi, ideolojiler, düşünebildiğimiz her şey, düşleyebildiğimiz tüm üretimler... Her şey bir iyilik adına yapılır bu dünyada ve gerçekten öyledir. Ama işte sır neden dağılır, ayna neden parçalanır, onu bilemiyoruz, onu bulamıyoruz...
 Sanat, her şey gibi bir iş koludur ne yazık ki, görecelilikle, yıkıcı bir unsura dönüşebilir de, her şey gibi... Tarih gördü bunları ne yazık ki, can alıcıyı övdü sanat dünyası ve geçip giden zaman ve her şey bir insan yapısıdır, her şey, cennet ve cehennemden bile kovulmuş insan!..
 Tüm üreti ve düşüncelerimiz, çağımızın geçerli kuramlarından, göze ve göreneklerinden yükselerek, varlığını yaratabiliyordur yazık ki, tüm düşüncelerimiz ve sanatın her objesi, süjesi, somut ve soyutlamaları zamanının, içinde bulunduğu bir dünyanın ürünüdür, yaşamın getirdikleridir zorunlukla, gerekleri, gereksinimleridir.
 Itırlı bahçeler, Guatemala efsaneleri, bin bir gece masalları, Rasputin'in söylenleri, Boccaccio'nun madrigalleri, Stravinsky, Musorgsky, Rubenstein'in besteleri, her şey, her şey bir zamanın içinden süzülüp gelen tanrısal alıntılardır, tanrısal alıntılardır çünkü, hiç bir zaman yokluktan bir şeyi var edemeyiz, gereksiz ve karşılıksız kalacaktır çünkü o, öyleyse biz var olanı ortaya çıkaran, onlara ağıt yakan, kutsayan, sevinç ve kederle bağlanan, aşk ve tutsaklıkla kucak açan ve kutsalı ululayan ve diz çöken birer yaratığızdır artık... Var olmayan, bilinmeyenin dile gelmesi, karanlıkta düşlediklerimizdir; başka bir düşün alıntısı...
 Ne Ulysses us dışıdır, ne gotik sanat ürkütücüdür, ne Mendelssohn büyüleyicidir, ne çarların gücü sonsuz, ne Sibirya uçsuz bucaksız, ne barış uzaktadır, ne savaş tutkularımız, ne de aşk alışkanlığımızdır bizim. Her şey içimizdedir, vardır ve doğamızda, etimizle, kanımızla, canımızla yer etmiştir. Biz onlarla sarhoş oluyoruz, kendimizden geçiyoruz ve kutsallıkla yaşama bağlanıyoruz, haklıyız, ama bir tek günahımız var bizim, yaşamı, öz olanı bir türlü anlayamıyoruz ve birbirimizi, dünyayı ve evreni yadsımayı düşünecek, buna yeltenecek kadar barbarlaşıyoruz ve tüm iyilikleri, kötülükleri, insanı, yaşamı, her şeyi yadsımaya kalkışırken, tüm bunlar adına, tanrısına sığınacak kadar ve onun yanımızda olduğunu savlayacak kadar alçalıyoruz.
 Onun için umarsızca, bütün kötülüklerin yaratıcısı, bütün uğursuzlukların anası tanrıdır diyebiliyor ve öyleyse yok olmalıdır diye düşünebiliyoruz. Çelişmekten kaçınma ya da haklılık uğruna olsa bile, her şeyi söyleyebiliyoruz biz. Utanç içindeyim ama denemeliyiz.
 Tamara, küçük melek, meleğini bırakıp giden melek, sana evrenin derinliğinden bir müzik, yaratanın düşüncelerinden, pişmanlıklarını unutturacak, acılarını silecek bir parçacık armağan etmek isterdim... Toprağında uyurken belki kulağına çalınır, kederlerini, umutsuzluğunu, üzünç dolu keşkelerini belki unutur, dingin, sakin ve belki de gülümser, erinç içinde uyurdun, annesinin her şeyi, benim canım kardeşim...
 Elden ne gelir, yürek dostu, uzak ellerdeki gönül birliğinden yoldaşım, ne olur beni bağışla, seni hiç bir şeyle teselli edemeyeceğimi biliyorum artık, küçükken annen sana masallar anlatırdı, bak biri sana bir şey okumak istiyor, üçümüz adına,  güzelliklerin yok oluşu, birbirimizi anlayamayışımız, bir türlü yaşamı kavrayamayışımız üzerine; doğayı kutsayan, içimizdeki şiddet ve ölüm duygusuna, sessizlikle ağlayan bir şarkıymış, kim bilir, senin trajedini ve kendi öyküsünü, belki ruhunda birleştirmek istiyordur, sanat deliliktir Tamara, seni özlemle anıyor ve sonsuzca kucaklıyorum, canım kardeşim.
'Ormanın kuytusundan az önce kanatlanan kuğu, yamaçta binlerce kutsal birer ziggurat gibi yükselen, tansıklı, kutsanmış ve baharağzında kırağılanmış, dallarında kar sepintilerinin elmas parıltılar yayarak göğü ısıttığı, yeşil çamların en tepesine, ürkütücü kanat sesleriyle ulaştığında -göğül yüzlü nimfalar- onu izlerken, meşe palamudundan küçük iki satir de, şaşkınlık dolu gözlerle, bir çamlara, bir de çılgın gibi kanat çırpan bu kuğuya baktılar.
  Kuğular ki erkekleri Europa’nın oğlu, dişileri Zeus’un kızıydı.
Bu akkuş, mızrak gibi yükselip, tuğlu çamların, yaşlı sedirlerin kırılgan filizlerini de aşıp, tüm duruluğuyla sonsuz göğe ulaştığında, içinde binlerce yaşamın kaynaştığı, büyük sarı ovayı da gördü. Kar tüyümlerinden arı, kumrucul gövdesini, bir ok gibi aşağı saldı, az sonra da gözlerden yitip gitti.
  Gece olduğunda orman cinsleri, gizlendikleri kuytu ve kovuklardan Samanyolu’nun üzerinde, kuzeyden güneye, binlerce kuğunun kanat çırptığını gördüler.
  Kuğunun ürküsül bir görüngüyle kanat çırptığı yerde, bir an gözü elâ, kirpiği karacıl, çalı yapraklarının arasından, güneşin yedi rengiyle parıldayan, bir tavus kuşu çıkmasın mı!.. Başı üzerinde gelinliğe benzer, Hint karanfilleri güzelliğinde, keman teli gibi incecik tüyler vardı. Bu dikleyik tüylerin arasında, kelebek kanadındaki yalancı gözcüklere benzer, tuhaf biçemler yanıp sönüyordu.
  Gizenç dolu renklerdi onlar!.. Harnup yeşilinin içinde sarı, keten mavisinin içinde tahıl beneği, çinko beyazının içinde pembe ve kadife siyahlarının içinde, kırmızı mercanların dizildiği, başak endamında taç!.. Tanrısal çekicilikte bir garip uçar, uslara durgunluk veren zarif yaratık. Yılankavi tüylerle sarmalanmış, gökparlı yollara yakışır bir görüngü, kar tüyümlerinin içinde kıvrılıp yatan doyumsuz deniz, inci dişli Amarcord!..


 Tavus gagası küçük bir kuştur. Tavukçul…


 İşte renkleri, düşlerde gezinen masal prenseslerinin zülfü gibi yayılıyor, Venüs dinginliğinde bir koku çayıra dağılıyor. Harun’un çıngıraklı saati gibi, Keykavus’un kaftanından alımlı, zümrütle, yakutla içrek, incinin yeşimin sarıştığı, kakma hançer gibi sülüs tüyler, dokunduğu yerleri yakıp aydınlatıyordu.
  Taç Mahal’den, Ren deltasındaki bütün ormanlara dek ötüşmüş tavus, şimdi şu tanrının düşlerinden de yeşil ormanda; tilki kuyruğu çamlarının, köknarların, ıhlamur ağaçlarının arasından sızan güneş ışığının oyunlarına kanarcasına; -Ona tafra yaparcasına- kuyruğunu açmasın mı!.. Onu gören bir satir hemen bayıldı, bir nimfa tünediği ağacın dallarından, paldır küldür yere düştü, bir aslanın gözleri çenek gibi büyüdü, bir ceylan dona kaldı, bir sincap kovuğunda hoplayıp, zıpladı, bir sürüngen incecik, yırtıcı sesler çıkararak, kötücül kokular yaydı. Binlerce kuş sustular ve ormanın tüm kelebekleri, tavusun çevresini sardılar. Us uçuran görüntü, meleksi yaratıkların koruduğu bir renk ve desen ormanına dönüştü. Tüm satirler yaşamın kutsandığı bu anda, ölüm sessizliğiyle yutkunarak, bu renk ve desen harmonisinin büyüsüyle kendisinden geçtiler…
Aaa!.. Çalılığın içinden, bir de sülün çıkmasın mı! Sülün kuşu! Az önceki alaca güveyle, saatlerce sevişip çiftleştikten sonra, birden peydah olan bu kız kanat, bu renkçil uçar, bu mineral tazeliğinde gerinen bıçkın, bu sahtiyan biçemindeki civan, bu bakılışı güzel uzun kuyruğun, çalılıktan çıkarkenki gürültüsü, az önce otların arasında delicesine inci arayan, kar kuğusunu işte böyle ürkütmüştü…

 Avcı Mehmet, on yedi bin kişiyle ava çıkar, Trakya ormanlarında nice kuğu, sayısız sülün ve gönlü yaralı binlerce geyiği avlardı. O civardaki tüm geyikler kahırlıydı bu yüzden. Beograt’dan, Nemçe’deki kayalıklardan, Boğdan vatanından şahin getirtip, sarayda ehil yaparak, doru atlarla, Istranca, Köstence ormanlarına girer, tapirden, hüthüte dek, kunduz demez, gündüz demez ne bulursa avlardı. Ayaklarını çöğürlerin yaktığı aslanları, kuyruğundan sürükleyip, sarayın avlusuna bıraktığı, halayık ve hasekilerin, aslanların dinmeyen uğultusuna gözyaşı döktüğü ve ‘Burası Ölü Aslanlar Avlusu’ diye erinip dövündüğü söylenir.
Avcı Mehmet, nice Mehmet’in dördüncüsü olup, şahinlerle şahin avlar, atmacanın gözünü, ipek mendille bağlar, av günlerine değin; emir kulluğuna alıştırırdı bu kara kuşları. Gözleri oyuk, aslan ve geyik kafalarıyla dolu hareminde, kimi yazgısız cariyelerin cansız vücutları, gün-tün eşiğinde, Sarayburnu önlerinde karaya vururdu…

 Çalılığın içinden çıkan sülün, gökte güneşin dönüşüne dek süren sevişmeden doymamış olacak ki, tavusla didek-gaga oynaşına girdi. Oynaşta bir sülün alta düşüyor, keyifle yuvarlanıp debelendikten sonra, küçücük çimenlikte, kuş tırnağı gibi yayılmış sümbülleri kırıp ezerek, gül kokulu ayaklarının üzerine dikiliyor ve minicik mahmuzlu, kınalı bilekleriyle süslü tavusun, billur göğsüne dalar gibi yaparak, gagasını yakalıyor ve incecik dideğiyle başlıyordu kıvrılmaya… Ve gölde yüzen su perileri gibi, ormanın boşluğunda, nar ağaçlarına, kırmızı meyveli böğürtlenlere, pelitlere çarpa çurpa, batıp çıkarak, asılıp sürüklüyor, keçi ayaklıları ürkütüp, bu kez dönerken, bu sevişip didişmede sıra tavusa geliyor, bir fırsatını bulup -bir punduna getirip- mavil kuşun alt dideğini kavrayan tavus, onun küçük dilini oynatıp, çığlık atamamasından da yararlanarak, bu kez sülünü sürüklemeye başlıyor ve cevizlerin dallarına sürünüp, palas pandıras girerek, kokularla ayılıp-bayılıp, süzüşüp sevişerek koca ağacın oyuk gövdesine, pata-küte kıç üstü düşene dek oyunu sürdürüyordu.
  Hava kararıyor, Zeus, ormandaki ağaçların arasından yükselen, biricik kavisli boşluktan, bir Tepegöz gibi ormanı gözetliyordu. Bu anda bütün hayvanlar hipnos olmuş gibi duruyor ve hemen o anda tavus, bir hilâl gibi yine kuyruğunu açıyor ve ormanı, bu inciler, leylâklar cennetini, bu kuşburnular, alakuşaklar gezegenini, en çılgın renk balatları, en azgın kokusullarla kaplıyordu.
  Gökleyik yüzlü, yüce Zeus susuyordu o an. Dev çenesine yasladığı, mabut elini oynatmadan, kara bulutların arasında devinerek avını düşlüyordu!..
Afro ise; geceyi geçireceği Kentauros’un peşinden koşuyor, gözden ırak ormanda, ürküsül yüzlü, Herakles denli güçlü Gençtauros’da kaçıyordu. Karanlık dallara hışırtıyla sürtünüyor, onun çılgın, bitmez tükenmez isteklerini, daha önce tatmış olan birkaç satir, hemen kuytulara, orman diplerinde; boş ağaç gövdelerine tırmanıp, kayaların içine sinerek; saklanıyorlardı.
 Bunu gören kimi hermafrodit, sevi tanrıçasının önüne çıkıyor, erselik figürlerle süslü devinimini, kösnül danslarla bezeyerek, bu isteri tanrıçasını daha da çıldırtıyorlardı.
 Bu saatlerde, bir de Çinli bir prens geçerdi ormanın içinden. Altın sarısı seyrek bıyığıyla, ateş ağızlı bir ejderhanın sırtında; sağ eli yelek cebinde, sol omzunda talih kuşu gezdiren. Melek yüzlü günahsız.
Bir filin üzerine kurulmuş tahtta, bir tülün arkasında, beyaz atlı bir prens onu bulana dek uyuyacak olan; sonsuzca beklemeye yargılı, bir Hint prensesiyle, karşılaşana dek dolaşacak olan, Çinli prens! Güceratlı mihraceyle, Pekinli genç şehzade!..
 

 Ceviz ağacının, mantar küfüyle dolu kovuğuna düşen sülün, tüylerini çırparak oynatıp kalktığında, kırmızı karıncalar, kelebek larvaları, minik uçarlar, dağ kedisi tüyleri ve yeşil uzun bir peygamber böceği, istenç dışı hoplayıp, zıpladılar.
A kşam oluyordu. Sülün ve tavus son kez oynaşacaklar, kimi canlılar, tuhaf devinimler yapacak, toprak altında kemirgenler uyanacak, nimfalar geceyi geçirmek üzere, dallara tırmanacaklardı. Tavus son kez dolunaya öykünecek, son kez güneşe benzeyerek, açacaktı kuyruğunu. Olimpos’un yücelerindeki eğrelti otları, at kuyrukları yatışacak, lâdinler kokuşacak, Pan flütünü üflerken, güneş bir Hera düşü yaşatır gibi, oyuklara, kovuklara dek girecekti. Yaşamın gizil bahçeleri, son kez gülecekti akşam olmadan, tüm savanlar, tüm ormanlar, tüm koruluklar, korular, bilinen bilinmeyen tüm ağaçlar-ağaçlıklar uyuyacaktı az sonra…

 Kararan yaprakların arasından, sinsice, bir tımarlı sipahi yaklaşıyordu av borusuyla, kös çalıyordu bir baykuş. Binlerce şahin, sahiplerinin şirpençeli ellerinde buyruk bekliyorlardı, tiz çığlıklarla doldurmak için alacakaranlığı!..
 Öne doğru birden uzanan, meşin kaplı, kara bıyıklı, emrivaki ses. Kemirgenler, sürüngenler, uçarlar, kokarlar, yatarlar, hepsi kaçıyordu bir alarm zili duymuşçasına, bir tamu kokusu almışçasına…

 Dişil sülünle, eril tavus, oğlan-kız oyununu sürdürüyordu. Bir ok atımlığı öteden, yayı dağ kedisi penisinden, oku hüthüt tüyüyle süslü, bir 16. yüzyıl Azrail’i vınlayarak geldi ve tavusla oynaşında gemi azıya almış, istekten dolup taşmış, saatlerdir ormanı adımlayan, sülünün incecik boynunun, tam ortasından, vınlayarak geçti!..
  Sülünün kopuk-yırtık boynu, boğuk-kısık bir sesle, tavusun sorguç başlı gagasını, son bir kez kıstırıp, kavradı. Ve gözlerine inmekte olan, o kuşlara özgü saydam perdeyle birlikte, cansız başı, gelin teli gibi sallanmaya başladı.
 Tımarlı sipahi, büyük bir heyecan ve telâşla atından indi, nimfa ve satirler gizlendiler. Çinli prens ters yönde uzaklaşmaya başladı, sürme gözlü mihrace sonsuz bir uykuya daldı.
 Avcı Mehmet’in elindeki şahin birden fırladı, uğursuz, komutsuz bir girdap gibi fırladı şahin; albızın tohumu geliyormuşçasına, tazılar atıldılar, tüm canlılar ciğiltiyle kaçıştılar, tavus kuyruğunu bir güneş gibi son kez açtı.
Çoğalan bulutların arasından bir şimşek çaktı, gök gürültüsü alev bir top gibi gezinip, tüm tümseklerin, tüm çukurların içini dolaştı, sülünün ağzı tavusunkiyle bitişik; son bir kez açıldı…
Ve gökkuşağıyla doldurulmuş, bu ağır külçe, içinde bin bir giz barındıran, bu eşi bulunmaz mücevher, sonsuz bir sessizlik, bitimsiz bir umarsızlıkla, -yavaşça- toprağa düştü!..
 

 Zümrüd-ü Anka öldü…'

45
Şu gökyüzünde ne var... Ne zaman kemanıma sarılsam, içten içe bir şey çalmaya çalışsam, herkesin dinleyebileceği, kendinden geçeceği bir şey çalmayı düşünsem, göksel olsun istiyorum, göksel... Yeryüzünün gaileleri, elden ele geçen; üzünçle söylüyorum ki, vurdulu kırdılı yaşam, handikaplar, borçlar, karşılıksız aşklar, yıkılan yuvalar, ödenmeyen alacaklar, iş stresi, gerçekte katıksız yalnızlık ve tatil bile yapmadan, o yerlere kendimizi götürmeden dinlenemediğimiz, düşlerimize, düşüncelerimize üşüşen, sonsuz yoklukta, çoklukta, yaşam yongaları, hurda yığınları, elektronik, balistik bağlar, ruhani kablolar, sanal dünyalar, siber, düşsel koşuşturmalar ve beyhude ve azılı ve siniklikle ve ürkünç bir sığlıkla ve elem verici derinlikte ve ne olduğunu çözemediğimiz, bilemediğimiz, öğrendikçe gerilediğimiz bir bilinmezlikte geçen, düş bahçeleri, sanı ve sanrılar gezegeni; bir ömür...
 İşte göksel olmalı çalacağım doğaçlama, bu dünya ile pek ilgisi olmamalı, çünkü bu dünya gerçekte olağanüstü değil, sayılamaz, sayılmamalı; yağmura ve güneşe göre verilen, bulutların ve rüzgarın gönüllere göre esip, değiştirdiği, gölgeleyip çeşitlediği, basit ve kavranılır bir denklem bu, ortaya sürülmüş insancık yığınları ve arsayla, borsayla, kap kacakla, top tüfekle, et içip, su yemekle geçip giden bir hengame, bir seremoni bu, eh aldatıcı olmasa, bunca zahmet ve maceraya karşın yaşam sürer miydi...
 Ortalama bir şey bu, ortalama düşünce, ortalama yaşam, ortalama bir geçmiş, gelecek ve öngörülebilir bir varsayımın maskeli baloları, kaldırımları, yoksullukları, genel geçer beğeniler, katlanılabilir tanılar, alışılmış tansıklar, gereksinimler ve aşkla, kuşkuyla, sakınımsızlıkla bağlandığımız bir hayat.
 Biz yaşamımız boyunca, kıyıdan yürüyerek, her hangi bir korkuyla, şaşırtıyla yüzleşmeden geçip gidebiliriz de, ama insanlar, çevremiz, dostlarımız ve otoriter, acımasız pederimiz; tanrımız, onun yeryüzündeki cennetsi cinneti bırakmaz ki, sende biraz girgin ol, riske gir, kaybetmeyi göze almadan kazanamazsın, kana kan, dişe diş gerekirse, kime, neye, neden ve nasıl kurgulanmışsa... Zamanı doldurmak için diyor Makarenko, zaman sonsuz, uçsuz bucaksız, bu vodvili kurgulamadan, yalnızca meleksi, ipeksi bir uçuculukta, zamanı doldurmaya kalkışsaydık, var olamazdık diyor, anlamak için Makarenko olmak gerekiyorsa da...
Anmıştım, sanat uzun hayat kısa... Latin atasözüymüş, fırsat kaçıcı, deneyim aldatıcı, karar zor diye uzayıp gidiyor, Hipokrat kitabına almış bu sözü, Shakespeare bir yerlerde yinelemiş olabilir, belki ondan önce Dante anımsatmıştır, hadi Moliere'de söylemiş bulunsun, ama bitmedi Proust'da yineler dururmuş, bir tek Oblomov, yani gerçekte Goncharov söylememiş bunu, katılamamıştır belki, çünkü Oblomov'a göre yaşam, uzundu!.. 
 Gerçekte yaşam kısa diyebiliriz belki, öyle olsun ama, kısalığını şöyle duyumsayabiliriz, gerçekleştirmek istediğimiz hiç bir şey için yetmiyor şu yaşam aralığı, kime sorsam, dinlesem, geç kaldım diyor, hatta bazıları oldu bir şeyler ama artık çok geç, yani bütünlemek için, zaman kalmadı demek istiyor...
 Bir anlam arayışı için söylenecek tek şey şu, gerçekte yaşam zor; ürkütmek için değil bu yaklaşım, zorunluğu şu, yaşamda tamamlanmış hiç bir şey yok zaten, bir besteci olağanüstü diyelim, ama sonra gelen onu aşıyor ya da aşmak zorunda, her şeyde böyle bu, onun için sonsuzluk duygusu her şeyin yarım kaldığı izlenimini veriyor bize, görecelilik bastırıyor duygularımızı, düşüncelerimizin içinde bulunduğu zamanın, zamanının, yaşadığı zaman diliminin tutsağı olduğunu seziyoruz, öyle ki, her şeyi yaptım, tüm arzularımı gerçekleştirdim, hedeflerime vardım, mutluyum, artık gidebilirim diyen, geleceğin özleminden, çekiciliğinden kurtulamıyor ve yanlış bir zamanda geldik diyebiliyor, bu düşüncelerle kavrulmaktan kendini alamıyor, bir dürtü bu, iç güdüsel ve insan zamana yenilen bir ölümlü olduğunu anlıyor artık ve alçak gönüllü olmak zorunluğunu canında bile duyumsuyor ve hatta onu arıyor artık, son iç çekiş köyüne yaklaştığında, elim bir motto ama bu, çılgınlığı da bundan dolayı ne yazık ki...

 Bazen zamana yenik düşmek, onun çocuğu olmaklığına başkaldırıyor ve hemcinslerine, yeryüzüne ve gelecekte bile olsa kapalı evrenine saldırıyor umarsızca, ne yapabilir ki, neredesiniz ey cinler, ey kurgu sahipleri ve ey göksel olanlar, melekler, melekeler -tanrı- neredesiniz dese, kendi sesinin yankısını duymaktan başka bir umarı yok, bir çıkarsaması yok, üstelik şimdilik böyle bu diye, bir avuncayla inlese de, zamanın tutsağı olduğunu haykırmak durumuyla baş başa bu dünya ve dünyalılar...
 Tanrı tüm günah ve iyiliklerimizi, kendi kusurunu ve yeknesaklığını örtbas edebilmek için yarattı, o da zamansızlıktan yakınıyor ne yazık ki ve artık çok geç, oldu bir kere diyor ve bir geleceğe sığınıyor ve onu özlüyor çaresizce... Sürgit bir şimdiki zamanın tutsaklığında, bir geleceğin olamayacağını bilemiyor, düşünemiyor belki de!..
 Her şeyi elde ettim ben, başardım diyen, üstüne üstlük yaşadım diyen, bizim için bir ruh sayrısı bile sayılabilir gerçekte, çünkü bir şeyin bitmesi, tümüyle gerçekleşmesi ve kargaşada, gerçekleşenin gerçekleştiğinin gerçekleşmesi bile olanaksız yaşamda... Çünkü her şeyin ileri sürülebildiği bir alegoride, ruh göçüren düşüncenin açılımları sonsuzca değişebiliyor, alışılmış kurgulara bağlanmadığımızda, boşlukta uçuyor ve yapayalnız kalıyorsunuz diğerleriyle -yalnızlık, iletişimsiz bir kalabalık ve mahşeri bir çokluk, çoğunluktaki tekillik değil mi-, minik manik evreninizde, işte böyle, evreniniz bu ve ona sahip çıkmalıyız diyen bir deneyin ve deneyimin yaralılarını, umarsız kimesnelerini görüp duyabilirsiniz artık...
Çıkışı yok evrilmesini beklemekten başka yaşamın, varsa da olanaksız, paradokslarla yürüyen bir hayat bu ve daha iyisi yok henüz ve tanrı haklı belki de, hiç bir şey bilinemez diyerek, kendi varlığımızı ortaya sürmenin bezdirici deneyimini de ortaya koyabiliriz artık, sizden başka alıcısı olsa ya da olmasa bile... Deliliğin edimleri ne işe yarar, uçsuz bucaksız düşünceler ve bitimsiz, nereye varacağı bellisiz songular ve kısacık, küçücük bir kürenin, küremsi bir epileptiğin içinde, belki umarsızca olsa da, başladığımız noktaya dönmekte yarar var, çünkü uçsuz bucaksızlığın tanımı bile kesinleşebilmiş bir parabol değil... Kesinleşmeyen bir sonsuzluk da var değil ne yazık ki!.. Varsayımı var sayma ve bir olasılıklar cennetiyiz biz... Cennet bolluk demek; öyleyse cehennemi de var.
 Yaşam elden ele geçen bir tılsım, tadına bakıyorsun, sonra birden uçuyor, doğmuş ama bir an bile yaşamadan, onu göremeden geçip giden de vardır, ah vah edip, yazıklanmalar boşuna... Bir duyguyu en iyi anlatan dizeleri, sürekli okuyan canlar, tenler vardır biliyorum. Bu şehre geldiğimden beri, bende onlar gibi olmuşumdur hakçası, seziyorum, güzel bir demet, hep elde tutulmak ister, belki yanılıyorumdur ama, buralarda sizde gördüyseniz, bu yaşamak bahtına kavuşamadan geçip giden Urbicus'un şiirini, okuduysanız, Burkony'nin gözdesiydi dersiniz olur biter, yaşam yinelemedir demekte çözmüyor biliyorum bu alışkanlığı, öyleyse ne demeli, ars longa vita brevis, -işte söyledim onlar gibi- sanat uzun, hayat kısa, zaman yok, bu duyguyu en iyi dile getiren bu şiir, öyleyse sonsuzca yinelemeli, her okuyuşta farklı algılarla dolup taşmalıyız diyerek, günahlarımın önüne geçmeli, hiç olmazsa kendimi avutmalıyım...
''Burda gömülüyüm ben, minik Urbicus, Bassus’un yası; soyumu, adımı büyük Roma’dan aldım. Üç yaşımı doldurmadan altı ay önce, üç tanrıça, acımadan kestiler kader ipliğimi. Güzelliğim, peltek dilim, küçük yaşım neye yaradı? Bu yazıyı okuyan yolcu, göz yaşını esirgeme bu mezardan! Dilerim, senin sevdiğin, öteki dünyaya, Nestor’dan yaşlı göçsün''

 Şu gökyüzünde ne var, erişilmeyen duygular orada mı saklı, göklerde uçarken kanatlarımdan vuruldum demek için mi var o...
Evrimin son halkası, çarmıha vurulmuş İsa olacak, insanlık olacak diyebilmek için mi var...
 Sanat tasarlanamaz gerçekte, çünkü düşlerin ürünüdür, öyleyse patetik sözler üretmek ve sürgit kendimizi avutalım -belki de alay edelim- diye mi var o...
 Yeryüzünün en büyük kusuru, bir bütünlük oluşturamıyor, müzikte evrensel olsak, resimde onu gerçekleştiremiyoruz, resim iyi olsa, mimaride zayıf kalıyor insanlık, o iyi olsa, dilde geriliyoruz, yazın da sıradanlaşıyor ve geriye her şeyi göksellikte aramak kalıyor artık, yerel olan, yeryüzü istese de yerellikten kopamıyor, olağanüstülüklere kucak açamıyor... Bölük pörçüğüz biz, parçalı birer gerçekliğiz ve kusursuzluğun tembelleriyiz belki de, ama buda acımasız bir yaklaşım, akan kanı bile henüz durduramayan yaratık, nasıl kusursuz olsun... İnsan acınası bir varlık, bunu söyleyebilmek için, önce söz vardı demek, onun kaburgası, korunağı, çelikten kafesi... Düşlemler tasımlanabilseydi, çığırından çıkmazdı belki...
 Koşma ruhum arkada kalıyor... İnsan eksik bir yaratık evet, umarsız o, onun için tanrısını arıyor hep, o olağanüstülüğü, erişilmezliği, içsel, göksel kavramsallığı, başka bir ölçekteki kusursuzluk arayışı ve artık sonsuzluğun, ta kendisi olduğu için de arıyor onu, sonsuzluk ileri sürüldüğünde var olabilir, olmayan, bir anlamı bulunmayan şey, her şey ve hiç bir şeydir sonunda, düşünceye dönüşmeyen varlık, başarısız bir girişimdir... O her yerde ve her şeyde ama, onun düşüncesi ve dili müzikte, tanrıyı aramaya elverişli bir sanattır, çünkü tümüyle bir soyutlama. Smetena'ya hayranlığı yüzünden, besteci olan yurtsuz Dvorak tanrıyı ararken, heyecanına yenildi ve genç sayılabilecek yaşta kalbinin, altın gövdesini, yarı tanrı başını ve keskin bakışlarını terk edişiyle göçüp gitti, aradığına ancak öyle kavuşabildi...
 İnanmış bir havari gibi tanrıyı arıyoruz yaşamda, sanat onun en uygun alanlarından biri, göksellik, yücelme ve ululama arzusu insanın içinde var. Tanrısal olma, ona kavuşma umuduyla çırpınırken, içimizde yer etmiş başka duygularla da uğraşmak zorundayız ne yazık ki, şiddet örneğin, yadsıma sanatının baş tacı o, birden hiçlik duygusuna kapılmak, her şeyin boşunalığına yenilmek, bir öngörü olarak, Judas Sendromu'yla savaşmak zorundayız biz dünyada, gelip geçen tüm duygular ve düşüncelerle baş etmek için kıvranırız, kimimiz sözde yener -başka bir açıklaması varsa da-, kimimiz en acımasız bir biçimde yenilir -onu bırakır gider-, ama yaşam sürer...  
 Tanrı, gökten yeryüzüne inmeyi düşünseydi yaşamın hiç bir anlamı kalmazdı, bir erişilmezlik duygusuyla yaşama bağlanıyoruz, idealler, bekleyiş ve yaşam üçgeninde geçer yüzyıllar, zaman ve yarımda olsa, burukta olsa bir mutluluk ve unutuşun ferahlatıcı, tatlı esintisi; bir unutuluşun bağışlanmışlığı olsa da, bir yığın kederle geçer yaşamımız, sonunda göçer gideriz, gerçekte kavuşmak o olmasa da, bilinmezlikle örüp dursak da düşüncelerimizi, kaos ve kozmosun eşliğinde, tanrıyı aramak bahtına erişerek -asıl mutluluk bu olmalıdır ama-, geçer gideriz sonunda!.. Ama hepimiz ararız onu, içimizde deriz, gökte deriz, yok deriz, adaletsiz deriz, acımasız deriz, bağışlayan deriz ama dünyaya, tanrıyı aramak için geliriz ve ne yazık ki kavuşamadan gideriz, kısır bir açındır belki de bu, ama çılgınlık ve sevinç, humma ve hezeyan, kahroluş ve yükseliş budur bizim için... Tanrının yatağında tanrıyı aramak... Sanat da budur demenin gereği var mıdır artık, çünkü her şey odur artık!.. Bilinen ve bilinmeyenin savaşı, gizil bir paranayonın valsi, -bu bisikletli Maria'nın sözü ne yazık ki, benim düşünebildiğim bir süslü sorguç değil- işte yaşamın gizi burada saklı, düşünce; o sapkın başkaldırı da öyle!..
 Ne var şu gökyüzünde, bundan sonraki güneşimiz Proksima Centauri olacak, Andromeda bir kaç ışık yılı sonra samanyolunu kuşatıp, içine alacak, yaşam başka evrenlere taşınacak, paralel dünyalar gerçek olacak, kozmosta hepimizin ikizi, bir gün karşımıza çıkacak ve saksağanlar ve goriller at başı nebulasına yuva yapacak... Mitler, inançlar, bilim ve varsayımlarla sürüp giden bir zaman yolculuğu, belki bir gün derinlerden bir keman sesi duyulduğunda, ölsem de, özkıyımı düşünerek çekip gitsem de, bende mutlu olacağım, çünkü bana göre, tanrısal olan kemanın içinde var olan bir nendir ve evren yayın gümbürtüsünde inleyen bir keman sesidir, bir gün evrenin derinlerinden, o sesi dinleyerek ve tanrının yeryüzüne inişini ve evrenin içlerinden insanlıkla karşılaşmak; o kutsal problemle yüzleşmek üzere gelişini gördüğümüzde, şaşkınlıklar içinde tanık olacağız ve umursamazlıkla göreceğizdir ki -yazık ki- tanrı biziz!..
 Belki tanrı arkamızdadır, dönüp bakmayı düşünmüyoruz bile, ama arkamız koyu karanlık ve ne acıdır ki o, gerçekten geçmişimizde, karanlıklar içindedir. Sezar geçmiştedir, Tunguska geçmiştedir, kamerin şak diye ikiye ayrılması geçmiştedir, tanrıyı görüp de, ileri süren varsa, doğallıkla o da geçmiştedir ve geçmişte kalmıştır. Geçmişte varlığını ileri sürmüş olup da,  gelecekte aradığımız bir şey yok hükmündedir. Gelecek, bir ışığın aydınlığında, bir bilincin, bir ermişin, olgunluğun, bir iç doygunluğun kılavuzluğunda aranan yolsa; geçmişte karanlıkların içinde tükenen zamandır... Tanrıda sürekli devinen töz, şakra, tin, nen, eşdeğer ve benzeri soyutlamaların özesi... O bir gün düşüncelerimizin gerisinde kalabilir evet... Belki de bütün sorun bu, soru; yanıt -elle tutulma, açıkçalık- olmadığında, bir güç, bir gizem olabilir çünkü, tanrı kadar günahta gizemlidir, çünkü yüzyıllara göre, yer değiştirir, bir tanrı parçacığı gibi belirsizdir.
 Gözle kaş arasında, epeyce aralık bulunan kişi, savunmasız biri izlenimi verirmiş psikolojide, tanrıyı da genelde öyle çiziyor, öyle hayal ediyoruz, tanrı savunmasız biri gerçekte, insan acımasız ve despot ne yazık ki, onun için tanrı ne denli bir estetse, insanda o denli primitif, baş edilmez bir ilkelliktir, yine de, ikisi de aşkınlığın ötesinde, bir gün birbiriyle karşılaşmadan, yüzleşmeden geçip gidebilir de... İkinci el bir zamanda bulabilir miyiz tanrımızı artık, başka bir zaman boyutunda, ilkinde başaramadık, yeni ve gerçek bir uygarlığa ulaştığımızda, o da olmazsa diğerinde, tanrı umudun adıdır.
 Çünkü bir şeyi bulmak için, önce onu arayabilecek bir ölçekte, var olabilmek gerekir. Yakup'un düşlerindeki merdiven simgesel, ilkel türden bir çabadır ne yazık ki ve tanrının peçesini açarken ellerimiz titreyebilir de... Kendimizle yüzleşmekten, uçurumlarımıza inmekten, daha korkunç ne olabilir.
 Çoğul tanrılarla da karşılaşabiliriz, Satürn'ün halkası, Rhea'da da varmış çünkü, evrende hiç bir şey biricik değildir, yinelemelerde onun için bir çoğunluğun ve ötekinin sesidir, ben varsam benim gibi biri daha olmalıdır, tanrı varsa, onunda bir tanrısı olmalıdır gibi... Yalnız bir ben, yokluğun sesidir, her şey birbirinin benzeri, bir tür aldatı ve kaçış modelidir. Hindistan dünyanın kendisinden daha büyüktür derler, çünkü onun tüm inceliklerini barındırıyor ve kendi özellikleri de, üstesine bir katkı sunuyor ve ama Kuzey Amerika, rock'n roll ülkesi, dünyanın kendisinden küçük, çünkü o olağanüstülükleri sunuyor yalnızca, düopson ve oligopol der gibi, yalnızca ileriye dönük bir ok o, geçmişinden kopuk ve gelecekten küçük!..
 Dünyadaki tüm yönetim biçimlerinin adı Parokrasi, parayla yönetiliyor dünya, onun için düşlerimin erişilmezliği, yeryüzünün avamlığı karşısında beni çılgınca davranışlara sürükleyebilir, sürükleyebiliyor da diyebilirim, onun için bir gün lav sfenksine dönüşebilirim, dönüşebiliriz de, bir hiç olduğumu söylerken, tanrı da olabilirim...
 Şu göklerde ne var... Kemanımla ruhani bir kendinden geçiş ve bir gökselliğe erişme duygusuyla yaşadım ben, düşledim ve sonsuzca sadık kalarak hep bir bekleyişin içinde, özümle birlikte sürükledim o duygularımı, o kutsal besteyi yaratacak güçten, dünyevi varlığımın yazgısıyla, uzaklaştığımı anlayıp, kavradıkça da, günün birinde, bugün; alabildiğine umarsızca da olsa ve acımasız bir sınırlılığın varlığında, hapsinde, kağıda dökmek istedim düşlerimi, düşüncelerimi... İkisini de söylemek gereksiz, düşler ve düşünceler aynı şeydir gerçeklikte... Biri diğerinin, törpülenmiş ve açık topluma, görünür evrene sunulmuş bir görselidir yalnızca. Kutup veya kutuplaşma gereklidir belki yaşamda, gerçekten gerekli olabilir de, diyalektik vardır ve sonuçları yazgımızı belirliyorlar...
 Düşlerim beni tutsak alsın istemezdim ama günün birinde, bugün yazmak gibi bir aczin içine düşmek istedim, düşler, parçalı gerçekliğimizin bir kanadı, gövdesidir ya da tüyüdür belki de, çok şey ufkun ötesinde ve çok şey bir arada bu dünyada, iyi olmadı biliyorum, çünkü kemanın dili sonsuzluğun ötesine bile ulaşabilir ama dilimiz sınırlı, düşler engin ama yazı, artarda dizmek zorunda olduğum bir şey, sıralı ve zamanın gerisinde... 
 Bazen bir şair resim yapmak isteyebilir, ressam keman çalmak isteyebilir, müzisyende yazmak...

 Kara bulutlar birbirini kovalıyordu ve kemanım uçarak benden uzaklaşıyordu düşlerimde. Quetzal kuşu gibi öterek köklerimi aramaya kalkıştım gecede, canıma kast edişim, son arzum, bir kurtuluş olacak. Göklerde ne var, ne var geçmişte, gelecekte bir umarsızlığa sarılarak yol almaktan başka...
Benim kutsal organlarım bunu istemiyor ve ben bunu biliyorum ne yazık ki...


46
 Garip bir aşk masalı dersem, fazlasıyla abartmış olurum, tuhaf bir aşk öyküsüydü dediğimde, gerçeği söylememiş olurum, sıradan bir ilişkiydi yaşanılan dediğimdeyse, bayağı küçümsemiş olurum, üçünden de esintiler taşıyabilir olanlar, ama asıl gerçek yaşanmışlığıdır ve masallar yaşananlardan alır gücünü, öyküler gerçeklikten, sıradan duygularsa çökmüş ruhlardan...
 Bu şehirde çalmadığım, çalışmadığım yer kalmadı, kemanım tüm semtlerden geçti, tüm eğlencelere katıldı ve yeri geldi ağladı, yeri geldi güldü, kahkahalar attı ama yine de sıkıştırayım araya öznelliğini, düşünmeye vakti olmadı kemanımın.
 Lüks bir otelde çalıyorduk o gece, anımsadığım kadarıyla Zincirlikuyu taraflarında bir yerdeydi otel, bir düğün vardı sanırım, taşralıların düğünü, gelenlerin tavırlarından anlayabilirsiniz bunu, gece boyunca eğlendiler, bir kadın oturduğu masadan sürekli bana bakıyordu, bu tür yerlerde sık sık olan bir şey bu, alışılmış ve heyecan verici bir yanı olmayan, yine de gecenin ilerleyen saatlerine doğru gülümseyebildim, o kadar...
 Aradan aylar geçti geçmedi, yolumuz güneyde bir şehre düştü, şimdi anımsayamıyorum, çünkü sahil boyunca uğruyorduk her yere, turistik bazı kasabalarda bile çaldığımız oldu, güneyin içlerindeydi şehir ve denizi unutmuştuk bir kere, oradan biliyorum, gece bir eğlencede çalıyorduk, mahur bir yerdi, baktım yine o kadın, benzettim belki de ama bana bakıyordu sanki, dur duraksız ve makus yüzünde -pek üzünçlü bir yüzü vardı- hiç bir anlam taşımadan... Bu kez o gülümsedi ve anladım o olduğunu...
 Çok kalabalık olmadığı için, cüret ederse konuşabileceğimi düşündüm, hatta buluşabileceğimi, gizemli bir olaydı ama, beni asıl meraklandıran bu gizem değildi, aradan zaman geçmiş; özel bir şey olsa, bu karşılaşma böyle mi olurdu... Bar benzeri yerden çıkışta, kadın yanıma doğru geldi, ben de buna elveren bir tutum içindeydim, ortalık sakindi ve kadın yalnızdı sanırım, merhaba dedim, merhaba dedi gülümseyerek, konuşmaya başladık ve beni asıl şaşırtan şeyi çok çabuk söyledi; senin için geldim...
Olamaz dedim şaşkınlıkla, afişteki orkestrayı tanımış ve bu kentte yaşıyormuş, gelmeseydim karşılaşamazdık ama demedim, küçük şehir parklarını andıran, ilerde bir yerde oturduk, sanırım oraya bilerek gelmişti. Garip heyecanımızın yerini sakinlik ve bir güven duygusu almıştı, gülüşürken elini tuttum ve sarıldım ona, öptüm yavaşça, sarhoş sayılırdık...
 Çok derinlerden gelen bir bağımız varmış gibi, seni bir yere götüreceğim ben dedi, o an şöyle düşündüm açıkçası, bazı insanlar anılara dönüşecek bir macera yaşamayı ya da anılarını aramayı pek severler, kadıncağız geçmişin özlemlerini yinelemek isteyen, bir hanende melek gibiydi...
 Anlamıştım onun düşlerini, ama bende; bu kadar halim selim, sakinlikle ve kendinden emin yaşayan bir kadından, hoşlanmıştım doğrusu, bir arabaya bindik ve karanlık sokaklardan geçerek, açık alanlarda bir süre yol aldıktan sonra durduk ve birbirimize bile bakmadan indik. Bir bağ evine gelmiştik, çevrede benzeri evler vardı ama ışıkları yanmıyordu, geç saatte uyumuşlardı sanırım.
 Taşranın insanları, tanrının kendilerine bağışladığı, değişmeyen bir düzeni, titizlikle yineleyen ve gerektiğinde, melek ve şeytanla işbirliği yapabilen, yaşama sıkı sıkıya bağlı, vazgeçilmez bir köşe taşı ve alışkanlıklarına her haliyle yakışır, dirimcil, dünyevi canlılardır...
 Bahçe kapısı gıcırdayarak açıldı. Ürkünç, tatlı bir ürperti yayıldı havaya, böyle zamanlarda duyumsanan, bilinmeyen bir gizem, öngörüsüz bir sevi, dizginlenemeyen arzular ve acımasız zamanın yatıştırıcılığı...
 Ahşap evden içeri girdiğimizde, kır evlerine özgü -alın teri-, kuyunun yanında belki bir leylak ya da kasımpatı, buruk yorgunluğun sindiği, envaı çeşit yemişlerin tadı, çulun, yollukların yarı ıslak, geçirgen perdelerin, toz huzmeleriyle silkinmiş, hırpani, bitkin görmüş geçirmişliğini taşıyan, derin ve genizleri yakan özlemlerle dolu kokuları sardı içimi...
 Kadının, bu dünyanın içlerinden gelen bir ecinni olduğunu düşünmem saygısızlık olurdu, onu anlıyordum artık...
 Loş ışıkta tavandan sarkan şeyler, yerlerdeki süpürge, bakır kova ve ocağın yanı başındaki kapaklı tencereye, çabuk alıştı gözüm, sahanlığın ortasında ellerimiz kavuştu ve ağzından ateşler çıkan bir sfenks, bir ejderha gibi, aniden dudaklarımız birleşti...
 Köşedeki döşeğe doğru gitti ayaklarımız, hiç ayrılmadık ve birbiriyle sarmaş dolaş olmuş iki yılan gibi, savrulduk yere...
 Birbirini tanımayan, bilmeyen, ama nasılsa arzular içinde yanan ve kıskançlıkla seven iki yaratık gibiydik. Bilinmezliğin ve öngörülmezliğin gizemi, bir kılıç kadar keskin, tene dokunur bir ipek kadar kışkırtıcı ve yaban, cennetten arta kalmış kokuları, bir ırmağın şırıltısı kadar uyuşturucu, bedene sarhoşluk veren bir tanen gibi de ferahlatıcıydı...
 Hava soğuktu ve ürperiyorduk, çırılçıplak kaldığımızda, kıvranarak birbirimize dolandığımızda, söylencelerde adı geçen ateş hırsızları gibi, tutuşmuş alevlerimizi alıp veriyor, bedenimizin en kuytu köşeleri, bir yangın yerine döner dönmez evrilip, yerini değiştiriyor ve karanlıkta bir günahı bile örtmeye yetmeyen perdelerin aralığından, derin ay ışığı bizi gözetliyor ve sakin, tuhaf bir yaratık gibi de gülümsüyordu...
 Ayakta duruyor, garip biçimler alıyor, uzanıyor, kıvrılıp bükülüyor ve gölgelerin oynaştığı yarık tahtalarda, masallardan çıkmış birer cin ve nedense tam da düşündüğüm gibi, Kuğu Gölü'nden bir balet ve balerin gibi düşlüyordum kendimizi ve çılgınca sergiliyorduk hünerlerimizi. Bir bağ evi, ay ışığı, iki çılgın varlık ve Kuğu Gölü balesi... Yaşam her şeye kadir demek ki...
 Ne yalan söyleyeyim, bir keman gibi inlemeye özen gösterirdim ben, içimden geldiği gibiydi belki ama, kemanın inleyişleriyle karıştırıyordum sesleri, o kadar yükseliyordu ki bazen, o kadar yabansı bir dünyanın iniltisiydi ki onlar, gecenin sarhoşluğunda sanrılara kapılıyor ve kapılara vuruluyor sanıyordum artık...
 Dışarda köpekler havlıyordu, bir gece kuşu uzun, tuhaf ötüşlerle eşlik ediyordu onlara, gece kelebekleri ay ışığında titrer gibiydi, pencereden biri gözetliyor ve sonra yürüyüp gidiyordu belki de, kuyudan öyle sesler geliyordu ki, biri ölmüş de, hiç tanımadık, duyulmadık biçimde inliyordu sanki, belki de bizden yardım istiyordu, hafif bir yel esiyor, dışarda kap kacağı, yaprağı ve çalı çırpıyı sürüklüyor, ağaçların sayısız dallarından geçerek, bir uğultuyla kuyunun iniltisine eşlik ediyor, yas tutuyor ve karşılıklar veriyordu birlikte...
 Bu daracık yerde, sıradan bağ evinde, nasıl oluyor da bunca dünyalar vardı... Bambaşka bir yaşam sürüyordu buralarda ve aralarında sürgit konuşuyorlardı...
 Gecenin yalnızlığı tükenecek gibi değildi, her şey birbirinden ayrı, eşsiz bir gezegene kucak açıyor ve sabah olunca ortalıktan çekilerek, gündüzün terörü ve karabasanına terk ediyordu sanki yeryüzünü...
 Odalarda gölgeler bizi ziyaret ediyor, ay ışığı üstümüzden süzülerek geçiyor ve sevişmenin sonsuz hazzı, yerini bir dinginliğe, bir uyuşukluğa terk ederek, salınarak uzaklaşırken, yitip gidiyordu...
 Sabah olunca ayak izleri bizimkiydi eminim, ama garip bir varlığın bizi gözetleyip, kulak verdiği sanısına kapılmaktan, kendimi alamadım...
 Kadınla ilk ve son karşılaşmamız oldu o gece, bir daha göremedim, yaşama arzusuyla kıvrandığımız bir şeyi gerçekleştirmiş, iki ayrı bir ruh gibiydik bence...
 Bir daha karşılaşmamız, sözler alıp vermemiz büyüyü bozar. O gece, içtiğimiz iksirin eşliğinde, uzandığımız döşeği, bir günah keçisi kılardı belki de. Sıradanlığın beşiği. Onun adını unutmuştum, o benimkini sormamıştı bile, ama bir şey var ki, o günün anısı, bir anlamın çırpınışı, arayışı, acısı, bugünkü gibi gözlerimin önündeydi...
 Mitik, gökten düşmüş ve otantik bir geceydi sanki bizimki ve gece bir yırtıcının uluyuşlarıyla çökmüş ve sevda sureleri, meleksi, ipekten bir kanatla üzerlerimizi örtmüştü. Kutsal organlar ne yapacağını şaşırmış, bir coşkuya kapılmış ve bağışlanmış bir varlığın, sonsuzca bekler bir taşın gözü gibi parlayan gece, dur duraksız yanıp sönerek; dizginsizce kendinden geçerek, solup gitmişti...
 Ay ışıltı saçıyor, ürkütücü bir varlık gibi, hızla bize yaklaşıyordu, bir kurt dikilir gibi oldu başımıza, taşın gözü, onun gözleriymiş demek ki. Hiçlik sıfırın değeri değil miydi, her şeyi büyüten sıfırın. Oysa onun, var edici hiçliğin değerini bilemeden, ölüp gideceğiz belki de, hiçlik var kılıyordu her şeyi, bizi, onsuz olmuyordu ve onunla var oluyorduk geceleri...
 Bir ara, gizemli kadın, durup dururken Kitz okuduğunu (Kuran, İncil, Tevrat, Zebur) söylemişti, güneş hastalığı varmış kendisinde ve bir gizi açınlar gibi karanlıkta, kasık memesinin, susuzluktan kavrulmuş bir dil gibi sarkmasından alınıyorum ve sevişmek bedeni değil, yalnızca ruhları doyuruyor demişti.
Ruhun Gemisi'yle dünyayı terk ederek, Atlantis'i bile geçerek, su zerrecikleri, ışık simgecikleri arasında, sonsuz bir yolculuğa çıkmıştık onunla, fena yokluk demekmiş gerçeklikte, fenalaşmış, yok olmuştuk artık bizde...
 Bağ evinde güvenlik dansıyla, köçekçe oynarlar demiştim ona, bir yabancı olamayacağımı düşündü sanırım o an, ama kuşkusunu belli etmedi, kiliseler insan resmiyle, bizim mabetler soyutlamayla dolu dedi, işte ondan da  duymuştum bu özgülüğü...
 Bedenlerimiz tersinir biçimde; ay uzaklaşırken, uykuya dalmıştık, onun bedeni bir kelebek gibi titreşiyor ve benim ruhum onu, seğirmeler içinde sarıp sarmalıyordu...
 Bir aşk ve erotizm masalıydı bu belki de, atalarım Zagros dağlarından gelmişler demişti, teni esmerceydi, gece renginde ve ikimizde kördük ilerleyen saatlerde, sarhoştuk ve el yordamıyla bulabiliyorduk yolumuzu, erojen bölgelerin yamaçlarında, tek kılavuzumuz ay ışığıydı ve kimselerin bilmediği iki kişi, o gece...
 Sonsuzluğun yolcusuydu...


47
 Kemanımın, ince, kuğu gibidir boynu, bir kız çocuğu gibi narindir bedeni ve boğumludur beli, aşığım ona... Sayısız kulakları vardır, gövdesi bir mücevher kutusu gibidir, sevdiğine açılır, dilinden anlamaza kapalıdır.
  Boynuma yaslar belini. Ellerim hünerini göstersin diye, tellerinde gezerken parmaklarım hıçkırır, böylesi bir güzellik, başkaca var mıdır diye, sonra gözyaşlarını tutamaz, dünya da güzellikler, neden böyle az diye. Onu, Marie Antoinette'de dinledi, sarayın büyük salonunda, o ölüme giderken ağıtlar yaktılar kemanıyla, ah Marie, özgürlük diye seni yok edeceklerdiyse eğer, bu neye yarar, birinin özgürlüğünün bittiği yerde, neden diğerinin ki başlar, neden senin ölümünle çoğalır Napoleonlar...
 Paris sokaklarında çırılçıplak, bir palyaço gibi elleriyle yürüyen, Marki de Sade'da dinledi seni...
 Bastille hapishanesindeki, mahpuslarda çalardı seni, Frenk asilzadeleri de. Devrim bir deliyi kurtarmak için yapıldıysa eğer, ben evrimden yanayım sevgili peder. Rimbaud, düşlenmez sayrılıklardan genç yaşta ölen; ozanda çaldı seni, kızıl sakal Valery'de, bataklıkların Baudelaire'ide... Sen inlerken derinde, Mata Hari ölümcül danslar yapıyordu, Camille düşünebiliyordu seninle, Sartre, bir bukalemunun renkleriyle bakardı sana... Pagan tanrılar seni gökyüzünde arardı, sevda dolu kadınlar seni çalardı...
 Don Kişot bir fabldı ve senin için göz yaşı dökerdi, Ulysses'i seni dinleyerek bitirdi kraliçe, çariçe koynuna sığar mı diye denedi ve tanrı ona bir düzen verdi. Sürekli yağmur yağan bir ülkede, eve kapanan, canı sıkılan birinin tuhaflıkları, senin kadar gizemli olamazdı... Sonsuzluk giderek büyüyemezdi ki, giderek küçülen bir şeydi o; birleşen bir nokta. O bir hiçliktir oysa, öyleyse, resimde anlam aranacaksa, giderek rengin yok olduğuna, solduğuna tanık olabilirdik, sonsuzluk gibi, kendini hiçler bir şey olabilirdik.
 Sanat, ondan ne kadar uzaklaşabiliyorsak sanattır, bu resim değil diyebildiğim anda, resim odur işte, gülünç bir bestedir yaşam, yaşam kendini dev aynasında gören bir cüce, uçurumlardaki ülke; işte onlar gibi, birer -soyutlamalardı-.
 Mimetik şeyler, senin sesinde de vardır, ama basitlikle, harika, fetiş filmler çekebiliyorum ben. Yaşama yenilen biri, la Caza değil, benim, Paganini. Avrutina, Belinski ve Dobrolyubov söyleşirken, bunlar çıkmıştı ağzından. Susmuştu Toporov, işte sanat demişti Yevgeni, kitleleri hoşnut etmek için yapılamaz, keman neyse oda o, hırçın ve inleyen, göz yaşlarını tutamazken; bizi yere çalan, perişan eden. Sanat hoşnutluk yaratmak için değil, tam aksine paralayıcı olmak, günahkar olmak için vardır. Denizi deniz de boğmaktır sanat. Bilimsel bulgulara benzer o, yeniden yaratım, yeni bir başlangıç. Elektrik gibidir o, büyük yararlar sağlar herkese, ama kimse hoşnudum demez!.. Hoşnut olmak için, minik bir oyun, oryantal bir dans yeter toplumlar için, sanat küfre bulanır, çünkü o, bir geleceğin de sonrasıdır. İspanyollar gözü, cinsel organdan sayarlarmış, iki şeyde, karşındakine bir bakışta sahip olurken ve ilenirken; dilerim Picasso portreni yapar, bir kulağın gözünde, bir gözünde ağzında olur derlermiş...
 Zeyrek'te bir kıraathanede buluştuğumuz İskenderpaşalı Hayri, işte böyle sayıklamıştı, hem de doğaçlama, sırf beni şaşırtmak, düşüncelerinin uyuşturan bir coşkuda, ne kadar bilgi düzenbazı olduğunu kabul ettirmek uğruna, Laleli'de bir aşevinde karşılaşmıştım onunla, tütün istemişti hiç yoktan, tütün içmiyorum ben, ama parasını vermiştim ona, aşırı yoksul görünümlüydü, bütün yoksullar hep tütün parası ister, yoksul ama zevk sahibi, kibrinden yanına varılmıyor işte, sanki hiç acıkmazlar -ama onlardan başka herkes acıkır, varsıllar bile-, teklifsiz istemenin, aforistik ilkeleri vardır belki de, insanlardan yemek parası isteme, açım deme... Hep küçük bir eğlence, tatlı bir gereksinimi iste, ceplerine o zaman uzatsınlar elini, sakın unutma gibi... Bütün insanlık aynı sınıftanız biz, bizi kimler ayırıyor ki!..
 Hayri, sürekli konuşan biriydi, insanı pek dinlemezdi, ama aynı şeyleri düşünebilirdik onunla, Lenin, Troçki, Stalin, her konuda  öğretici, bilgiliydi. Bir gün bunu ima ettiğimde, ben felsefe okudum demişti, gülümsemiştik tabi. İstanbul'da kaldığımda buluşurdum onunla, çok severdim, bir gün elime iyi bir para geçti, Balat'a geldim. Zeyrek'teki kahveye uğradım, bulamadım. İskenderpaşa'ya kadar yürüdüm, onun mahallesine. Evi giriş kattı, zili çaldım, her zaman evde bulabilirdim onu, çıkmadı. Uzun uzun çaldım zili, üst katlardan biri başını uzattı...
 O öldü yavrum dedi.
 Yaşamımda kaç kere kahrolmuşluğum varsa, biri de buydu, neden, hiç günahı olmayan, masum biri gibi gelirdi bana Hayri, derken utanıyorum ama; sevgili Hayri, Hayriciğim demeliyim ona, o kadar severdim, bir daha ne aradım, ne sormuştum onu, inanmamıştım öldüğüne, küsmüştüm, nasıl olurdu böyle bir şey, bir belirti, hiç bir neden yokken, ortalıktan kaybolabiliyordu insan...
 Onu sevmemin asıl nedeni, yaşamının, ölüme doğru gizil bir yolculuk olduğunun ayrımındaydı, evet bakımsızdı, hırpaniydi, tütün ağzından hiç düşmezdi, usuna düşmedikçe yemek yemezdi, yine de onun bu ölüme yolculuğunun, bu denli kısa süreceğini bilemezdim. O ki, yaşayan bir ölü gibiydi, ölmesine gerek yoktu ki, işte aynı duyguları taşıyan ben, ona yenildim, beni mahcup etti...
 Varsıllığın şaşaalarına değil, Hayri'nin yoksulluğuna yenildim ben, derin bir yoksunluğa, benim için bir yıkım, ruh göçüren bir şaşırtıya düşürdü...
 Çok sevmiştim onu, ruhumu görürdüm onda, ben oydum aslında, tıpatıp olmayabilir ama, benziyorduk, bir gün kaldığım pansiyonda, ziyarete gelmişti, Sarıyer'e kadar yürüdük, yanında bir arkadaşı daha vardı. Hayri'ye benden çok saygılıydı, bir yerlerde görmüş gibiydim, ama çıkaramadım, sormadım da, o zaten umursamaz, sınırlı şeyleri konuşan biriydi, dönüşte yine yürüdük, bana mısın demedi Hayri, ama yorulmuştum ben, şundandı yorulmam, düzenli bir iş hayatı olan, ya da para kazanmak, çalışmak zorunda kalan, ertesi günü düşünerek geçiriyor saatlerini, gözü hep bir şeylerde, düşünceler içinde. Bu yüzden bedeni, belleği, benliği yoruluyor, yarın iş çıkarda nerelere giderim korkusu, beni yoruyordu ve aşırı yürüyerek enerjimi tüketmiş, bir gün sonrasına bir şey bırakmamıştım, işte bu kaygılar yormuştu beni.
 Ah, Hayri bize tuhaf bir şiirini okumuştu, benim hoşuma gitmişti, boş günlerin ve bizim gibilerin türküsü, hep şiirdir bu dünyada, bu ikinci okuyuşum sana dedi, yanındaki arkadaşına. Ben şiiri yazılı olarak istedim olabilirse, arkadaşı aniden çıkarıp verdi, çok şaşırdım ama dedi ki, bu şiiri hep yanımda taşırım, şimdi belleğimde, üzerinde düzeltme gibi şeyler vardı, sesimi çıkarmadım.
 Hayri'nin şiiri şuydu, ama unutmadan söyleyeyim, benim şiirden hoşlanıyor olmam, epeyce boş zaman, kendime kalacak vaktimin oluşundan, çağırırlarsa işimiz oluyor bizim, bu yüzden başka şeylerde yapamıyoruz ama, ne zaman gel diyecekleri belli değil ki, Hayri'nin de zamanı çok, Şehir Robensonu gibidir o, sürekli gezen biri... Şiire düşkün olur aylaklar.  Aylaklık bir tür sanattır belki de ama dillendirenimiz olmaz. Sanki gizli bir tapınak, meşum bir tarikat hala ürkütür insanlığı, insanlık bugün bile, rüzgar, güneş ve kürekle giden bir gemidir ne yazık ki, iyidir belki ama, tanrının götürdüğü yeri beğendik mi, sorun bu işte. Çelişkiler içindeyiz biz, ufuklardan geçiyoruz, gün batımını içiyoruz, eğri ya da doğru, tapındığımız çelişkilerle... Çelişkilerin çelişkisi olduğumuzda belki kurtulacağız...
 Ruh aylaklığı yapanlarda düşkündür şiire, yaşam alanı dar, ruhu serseri olanlar.  Hayri'nin yanındaki arkadaşı, edebiyatla ilgilenen biriymiş, belki Hayri'yle dolaşıp gezmesi de ondan, serseri dedim, başı sarhoş olan demek bu, yani yaşam nedir ne değildire doğru, gidip gelenler, ikilemlere, çıkmazlara yatkın kişiler. Makine gibi çalışıp da şiire aşık insanlarda vardır, ama iyi şiire zor ulaşılır, çünkü şiir belleğin yorgunluğunu almaz, bellek durulduğunda anlayabilir şiiri, yine de ustalıkla baş eden insanlar vardır bu kuruntuyla, ne derler, ayrıksı olan, kuralı güçlendirmek için vardır, böyle söylerler!..
 Hayri'nin acı dolu değil, üzünç veren şiiri şuydu... Eğer o arkadaşı da sağda solda okuyup, duyurduysa, ruh ikizim anlamına gelir bu...
 ''Güneşli bir denizdir yanılsamamız, Güneşin altında içilen bir bardak su, İlk aşkın son evidir bu yürek. Yanılsama, serap, aşk, ıstırap, Çiçeklerle birlikte paralar vardı. İlk aşkın esrikliği omuzlarda, Aylı bir okyanustur yanılsamamız, Para parayı çeker der ağa, Yanılsama, serap, aşk, ıstırap, Çiçeklerle birlikte paralar vardı.''
 Burada ağa, güç, otorite, yetki ve söz sahibi anlamında kullanılmak istenmiş sanırım, biraz garip duruyor ama, bazen şiirde anlam kazandırabilmek adına, kaçınılmaz biçimde kullanmak zorunluğu doğan, sözcükler vardır. Hayri'yi anlıyorum, arkadaşı üzerini çizmiş, ama değiştirmemiş anlaşılan, belki düşünmüş, bulamamıştır uygun bir sözcük. Görüyorsunuz ruh aylağı nelerle uğraşıyor. Keman çalmak, uygun olanı bulabilmek gibi bir imgelem, kazandırabilirdi ona!..
 Edison, yumurtaların üstüne tünemeseydi, elektriği bulamazdı. Einstein kravatsız dolaştığı için, rölativiteyi daha geniş biçimde düşünebildi, garip gelebilir ama, giyinmeyi bir problem olarak yaşasaydı, zamanı azalırdı çalışmalarında. Asimov, insan en iyi seyahati düşlerde yapar derken, zamanı kastediyordu, eğer gerçekten seyahat ettiğimizde, düşünme alanımız daralır ne yazık ki, ters orantı vardır günsel başarılarda, çok şiir yazarak şair olunmaz, salt okumak asıl edimden uzaklaştırır ama!..
 Garip gelebilir belki, gelir artırmakta öyledir, sayarak kazanılmaz, düşünerek kazanılır para, Hayri olsa, kahrolsun paranın gücü derdi ama, tam açınlayamadım, şunu demek istiyorum, iyi giyinmek için, giysi almak gerekmez, düşünebilmek gerekir, her şey de ama, yüzmek için denize atlamak, koşmak için bacakları açmak anlamsızdır, yaşamla kol kola olmanın veya gariptir yaşama karşı durmanın biricik ilkesi, düşünce üretmektir. İleri gidip, düşünce geri kaldığında sendeleriz, düşünce ilerleyip biz geri kaldığımızda gene sendeleriz...  Çünkü ruh bedenden koptuğunda ya da beden ruhtan uzaklaştığında hiçliğin içindeyizdir.
 'Arka bahçede, ateş soluyan bir ejder yaşıyor dedim. Haydi göster,
gösterebilir misin öyleyse dedi. Mahzen aralığından bahçeye çıktık...
Duvara yaslanmış merdiven, boş boya kutuları ve dipte, üç tekerlekli, tahta bir bisiklet vardı. Sarı yapraklar zemini örtmüş, ölüs, bitkin görüntüye, daldaki kuş eşlik ediyor ve kulak verdiğinizde yalnızca paslı bir suyun şıkırtısı duyuluyordu... Ejder nerede dedi... İşte tam orada; ama söylemeyi unuttum o görünmez bir ejder. Gözlerinin pırıltısı kayboldu, yine de ayak izlerini görebilmek için, yere un serebilirdik dediğini duydum!.. Yazık ki havada uçuyor o, yere indiğini pek sanmıyorum dedim. O halde alevi için kızıl ötesi alıcı kullanabiliriz dedi! Hemen alevinin ısısı da yok, görünür kılamayız onu dedim. Düşündü... O zaman sprey boya ile görünür kılalım dedi!..  Ah, özür dilerim; bu ejderin cismi de yok, ayrıca ısısız, görünmez, alev püskürten ve havada uçan bir ejderle; gerçekte hiç var olmayan bir ejder arasında, ne fark olabilir ki dedim!.. Ve bir ejder hipotezi, denenmemiş savlar, çürütülemez önerme, ulaşımsız bağdaşıklıklar gibi laflar geveledim... Görünmez, alev soluyan bir ejder, dünyanın her yerinde bu savı ileri sürenler var!.. Un serip, izin sahte çıktığını ama parmağı yanıp; ejderin ateş püskürttüğünü, inançla söyleyenler çıkabiliyor...
...
Geçen gün eski eşyalarla mahzene iniyordum ki; önümü keserek bir şeyler
söylemeye çalıştı... Kısa kesip ejder yok dedim!.. Kıpkırmızı bir
suratla baktı, gözlerini karartıp, dişleri arasından: O senin görebileceğin
bir şey değil dedi!.. Yine de; Saf bir us, garip şeylere inanmaktan haz alır, yalın ve anlaşılır şeylere yüz vermez, çünkü onlara herkes inanır dedim!..'


48
 Gözünüzü kapatın ve Picasso'yu unutun, onun resimleri resme yeni başlayan birinin eskizleri, suratı ekşir görenlerin, İberya sportif maceralar ve ressamlarıyla tanınıyor, Britanya, yağmur sıkıntısında, odalarına kapanmış, otomat süpürgelere meraklı, ruh sıkıcı insanlarla dolu, Germen İmparatorluğu felsefe ve senfonik müzik alışkanlığıyla boğuluyor, moda, kötü filmler ve alışılmış şiirleri Frenklere bırakmışlar, İtalyanları severim ama onların şakası yoktur, ne yaparsa yapsınlar, çılgınlık içinde yaparlar, Fellini bir çılgındı, Eco canlı bir kütüphane, Calvino ise papanın koruyuculuğunda uçup duran bir şeytan...
 Büyük ve derin bir sanatçısı yok İberya'nın, Avrupa bir Nazım bile göremedi daha, onların tüm filmlerini toplayın, Tarkovski'ye yetişemezler, ressamlarının yaşamı, yapıtlarından daha ilginçtir. Bilinç akımı ise yapacak bir şey bulamayan nevrozlu bir tümlecin sayıklamalarıdır; kendi umarsızlığını morga yatırması, cesedinin önünde duran birinin, otopsi yapmasıdır. Uygarlık, anatomisi göz alan, kafesteki bir canlıdır, tam anlamıyla çıkmazdadır, sanat sonuna gelmiştir, sınırları parçalamış gözüken sanat, pisuvardan, günlük eşyaya, enstelasyondan, öylesi objelere sürüklendi çağımızda...
 Sonsuz bir sonsuzluğa sürüklenir gibi, sanatı görünür biçimde ayrıştırsa da, bir soyutlama olarak aynılaştırmakta ve anlak içi, üretmeye karşı, türetmeye, çoğaltmaya eğilimli, tüketici bir ilgi toplumuna doğru sürükleyen devasa bir organeldir o ne yazık ki... Sanat bugün ev ödevidir, portmantodaki şemsiye, sırt çantasındaki kamburumuz, ardiyedeki eklentidir. Hiçleşmiş, öncül yapısını yitirmiş, endüstriyel bir çalışma, bir iğrenti, kitlelerin sıradan bir uğraşısı ve bir pazarlama; yokedim ürününe dönüşmüştür.
 Eski Dünya her şeyin iyisini yaptığını sanıyor, işte Picasso salt bir eskiz yığını değil mi, primitif çizgilerin, alabildiğine bencil, aç ruhları doyurmaya kalkışması, vandallığımızın anımsatılması da değil, yinelenmesi, vahşiliğin, dindirilmez bir şiddetin benimsenmesi, içselleşmesine yarar, estetizmin renkleriyle sihre bulanmış, bir gözbağcılık bu... Gök kuşağının altından geçersek şiddet dolu genlerimiz değişebilir öyle mi...

 Renklerle aldatılan ve avutulan, kendi kuyruğunu yemesi öğütlenen canavarlarız biz, sunulan her zamanki ahvalimiz, belki de bir renk budalalığı içindeyiz, sanat sonsuzluğa göz kırpmayacaksa, dedikodu ve şimdiki zamanın çıkmazlarıyla dolu bir varyeteye, kucak açmış olamaz mı, sonsuzluğun ürpertisiyle, ruhlarımızın evrilmesine yol açmayacaksa, şiddetin ve nişasta balsamının, protein uygarlığının boynuzundan, postuna; beyninden, bağırsağına dek yararlandığımız canlıların yok olmasına neden olacaksa, dünya ırkının kapısı çalınacaksa, sanatın kendisi doğrudan doğruya vandallığın öncüsüdür.
 Francis Bacon mezbahada ex sınıfındaki canlıların resmini yaptı, bir tür kadavra, bu neye yaradı, canavarlığı içselleştirmemiz, törenleri, yortuları, kurban ayinlerini sürdürmemiz için... Derler; Manastırlı bir keşiş, acıyı acıyla tedavi edelim demiş. Bugün geçmiş çağlardan çok daha fazla canavarız, sanat Malevichleşmeli, kendini tümüyle yoksamalı, hiçleşmelidir.  Sanayi, her türlü endüstriyel gericiliğin önüne geçmek için, canlılara dokunmayı bırakmalı, elementel besinler, botanik biyonizm, seracılık ve mineral işlemeyi öğrenmeli, açlığımızı merkantil gıdalarla gidermeyi benimsemeliyiz. Yeteneklerimizi başka canlılara borçluyuz yalanından vazgeçmeliyiz. Bacon, kapital dünyamıza, Sakson nihilizmi ve Kelt barbarlığının katkılarını sunan kravatlı bir anarşisttir, sanat bugünkü özünü ve yaşamımızı hiçleyerek, insan ırkının sonsuz dönüşümüne yol açmamızı sağlamayacaksa, canavarlığımıza baş kaldırmayacaksa, gizil işbirliğinin, kanıksanmış yollarında, göz yaşlarıyla, denge unsuru olmanın, bezdirici kavşaklarından uzaklaşmayacaksa, kaçınmayacaksa ve sonsuza dek önümüzü açmayacaksa, bugün hiç bir işlevi yoktur ve tam aksine barbarlığımızın önünü açan bir Truva atıdır. Mitsel öğelerle düşevini yıkayan, bir algı canavarı ve köhnemiş uygarlığımızın bir kurnaz Odysseus'udur o... Sanat barbarlık, canavarlık, et ve kan üzerinde yükselen, görkemli bir tapınakta, metastaz işlevi görmeye kalkışan, görsel bir ambalaj, jelatin renklerinde, göz bağcı, yanılsamacı bir din, bir bozuma uğramış etiktir bugün!..
 Mozart gülünesi besteleri olan bir müzisyen, Avrupa adındaki kent, kendini dev aynasında gören bir cüce; sirklerdeki aynalara bakıyordur her gece, oysa engebeler ve anomalilerle dolu bir yurtluk. Tavşan Ülkesi'nin; bugüne dek tek bir filmi var, Bunuel'in değil, Endülüs Köpeği  değil. O tarz ilginç soyutlamalar ve  mimetik şeyler, Saura'nın Av diye bir filmi var, tüm Katalanlar, kral yanlıları, Aragon, Kastilya onu izlemeli ve tüm zamanlar boyunca izlenmeye değer bir film nasıl olurmuş görmeli, sinema sanatı bu işte, uzaya gönderilecek dünya materyalleri arasında, bu da var işte, gelecekte, sonraki çağlarda,  gösterilebilecek düzeyde, harikası, ama Saura bile, Carmensi, fetiş filmlere yöneldi bu dünyada, hayata yenildi, üzülüyorum...
 Makarenko'nun bir arkadaş grubu var, bizi ava götürüyorlar, beyaz saçlı, aslında komikmiş zannı veren bir adam söylüyor bunları, bazı insanları hep daha önce görmüş duygusuna kapılırsınız, bu hırçınla nerede karşılaştım ben acaba, düşünceler bulaşıcıdır şu dünyada, öldürmeye giderken, tamda ava giderken söylüyor bunları, çevresine hiç kulak vermeden.  Av!.. Bir yüzleşme bile değildir artık, ne yazık ki.
 İnsanoğlunun ezeli çelişkisi işte bu; kralcıdır ama Cromvel'le işbirliğine soyunur, demokrattır ama nepotizm sayrısıdır, hümanizmi savunsa da güneydeki savaşlara katılmıştır, vejetaryenim der ama domuz çiftliği vardır, kapitalizme karşıdır ama döviz alır durur, emperyalizm diye haykırır, distribütörlüğe soyunur, ruhumun kiri der ama, sarnıç dolusu para kazanır. Oysa para, soyut bir varlıktır.
 Av çocukluğumun anıları ama, artık bunun bir şiddet ya da doğaya yönelik gammazlık olduğunu düşünüyorum, söylemeye de utanıyorum, bunca sorun arasında av partisiyle neşelenebilmek, acı geliyor bana, ama çoğunluğa ayak uydurmak ya da ortak paydaya, geleneklere boyun eğerek yaşamak bir zorunluluk ne yazık ki, değildir belki ama o zamanda giderek dışlanıyorsunuz, hatta kendinizi dışlıyorsunuz, bu denli protest tavırlar geliştirmek olanağı yoktur bireyin, var diyelim ama geçerliliği olmayan, sürüme yol açmayan, düşünceye dönüşüp, bir kerte atlatmayan unsurlara, kapalı devre yaşayan canlılara dönüşür o zaman, bu durumda, bir çıkış yolu bulmalıdır ama, çıkış yolu olmalıdır.
 Hangi sorunun peşinden koşacak, hangi dünyanın savaşımında, -şu sözcüğün bile değişmesi gerek- bulunacaksınız. Görüyorsunuz, arabada konuşan biri var işte ve tıpkı Hayri gibi yineledi aynı şeyleri, katılabilirim belki ona, aynı düşüncedeyiz. Avrupa sanatını gerçekte yüzeyden ve popülist yaklaşımla yerdi, eleştiri denilemez buna, eleştiri derin çalışmalardan ve deneylerden sonra varılabilen bir sonuç olmalı, kaba sonuçların kaba yaklaşımları; hiç bir şeyi değiştirmiyor, hiç bir evrilmeyi sağlamıyor, aynı kişi bakın daha neler söyledi, ama bir şey anımsatmak isterim...
 Söylemek istediğim tümcelerle, nerede karşılaştığımı unuttum, anımsatmak istiyorum ama kimdi söyleyen, nerede okudum bilemiyorum, diyor ki, düşünceler üretirken, okumazsanız eğer, yeni sandığınız ya da kendinizin ileri sürdüğüne inandığınız, pek çok şeyi yinelemiş olabilirsiniz, sizden önce düşünmüş, hatta yazmış olabilirler, şu sözleri bile!..
 Kemanın yaratılmasındaki nirengi sanat değil mi, daha doğrusu insanın, tanrısal katlara yükselerek, gerçek insana, insanlığa ulaşması değil mi amacı, onun için seviyorum ben bu konuşmaları, aynı şeyleri dinliyorum biliyorum, her yerde var bu tutumlar, anlayışlar, yinelemeler, insanların bir düşüncenin çevreninde toplanabilmesi, şaşkınlık verici, usa sığmaz bir şey inanın, binlerce, milyonlarca insanı, aynı ülkü peşinde birleştirmek, benzeri düşüncelerin çemberinde eşleştirmek, ne derseniz deyin sürü alışkanlığının dışavurumu bu, itici gelebilir ama pozitif duygularla hareket edilmesi, gerçeği gölgeliyor, gerekçesi bu sanırım yanılsamamızın. Bir düşüncenin, taşıyıcı primatı, önderini düşünün, ilkinsi bir kuramın, popülarize edilmiş donelerini dinleyin, benzer görüşler, yinelenen tümceler, kopya metinler gırla gider, o zaman şunu düşünüyorum ben, bir tür hipnotize, bir tür uykudayız...
 Bu tekerlemelerin ne yararı var, gelişmeye, değişmeye, insanlık yolunda yinelemeden başka bir şeye yol açmıyorsa eğer... Övgü ve yinelemeler, abartı ve birebir bakışlar, gerçekte sakıncalı ama insanlığın yolları, gidip geldiği çizgiler, rotalar hep aynı olabiliyor ne yazık ki...
 Çok karmaşık bir şey, yaşam anlaşılacak gibi değil, ava giden adam susmadı biliyorsunuz, Dostoyevski dedi, çok kötü bir yazar, Raskolnikov gibi gerçekte, düşünsemeden yoksun, debil birinin cinayetini, psikolojik öğelerle, hak ettiği bir şeymiş gibi, doğalmış, benlikte yeri varmış gibi göstererek, bir öldürümü sıradanlaştırdı, derinliğinde, neredeyse öldürmeyi olağanlaştırdı.
 Suç ve Ceza'yı okudum ben, sonuçta bana kurulu düzenin, sürüp giden ezen, ezilen bileşkesinin, olağan biçimde sürmesini amaçlayan, handikapları ve yan etkilerini kurcalayan, bir diyaloglar bütünü, günoğulcu karşıtlamın metinsel bir yığını gibi geldi bana, neden, sözde Raskolnikov, bir tür yoksulluk ve sorunların içinden çıkamadığı için işliyor cinayeti, öğrenciliğiyle, öğrenmek gibi bir erdemin peşinde, tanrının çocuğu işte. Bu vicdanlarda, bilinç altında, bir haklılık ve insan severlik terazisinin ağır basmasına yol açıyor, düzeni eleştiriyor sanıyorsunuz kitap, ama sonuçta vardığı nokta, karşıtların işbirliği, eğer karşı çıktığım şey, bir dönüşümün varlığını, değişmeyen bir düzenin bin bir çeşit endikasyonlarını dile getirerek, eriterek yoksanmasına, bir kanıksanmanın safralarını atarak, içselleştirilmesine yarıyorsa, aynı şeyin sürüp gitmesine de yol açan bir günoğulcuğa dönüşüyorsa, bu bir dairenin içinde sağa sola koşturmak, uçlara, sınırlara savrulurken, çemberin içinden -kesinlemeyle- çıkmamaya dönüşen bir motto yığınlarına yol açıyorsa, Suç ve Ceza bir mesel değil masal olur artık, üstelik bunu düzenin kusurlarını, günahkar yanlarını haykırarak yapıyorsa, tam bir bumerang oyunu. Kutsanmalıdır artık kitap, ayrıca Dostoyevski, Kumarbaz gibi, Ecinniler gibi kitaplarla yaşamı anlatırken, kontrendikasyonlardan söz ederken, hiç bir şeyi değiştirmeyen, değişmeyecek bir sözlük külliyatı devşirmiş oluyor ve bunu kanıtlıyor, bundan dolayı bu tür yazarlar benim için bir hiçtir dedi.
 Tolstoy'u da iğneledi, ne Harp ve Sulh, ne Anna Karenina bir şey anlatmaz, çünkü insanlığın başına gelen şeyleri kağıt aynalarda yineleyerek göstermenin ne yararı olabilir ki dedi. Dünya bu tür romanlarla dolu ve biz çarkın içinde dönüp duruyoruz, çarkın içinden çıkmadığımız, çıkamadığımız sürece, göğün altında yeni bir şey yoktur diye sözlerini bitirdi adam!..
 Makarenko, kitap değişti ama hayatın değişmedi ha diye bir kahkaha attı, dedim size, adam komik biri, onun kahkahası Makarenko'nun otuz iki dişini bastırdı. Ben kırlarda dolaşırken, çekme otlarını çiğneyerek, ıslık çalarken, onlar sayısız çulluk vurdu, avuç içine sığan küçücük kuşlar, ellerine alıyorlar, tartıyorlar ve aşkla, coşkuyla, iştahla konuşuyorlar, dünya ile baş edilemeyeceğini biliyorum, nasırlı bir avuçtan, boynu sarkarak, elem verici bir hiçliğin serenadına koşan çulluk gibi olmak isteyişimin, bir nedeni belki de bu, ölüm arzusu... Yaşamayı ölmektense, ölümü yaşamak... Trakya'da o gün av böyle geçti. Konuşmakta bazen iğrenç bir edim ama, onu anladım o gün.
 Dönüşte Makarenko bir bayanla tanıştığını ve aralarında güzel bir dostluk başladığını söyledi, belki sevgilidirler ama ima etmedi,  çünkü sır verir gibiydi sanki, adıysa Nargis... Ertesi gün gel seni tanıştırayım dedi, çalmıyorsak hafta içimiz boş demektir, günlerden pazartesiydi ama bir kaç gün dinlenme fırsatı bulmuştuk işte, Nargis yüzünden. O gün, oldukça neşeliydi makaracı Makarenko, biz ona böyle desek de o hep güler geçer, onun bir tek amacı vardır bu dünyada, zamanın arkasında kalmamak, ona yetişmek ve günü değerlendirmek, zaten davet etmiş kadın bizi, bunun üzerine, akşam serinliğinde, Levent'e doğru yola çıktık, gazeteciler sitesindeymiş evi, gazeteci dediği için unutmamışım demek ki. Makarenko taksiyle gidelim dedi, gerek yok dedim, kadın dedi etkileyici biri, görür mörür küçük düşmeyelim, sen bilirsin dedim, uzun ağaçlarla süslü, bahçeli yollardan geçip, apartmanın önüne geldik, biri tam çıkıyordu ki içeri girdik, ardımızdan bakmıştır adam, üçüncü kata çıkıp zile bastık, otomatik açıldı kapı, elektronik bir şeymiş gibi, şaşırdım, salona geçtik yavaşça konuşarak, akşam ötesiydi, şezlonga uzanmış, aşağıda, bir cennet ağı gibi örülmüş ışıklar arasında, akıp giden yollar, bir kaç yıldızın eşlik ettiği gökyüzü ve tarih öncesinden çıkıp gelmiş gibi bir Kleopatra, bir Nefertiti ya da onlardan da çılgın bir Roma kraliçesi, dev bir Zümrüt-ü Anka ya da tropik bir tavus, hatta dev bir tuba ağacına benzeyen, gökkuşağını andırır bir kadın. Nargis...
 Makarenko elini öptü, bende öptüm şaşkınlıkla, korku verici sayılmaz ama ürkmüştüm kadından, konuşmuyor ya da konuşamıyor gibiydi, alışılmışın dışında bir durum, onun uzandığı şezlongun karşısına, daracık koltuklara sığındık, sıkıştık daha doğrusu, kadın çok iyi bir insan, konuşmayı seviyormuş anladım ki, ama şu yaşamda, yalnızca kendisine hizmet edilsin ister gibi hiç kıpırdamıyor, Makarenko'ya git dedi, pastayı getir, içitini hazırla, bir şeyler al gibi laflar etti ve Makarenko harfiyen yerine getirdi, evi biliyor tabi, gülümsüyor bana arada, şaşkınlığımı üzerimden iyice atınca konuşmaya başladık, dalıp gittik hatta, ama nasıl bir kadındı bu, uzaydan gelmiş gibi, simsiyah saçları, topuz gibi tepesine yığılmış, aşağıya doğru sarkan mısır püskülü gibi kıvırcık zülüfler, dudakları uzun bir kayık gibi ama kesin çizgilerle, soyut bir sanat görseli, vulvatik bir galaksi görünümü verilmiş gibi keskinler, gözlerine sürme çekilmiş, kirpikleri neredeyse bize kadar uzanıyor, burnu hükümranlığını ilan eden bir sultan gibi kemerli ve solurken bir şahin gibi sesler çıkarıyor, kulakları hafifçe sivri, çenesinin ortasında minicik bir çukur, yanakları aşağıya doğru gölgeli ve görünmez, zorlukla seçilir gamzeler ve pembe benekli, kedi dili gibi parıldayan tırnaklarıyla gizemli, deyim yerindeyse, tanımsız bakışları, karanlık duruşuyla, başka dünyalardan gelmiş bir Medusa, dev anası...
 Kadın ayaklarını uzattığında şezlong gerilerde kalıyordu, siyah bir pantolon giymişti, ütü çizgileri belirgin ve daracık izlenimi vermesine karşın nasılsa uçuşuyordu rüzgar varmış gibi ve aynı ölçüde aşağılara kadar uzanıyordu paçaları, üzerinde sanki bir şey yok gibiydi, dantelli kollar, yine siyah ama ipeksi, ten rengi bir gövdenin süsüyle, tanımlara sığmayacak zariflikte bir cevher izlenimi veriyordu giydiği üstlük ve yaşını başını almış ama bir prenses edasıyla yaşamaktan kendini alamamış, görkemli bir Şahbanu ve Mary Stuart gibi de ürküsül biriydi kadın...
 Her konuda bilgili ve ayak uydurabilir bir deneyime sahip olduğu izlenimini kolaylıkla veriyordu ve bir gerçekti bu, yaşadığı yer sanki şehrin doruğundaymış gibiydi, aşağıda uzayıp giden yollar vardı, ışıklar içinde, paralel iki doğru gibi akan, sonra kıvrımlarla yol alan ve uzaya doğru süzülüp gidermiş gibi parıldayan yollar, karanlıkta ışıktan ağlarla örülmüş bir cennete varırmış gibi duyguya kapılıyordu insan ve küçücük, metalden, eliptik şeyler, belki de öbür dünyaya doğru gitmeye çabalıyordular.
Nargis'in görkemi, bu duyguları veriyordu belki de, oturduğu yerden hiç kalkmadı, hayata aşık gibiydi, aşka aşıktı belki de, ama sonunda anladım, kendine tapıyordu bu kadın, iyi bir insandı ama, kalkışımıza doğru, ona mazurkaya uygun hareketli bir parça çaldık Makarenko'yla; gaydayla çalınıyordu aslında bu yapıt ama onun görkemine, tam aksi biçimde sayılabilecek bir serenattı bu, oturduğu şezlongdan en ufak bir renk vermeden öylece dinledi, sonra bir gospel çalmamızı istedi, ortaçağ müziği gibi bir şey, ağır aksak çaldık yine de, sonra kadının bu şehirde kalmış bir  levanten olabileceğini düşündüm, o konuya hiç girmedim, sonra neler anlatıp, neler konuştuysak da gülümsedi ve geç saatlere doğru, bir şiir sundum ona, onun meşum yaratılışına uygun, depresan ve yabanıl bir şiir, aşkı tema edinen... Birazda beni, bizleri kaygısızca dinleyişi ve varlığımızı doğalın eşliğinde bulurmuş gibi, davranışına uygun, gönül alıcı bir ima mıydı bilemem...
'Denize yakın mağaralarda, bir susuzluk duyarsın, bir aşk,  bir coşku, deniz kabukları gibi sert, alıp avucuna tutabilirsin. Denize yakın mağaralarda, günlerce gözlerinin içine baktım, ne ben seni tanıdım, ne de sen beni.'
Gülümsedi... Bir kaç şiir daha okudum, kayıtsızca Voznesenski dinledi, kalkarken bir elveda yapalım dedim ve Weber'den kısa ama ağır bir uvertür çaldık ona, duygularımı anlamıştır ama hiç belli etmedi, uğurlarken ilk kez kalktı yerinden, ikimizi de dudaklarımızdan öptü, bir ölüm meleğiymişçesine, ince tüy gibi bir şey, sanki bir gece kuşu sıyırıp geçti dudağımı, ürküttü beni, kadın o kadar gün görmüş biriydi ki, yarı çıplaktı ama hiç bir şey görünmüyordu, bizi öpüyordu ama duyumsamıyor, ürkütüyordu neredeyse, kapıya kadar geldi, öylesine sessizdi ki adımları, ayakları var mı diye baktım ona, çıplak gibiydi, ince topuklu, sanki hiç yokmuş gibi duran, yine de parıldayan, kuş yavrusu kadar bir şey vardı ayaklarında, birden Penelope diye düşündüm, aşıklarının çokluğundan yakınan kadın, onları oyunlarla, ölümcül bir boşluğun içine sürükleyen, içinden çöl rüzgarı geçen, sonsuz bir serap, bir gölgede ya da bir aynada solup giden, kutsanmış bir azaptı bu kadın...
 Aşağıya inip yola çıktığımızda, Makarenko dedim, bu bir femme fatale, bir diva, uzak dur diyemem ama dikkatli ol, başına bir şey gelmesin, Makarenko puslu havayı dağıtan, dehşetli bir kahkaha attı... Sen onu sevişirken gör!..
 Bilgiyi, görgüyü, insani her şeyi içselleştirebilen insanlar, yaşamda gotik bir görsellik veya operatik bir sunuma gerek duymuyorlar, ötekiler, her şeye karşın görüntünün büyüsüyle algılanan bir yaşam tarzı, avının karşısında gerdanı rengarenk tüylerle dolan, bir masal kuşu gibiler, bu benim ruhumu incitiyor, bir yanılsamaya sürüklüyor, gösteri dünyasının içinde olduğumdan bezmişte olabilirim, çünkü bir objeye dönüşerek, aşırı sıradanlaşıyorlar, şaşırmak ya da şaşırtmak insanı her zaman mutlu etmiyor...
 Madonna'mızın düşlerinden uzaklaştığımız günlerde, can sıkıntısından bir gün Kocamustafapaşa'da ki semt pazarına gitmiştim, bisikletli Maria'yı gördüm aylar sonra, burada dedi, çok güzel şeyler var, bizim oraları aratmıyorlar, sarıldım ona, kokusunu içime çektim, her zaman özlediğim yurdum gibiydi... Ama nasılda yüz çizgilerine çökmüştü keder ve düş kırıklıkları... Nargis'i anımsadım o an, iki kadın... Gerçekte Maria her zaman mutsuzdu ama acıları yüz çizgilerine egemendi artık ve giderek benim iç çekişlerimi de yansıtan bir varlığa dönüşmüştü. Mariacığım, yine de hep özlemini duyduğum, iki şeyden biriydi benim için.
Ötekisi, içimdeki boşluğu günden güne büyüten ölüm...



49
 Kocamustafapaşa'dan bir kez daha ev tuttum, bu kez yalnızım, ama Makarenko ve Maria'da buralarda olduğu için kolaylıkla bir araya gelebiliyoruz. Topraklarınızdan koparıldıysanız bir türlü kök salamıyorsunuz, temeli olan kalıcı bir şeylere girişmeniz olanaksız, sürekli yer değiştirmek, hep parçalı işlerde çalışmak, kimi zaman işsiz kalıp, bazen aranıp ve olmadık yerlere uzanıp gitmek, hiç bilmediğiniz yerlerde zamanı geçirmek, olmadık ortamlarda bulunmak ve belirsizliklerle uğraşmak, insanın düşünsel yapısını zedeliyor, günü birlik çözüm anlayışına sürüklüyor, geçici çözümlerle avunuyorsunuz ve işte böyle oradan oraya savrularak, sürekli yer değiştiriyor ve düşünmeye, gerçek bir üretkeye yazık ki zaman bulamıyorsunuz.
 Süreklilik kendini belli eder, öyle olsaydı, belli bir yerde kalsaydım uzun süre, sistemli bir iş, düzenli bir çalışma ortamında bulunsaydım, yarınımı görseydim, görebilseydim, işte o zaman kendimi gerçekleştirme olanağını bulabilirdim, oysa buralarda, alelacele ayakkabınızı giyiyor ve nerede olduğu belirsiz bir yere doğru koşturarak, derler ya karın tokluğuna veya geçim pahasına günlerinizi tüketiyorsunuz, bu zorluklar altında insanın düşlerine kavuşabilmesi, gerçekleştirebilmesi olanaksız.
 İşte Maria, kızı öldü, şimdi o ruh sağlını kaybetti, üzünçlerle boğuşuyor, maddi olanakları yetersiz, geri dönüş için, yarı aç, yarı tok bir birikim yaratmaya çalışıyor ki, kalan günleri bir parça erinç içinde olsun, toplumsal savrulmalar insanları bezdiriyor, yıkıyor, yeniyor ne yazık ki, savaşlar, çıkar kavgaları, organize işler, kuramlar, ideolojiler sonuçta çarkın o bildik biçimlerde dönmesine yarıyor, haklar ve haksızlıklar birbirini kovalıyor, karışıyor, insanlar ölüyor, düşünceler yok oluyor, düzen sürüyor.
 İlahi düzen, demokratik düzen, hiyerarşik düzen, komünal düzen, adına ne derseniz deyin, benim bildiğim Mariaların yaşamı bilinmeyen bir güç, görünmeyen bir dünya tarafından yönlendiriliyor ve ne olduğu belirsiz bir dişlinin, spiral bir çarkın, acımasız bir öğütücünün kollarında, sessiz çığlıklar içinde yok olup gidiyorlar, dünyanın adil olduğuna inanabilir misiniz, ama birileri çıkıyor, bu iyi oldu, komünizm kök salacaktı, bu iyi oldu orada anarşik unsurlar vardı, bu doğruydu, bitmeyen bir kargaşa vardı diyerek kendi öngörülerini yaşama geçirerek, bir mekanizmayı çalıştırıyor ve yaşam onun arzuları, düşünceleri ve öngörüleri doğrultusunda kusursuzlukla sürüyor artık, size gerek duymuyor artık, sürüp giden yaşam, olmasanız da olur, Maria yaşamasa da olur, yığınlar yok olup gitse de olur, ne için, belki bir avuç monarşik, hiyerarşik gücün, egemenin alışılmış deyimle, basın sultasının, siyasi monarkın, paranın padişahının, hiç önemi yok bunların, acı olan şu, bir kişi öldüğünde bu dünyada, bir düşünce, başlı başına bir evren ölüyor ne yazık ki, belki bizi o kurtaracaktı diye bir sanrıya kapılmaktan kendimi alamıyorum, kurtuluşumuzu aramaktan başka bir umar bulamıyorum ve artık kara düşüncelere dalıyorum, bir çıkar yol, bir uyar yöntem, çözümde bulamıyorum, olanaksız bir çözüm var yalnızca, tanrıyı çağırmalıyız yeryüzüne, bu davet bizim diyerek, eminim randevu vermeyecektir, çünkü o biziz ne yazık ki, ama hangi biz!.. Geriye ne kalıyor bu umarsızlıkların, acımasız vandallığın, dizginsiz uygarlığın cehenneminden; tek bir çözüm... Ölüm!.. Başka söz bulamıyorum.

 Kendi gölgemizi yakalamaya çalışarak yaşıyoruz, çok acı, bir şey yaratamıyoruz, kendimizden bir şey ortaya koyamıyoruz, bir şeyi değiştiremiyoruz, sığ, umarsız, acımasız, kendini yineleyen yüzyıllar ve görünür bir geleceğin peşinde umursuzca, fütursuzca sürüklenmeye zorlanıyoruz, yazık ki ne oluyor, kendini yok etme ve böylelikle kurtulma arayışı güçleniyor, bir kaygı, o meşhur, arzunun karanlık nesnesine dönüşüyor ya da giderek, duygularımızın, duyargalarımızın ortaya koyduğu, o bildik alışkanlıklar ve onların, o bilinmeyen, nasıl kendini ortaya koyduğu, nasıl egemen olduğu, nasıl böyle görkünç bir mekanizmayla, gücü elinde tuttuğu belirsiz, ilahi düzen diyebileceğimiz o korkunç örüntünün elinde savruluyoruz, hiçliğin içinde yüzüyor, kimliksiz, kişiliksiz kahkaha ve göz yaşlarıyla yaşayıp gidiyoruz... Çağcıl ortam, bir ilenç ve kindarlık içine sürüklenmiş ve güvensizlik ve ispinoz, hayır, hayır ispiyon temeli üzerinde yürüyor yaşam ne yazık ki ve kalabalıklar otomatik biçimde kendini denetler olmuş, olağanüstü işlerlikte, bir sistemin içindeler ve sürülerin en büyük düşmanı gene sürüler. İğrenç diyebiliyorum artık bu duruma, tek sözcükle...
 İğrenç!..
 Bu düzenin tanrısının, sağ eli hünerini unutmuş, işaret parmağı eksilmiş, erimiş, bütün tırnakları düşmüş, dökülmüş, çehresi un gibi dağılmış ve bembeyaz bedeni, irinli cüzzama dönüşmüş, şişmiş ve parçalanmış bir maske gibi, kaşı yok, gözü içine çökmüş, yitmiş, kapağı sarkmış, sallanıyor, yanağı delik deşik, dudakları bir kabartı, salkım gibi uzamış, anlamsızlaşmış, yassı burnu aslan mantarı gibi, halkaya dönmüş, yaratan, yaratıcı bir şeye benzeyecek, onu andırabilecek bir yanı kalmamış, belki başaramamış, yaratısı kendisine belki de baş kaldırmış, yadsımış olabilir, umduğunu bulamamış ya da pişman da olabilir, öyle olmasa başımıza bunlar gelir miydi, yaşamımız, acımasız, bin bir türlü çıkmazlara sürüklenir miydi....
Görünmeyen bir deliliğin içinde yaşıyoruz biz ve tüm insanlık, herkes, hepimiz, ayrımında bile değiliz, iyi düşün bulursunuz diyecek kadar şaşkın da değiliz, asla özdeşleştiğimiz şeyin ayırdında olamayacağız, ta ki kıyamet kopana dek. Asuncion'daki çatışma kalıplarıyla, dünyanın öbür ucundaki kavgaların, hak arayışlarının yöntemleri aynı, hep bir yineleme, hep bir boşunalık ve korkunç bir; bire birliğin çıkmazlarında sürüklenen; Bir tanrının yavrularıyız biz, aynıyız hepimiz, türün öbür bireyleri, kabileler, pigmeler, gökdelenler, bodrumlar ve paraşütlerle gezinenler.
 Olanların bir vahşet, çoğalarak yok olup giden bir kırım olduğunu anlayana dek; bizi hak arayışlarına, demokrasi kavgalarına, uygarlık savaşlarına sürükleyerek, bir bir yok ediyorlar, etkisiz hale getiriyorlar ve düşünceleri bir nükleer serpinti, bir radyasyon yağmuru gibi dağıtarak, hükümranlıklarını sürdürüyorlar, tanrılarıyla işbirliği yapıyorlar. Haklılık parçalı bulutlu biliyorum, alacaklar bir kar yağışı, ödemeler bir yıldırım biliyorum. Ama  bir gökkuşağı görebilmek uğruna ağlıyor tüm insanlık.
Başka bir çözüm bulmalıyız, başka bir sistem kurmalıyız, başka bir dünya yaratmalıyız, düşüncenin yok olmadığı, etin içilip, suyun yenmediği, canlının ölmediği, öldürülmediği bir dünya olmalı bu, ama nasıl... Bir çözüm olmalı, varlık, çözümle var, düşünce kendini yadsıyamaz, insan, insan olmadan yaşayamaz!..
 Geçenlerde, ev sahibinin konuğu olduk, Makarenko, Maria ve ben. Üç çocuğu var, bitkin ve yüzü toprağa bakan tuhaflıkta bir anneleri var; eşi adamın, çocuklar biz gelince yer sofrası kurdular, birlikte yemek yedik, yemek masası olmadan, bir şeyler yediğim ilk sofra, şu Balkan halklarında, belki başka yerde bile görmediğim, duymadığım bir usul, ayakta yediğimiz olur evet ama, sofra adabı bir sanatsa, şu uygarlığın sürmesine yarayan her şey gibi, sanat da kötü bir şeydir işte dedim. Bir çigan demişti ki bana, çocukları çalan, atları pişirip yiyen, şeytanla konuşan ve tanrıdan kaçan insanlarız biz. Yüzsüzler frengi döker, apolet bir ayağın kısalığını gizler demişti gülerek.
 Sahibinin yüzü,  köpeğine benzer ve Kerberos'ta  karanlıklara koşar diyecektim ama geçip gitmişti, ilgisizce tabi. Ev sahibi içimden geçenleri sezmiş ya da okumuş gibi -böyle bir spiritüellik vardır insanlar arasında, adam cin gibi biri çıktı-, homo habilis dedi, homo erectusa evrildiğinde, canavarlık çağları başladı, çünkü iki ayağı üzerinde duran insana, bu gelişme, diğer canlılara karşı, bir tür düşünce üretme olanağı sağladı, ayak ele dönüşerek, serbest kaldı ve kullanmaya başladı, ellerimizdir bize düşünmeyi bağışlayan, beyin teoridir ama elde pratik, eylem, uygulayımdır. Elin olmadığı hiç bir canlı gelişemez, onu bırakın, baş parmak, kavrayıcı olmasaydı, maymun kadar dahi evrilemezdik biz, baş parmak, tanrı parmağıdır, yani Higgs bozonudur o evrenin ve o ilk silahımızdır bizim. Uygarlık dediğimizde beşparmak dağlarıdır yalnızca.
 Yürümeye yarar ön ayaklar olmaktan kurtulan el, korkunç bir silaha dönüştü zamanla, işlevi sonsuzlaştı sanki ve alet yapabilen, coğrafyasına meydan okuyabilen bir varlığa, hatta tanrıya dönüştü. Barış ilk o zaman bozuldu dünyada, kötücüllük o zaman başladı, egemenlik ilk o zaman yayıldı, ayağa kalkan insan canavarlaştı ne yazık ki ve doğal denge bozuldu, eşitlik bir sanalite, algılanabilir bir şey olmaktan çıktı, mertlik bozuldu deyim yerindeyse, ayağa kalkan insan hükümran oldu, mabuda dönüştü ve ötekileri küçümsedi, eşitliğin doğası bozuldu ve ilk sapkınlık böyle başladı... Elimiz olmasaydı, Kabil, Habil'i öldürmeyecekti, öldüremezdi.
 İşte dedi adam, yer sofrası, insanın henüz ayağa kalkmadığı, barışçıl, doğal eşleşmenin sürdüğü, cennetsi bir dünyadan kalan zamanların alışkanlığıdır!..
 Maria küçük bir kahkaha attı adamı onaylarcasına, ben gülmenin onaylamak anlamına gelebileceğini ilk Maria'da gördüm desem yüksünmem, Makarenko geri kalmadı, he, he diye başını salladı. Yemeklerine alışkın olduğumuz için, güzel bir sofraydı yine de, pancar yaprağından turşuyu ilk orada gördüm ve sofradan güle oynaya kalktık diyebilirim.
 Bir gün evde yalnız kaldım, hep yalnızım ama çalıştığım için evde uzun süre yalnız kaldığım olmuyor, insanın kendisiyle baş başa olabilmesi için öncelikle bir ev gerekli. Bir evin olması, bir insanın insan olma noktasında yolu yarılaması demek inanın, ama işte yalnızlık, tanrının olağan alışkanlığı ve şeytanın pusuyla geçirdiği zaman. Gece karanlıkta oturuyordum, küçük salonun tam ortasına doğru bir böcek geldi, dondum kaldım, yaşamımda bu kadar korkunç bir böcek, görmedim inanın, yalnızlığım beni bu hallere sürüklüyor da olabilir dedim içimden, yarı karanlıkta sanrı içindeyimdir belki de dedim, ama yürüyordu işte ve kum renginde bir gövdesi vardı, ön ve arkasında hareketini düzenler, dehşet verici tüyleri vardı, kılcaldı ve sayılamayacak kadar çoktu, belki de bana öyle gelmiştir, gecenin loş ışıklarında tam olarak ayırdına varamamış olabilirim, önde başı acayip, korkunç bir özgüveni olan, hiç görülmedik bir canavar gibi yapıyordu onu, son derece hızlıydı yürürken, kayar gibiydi ve o an düşündüm ki, geçmiş çağlardan kalan şiddet duygusu, işte yavaş yavaş benliğimi sarıyor, çünkü ben bu canavar varken asla uyuyamam, az sonra ölümüne bir yarış içine gireceğim onunla, benim için bir tehdit unsuru bu böcek, gecenin bu saatinde bana azap çektirecek, yaşamımı zehir edecek bir cengaver o, zırhlar içinde bir şövalye, azılı bir düşman işte, belki zehirler felç olurum, ısırır kangren olurum, kulağıma kaçar sağır olurum, ağzımdan girer, organlarım çürür ve belki de gövdeme tüner, bir simbiyoz hayat sürmek zorunda kalırım, belki de sabaha ölürüm, evet ölürüm ama bana sormadan asla!..
 Bir gazete kağıdıyla yakalayayım dedim onu ama korkunç hızlıydı ve salonda saklanacak yerde bulamıyordu, çözümde yoktu evet, iki çaresiz gibiydik ama nereden bileyim, gerçek Azrail'in orada ben olduğumu, o şu an ölümden kurtulmaya çalışıyor, bense gelecekteki bir tehlike adına, onu yok etmeye uğraşıyordum, aniden ev sahibinin unuttuğu portatif süpürge çarptı gözüme, minik gardırobun yanındaki; böceğe yaklaştım ve küçücük süpürgeyi çalıştırdım, birden uzaya atılmış bir roket gibi onu içine çekti, ağzını gazete kağıdıyla kapattım ve ondan kurtulmuş; ama onu yok edip, öldürmemiş olmakla, Musa'nın bendine uymuş olmanın, bir ruh sakinliğiyle sabahı ettim. Sabah uyandığımda sonsuza dek kurtulmak, onu sokağa bırakmak için indim ve kaldırımın köşesine silkeledim süpürgeyi, bir de ne göreyim, böcekçik küçülmüş, buruşmuş, komik denilebilecek bir görüntüyle, umulmadık derecede pörsümüş ve cansız öylece yüzünü toprağa dönmüş ve değil bana, dünyaya, evrene ve tanrısına bile en ufak bir sitemde bulunacak hali bile kalmamış. Korkunç derecede utandım ve kendimi bir caniye benzettim, eşleştim artık. Öldürmek gibi bir düşüncem olamazdı, gecenin sanrısında kurtulmak istiyordum yalnızca, bir korkunun pençesinde uyuşmuştum belki de. Oysa bir katil, düşüncesi doğrultusunda hareket ettiği için, bir biçimde kendisiyle uzlaşıyor olabilirdi her zaman, ama ben, benim için olanaksız bu, öldürmüş olmakla kendime ters düştüm ve ruhsal olarak zedelendim ne yazık ki, açıkça bir canlının ölümüne neden olmadan, algılar dünyasından ayrılmak şanını elimden kaçırmıştım. Ah işte bende insandım, ölüp öldürmekten, hangi nedenle olursa olsun bir diğerini yok etmekten  kurtulamamıştım, bir cezaya uğramak korkusundan, ilk kez açıkça bir pişmanlık duydum ve ilk kez açıkça kendime yenildim ve o ana dair, belki de ilk kez, tek umarımız olan o amansız silahımızı kullanmaya karar verdim...
 Unutmak!..
 Unutmak ve o an umarsızca, acıyla, kindarca, küskünlükle, gülerek, kahrolarak, mutlulukla, gözyaşıyla, kederle, kahkahayla ve saldırganlıkla, tüm insanlar gibi, belki de ilk kez, insan olmanın tadına vardım!..
Ah, 'Pemra', cennet çiçeğim benim, birden onu gördüm, meğer bana geliyormuş, sanki suçlarımdan, günahlarımdan arınmış gibi, birden Maria'ma sarıldım, uzaktan bana Vladimir demişti ama, sanki sesinden önce gelmişti işte, her zamanki gibi kokusunu içime çektim, soludum, yuttum, işte yurdum benim...
 Çay yaptım ona, kahvaltı hazırladım ve dünya dertlerinden uzak, geçmişe bir yolculuk yaptık gene, öyle mutluyduk ki, Maria olmasaydı yok olurdum ben, eski dostların varlığı, Makarenko, hiç bir zaman hayat anlayışı uymasa da, benim için bir albeni, çekici bir şeydi. Maria gitti sonra, acıklı dünyasına, bende kendi umarsız dünyama döndüm, gözüm hafifçe doldu o giderken, bilmem anladı mı, belki anlamazlıktan geliyordu.
 Düşüncelere kapıldım Maria gidince, bağlantısız, beyhude, öylesi düşüncelere savrularak; Titan, Ganymede, Dione ve Callisto'da dünyamız gibi yaşam olabileceği ya da yaşamın oluşabileceği düşünülüyormuş, çünkü bu uydularda su varmış, Titan'ın, buzullarının altında bir okyanus varmış, düşünüyorum da, orada dış dünyaya açılma gereksinimi duymayan bir uygarlık olamaz mı!.. Çünkü çıkmak kurtuluş arayışıdır, bir ütopya, olmayan yer, bir mutsuzluk ve onmazlığın genişleyerek tükenişi belki de...
 Güzel bir dünyamız olsaydı, başka dünyalara bu denli ilgi duymaz, bu denli bel bağlamazdık diye düşünüyorum ve çocukça ağlıyorum zaman zaman, belki bu halimin, psikolojik, fizyolojik bir izahı vardır, belki de buna sebep bana aylardır.
Dış dünyaya kapalı, nice uygarlıklar, kaçış duygusu, kaçış özlemi olmayan başka dünyalar; güzel bir otopyamız olsaydı, ötekileri arardık gene belki de, birbiriyle mutsuz, kavgalı, ölüm ve öldürme sarmalında girdap olmuş uygarlıklar, asıl aranması gereken bizleriz ne yazık ki, asıl kurtarılması gereken insanlık, bizim arayışımız kendi kurtuluş özlemimiz adınadır belki, ama bize bir gün gelecekler.  Çünkü bu daha doğru, bizim bir kurtuluşa gereksinimimiz var, onlar kurtarsın değil ama biz bir özgürlüğün ve kurtuluşun arayıcıları, umarsız yolcularıyız ne yazık ki, öyleyse gelmeliler.
Bir kaç engereği bir kutuya koyarsanız, sanki kaynayan bir çaydanlığın sesini duyarmışsınız, zehirli, gürültüler çıkararak, birbirini yok ederek yaşayanlar biziz. Kedi pençesi, kozmik alan ışıması, bedensel ve ruhsal açlık içinde oyalanan, yok olanlar bizleriz, acaba daha kötü örneklerimiz var mıdır evrende; varsa bir teselli değil bu, evren acemi ve bir deney yeri nasıl olsa, ötekilerle kol kola başka dünyaları arama, yaratma ve sağlığımıza kavuşma özlemi bizimki.
Memento mori... Ölümü anımsa, bizim diyebildiğimiz bu birbirimize, öyleyse katlanmalısın, öyleyse baş kaldırma, öyleyse çözüm arama, bir çelişki. Ev sahibi, homo erectustan önce yok etmeyi bilmiyordu insan demişti, ayağa kalkınca hükümran olduk, et yemeyi öğrendik demişti.
Schubert'in, Bitmemiş Senfonisi'ni dinlemek en iyisi. Yaşam nasıl olsa, Tambora patlaması, İngiltere'ye kar yağması, Philadelphia'da sebzelerin donması, Montreal'de ölü kuşların olması ve geriye dönüş özlemi. Geriye dönüş...
 Geçmişte gerçekten Tambora patlaması olmuş, ekinler zarar görmüş ve yulaf fiyatları yükselince, ulaşım pahalı hale gelmiş, bu da atlara bağımlı olmayan bir ulaşım aracı gerektirmiş ve  Alman mucit Karl Drais'in 1818 yılında koşan makina velespiti geliştirmesinde etkili olmuş, Frankenstein'da  yazın yaşanmadığı bu yıllarda yazılmış, Cenevre gölünde gezintiye çıkan Byron ve iki kardeş Shelleyler kasvetli havayı düşlere yansıtmışlar ve korku romanı Frankenstein çıkmış, Mary Shelley'in elinden, Havva anamız kıyameti görmüş!..  İyilikle kötülük, ölümle yaşam, neden kol koladır bu dünyada, anlaşılmaz bir gizem var ki bu işte, o da bu...
 Okuyorum, okunaklara bakıyorum, ilginç sözler ve yaklaşımlardan kurtulamıyorum, her şeyin doğrusunu biliyoruz belki de, sanki kurtuluşumuz yakın ama bir bakıyorsunuz, us dışı korkunç şeyler oluyor zincirleme ve felaketler peşimizi bırakmıyor, bakın şu kozmikomik düşüncelere...
 Evlilik bana insan olduğumu hatırlattı, Sarah köpeğini dudağından öpüyor ama benim bardağımdan içmiyor. Meraklı insan bilisizdir, çünkü bir bebek gibi prize parmağını sokabilir. Köpek insandan daha gelişmiştir, çünkü insan köpek olmadığını düşleyebilir, köpek bir insan olmadığını düşlemez. Kötülüğün krallığı dildir. Uygarlığımız gök gürültüsü, yıldırım ve şimşekler arasında, düşünmeye çalışan sağırın ürettiğidir. Et yiyen bir canlının kaplanla dost olması gerekirdi. Merak etmek değil, anlamak istiyorum. Tanrı başaramadıysa, biz neden başaramadık. İnsan günah için var. Düşüncelerimiz kim olacağımızı ele verir, eylemlerimiz ne olacağımızı.

 Umutsuzum gene de, kendim için umutsuzum. Paranoid  yaşamıma son verirken, geride şöyle bir metin bırakabilirim...
 'Bir zamanlar, evren diye bir yer vardı, bir tanrının yarattığı söyleniyordu,  onun içinde bir yerlerde, nice yaratıklar, yaratılmışlar vardı. Ben onların dilinde konuşuyordum ne yazık ki. Belki böyle bir şey hiç olmamıştır, belki de, hiç bir şey yaratılmamıştır.
 Yaşamımı orada sürdürmüştüm, ölüme orada kavuşmuştum. Bir çift kuş yavrusu, ağzını açmış ötüşüyordu, tavşanın peşindeydi bir tilki, dönüp duruyordu bir bulut, bir asansör tanrısına ulaşıyordu, yağmur yağıyordu sık sık, rüzgar kapılara vuruyor, çitleri kar örtüyordu, maden çıkarıyordu işçiler, çöller vardı hiçbir şeyden geri kalmayan, seçimlerle seçimler yapılıyordu.
 Yeryüzü adını vermiştik ütopyamıza, sağdan üçüncü, soldan altıncı gezegendi oysa, düşüncelerim yanıltıcı olabilir ama; gerçekler söz alırlar. Yürürken karıncaları eze eze giderdik. Aydınlanma peşindeydik, onun gerilere gitmenin gizil ayağı olduğunu bilemezdik.
 Havlıcan ne demek derdik, Acem beyitleri göz alırdı. Zilhicce ayı, Zilhicce ayı hele bir gelsin derlerdi. Gözlerimle duymuştum. Dinsiz olduğunu söylerdi bir kısım. Bir kısım yamaklık yapıyordu. Belirsizlik ve kuşkular atalarımızdı bizim. Müzik ve cerrahlık, zındıklık ve borsa iyi iş yapıyordu. Bir ev tutup yaşamaya bakın derdik. Adem kulübeleriyle doluydu boşluk. Bir tren yaptılar demirden, suyla hareket eden.  Bir köylü gördü onu ilk kez, çocuğuna dedi ki; Bak, önünde ne bir at, ne de bir ot var, gidiyor işte, işte gidiyor!..
 Sanat yapıtına benzer, tek çalgı aleti kemandı, Meryem'in vücudu gibiydi o. Şiddete başvurma ve saldırganlık; hayvansallık ve et yeme alışkanlığından geçerdi bize. Onlar ki, dağlara, totemlere, paganlara taptıktan sonra, tek bir tanrıda karar kıldılar. 
 Sonunda, sonsuzluğa vardılar, bir ayna vardı karşılarında ve gördükleri yalnızca; evren, canlılar, tanrılar, kediler, melekler, şeytanlar, örümcekler ve dünya dedikleri yer...
 Her şey kendileriydi!..
 Ve tren gidiyordu, önünde ne bir at, ne de bir ot vardı.

Gidiyordu işte, işte gidiyordu!..'

50
  Zaman öyle ilginç bir kavram ki, Kleopatra piramitlerin yapıldığı zamana değil, telefonun kullanıldığı, şu zamana daha yakın yaşamış, piramitlere, bugünden daha uzakmış Kleopatra, oysa bir Mısırlı olarak onu piramitlerle neredeyse özdeş sanıyoruz, Romalılarla çağdaştı o, Marcus ve Octavianus'la çarpıştı, ikisiyle de bağ kurdu ama sonunda İtalikler kazandı, resmi tarihe güvenilmez, bir kaç Kleopatra varmış işin ilginç yanı, bizim bildiğimiz sonuncusu, Slavların tarihinde ne kadar Katerina varsa Mısırlılarda da o kadar Kleopatra varmış...
  Romalı soylular uzanarak yemek yerlermiş ve sefaya o kadar düşkünlermiş ki, yeniden yiyebilmek için boğazlarına kaz tüyü sokar ve sonra gene başlarlarmış yemeğe... Quo vadis Roma, onun yıkılışına doğru söylenmiş bir aforizma, nereye Roma demek... Günümüzde mobil devlete doğru gidiyor uygarlık, ilerde hiç bir yetkiliyi görmeden, işlerimizi yoluna koyacağız, bir aksilik olduğunda robokoplar sizi tutuklayacak ve götürecekler ama her düşün aksayan bir tarafı vardır, tümüyle yanılabilir insan öngörülerinde, gelecekte olacak olanlar, bugünden farklı olmayabilir, biz sanıyoruz ki, uçak görse çok şaşıracaktı insanlar, oysa Adem eri, her zaman uçmayı düşledi, uçak bile olsa, şaşkınlık dışında, her şeyi olağan karşılayacakları kesindi...
  Belki bir gün Faraday kafesinin içinde yaşar gibi, bütün tehlikelerden uzak yaşayabileceğiz, belki bir gün, bir adada tek başına yaşayan Robinson ve Cumalar gibi, bir kuyruklu yıldızda tek başına yaşayan insanlar ve prenseslerimiz olacaktır. Belki bir asteroitte, tek başına hükümranlığını süren, eskilerin bir kralı olacak ve insanlığın onmaz alışkanlığı yine karşımıza çıkacak, ona savaş açacağızdır. Trombosit yığınlarından ordular oluşacak, negativistlere karşı bir sefer başlatarak, düzenimizi, alışkanlıklarımızı ve uygarlığımızı tehdit eden her tehlikeye, kuşku veren her unsura karşı bir mücadele başlatacağızdır. Satürn en büyük devlet olacaktır belki de, Jüpiter ona saldırarak egemenliği eline geçirmeye çalışacaktır.

 Tan gün doğumu demek, tanrıda günü doğuran anlamına geliyordur belki de, güneşe tanrı adını vermiş insanlık, doğru da olabilir ama moleküllerden yeni tanrılar yaratacağımız günler yakındır... Hey, yaşayan ölülerimizi, Cotard sendromuyla baş edemeyenleri bir kenara bırakın, ölümü bile isteye; Yaşamına son verenleri, gezegenin kıyısına kadar gidin ve her zamanki gibi uçsuz bucaksız boşluğa bırakın... Düşümde tıpkı buna benzer şeyler söylüyordu biri!..
  Maria'nın bir kaç günlüğüne bana bıraktığı köpeği, yüzümü yalıyordu ki uyandım, apar topar hazırlanarak dışarı çıktım, komşusuna bıraktım köpeği, öğleye doğru gelecek nasılsa, Makarenko'yla otobüse yetiştik ama, o arkaya gitti oturdu, bazen öyle yapar, ben bir pencere kenarına iliştim, yanıma oturan olmadı, diğer arkadaşlarla, gürültü patırtı içinde gidiyoruz. Bir turne yolundayız gene, önce Afyon ya da Kütahya mıydı oradan başlayarak, iç egeyi dolanıp, tekrar yukarı dönerek, Eskişehir'e ve son toprak İstanbul... Broşürü var elimde turnenin, iki, üç gün kalacağımız yerlerde var diyorlar...
  Uyumuşum...
  Bir süre sonra uyandım, düz bir yolda gidiyor araba, ıssız bir ova, otobüsün alışılmış gürültüsünü duymuyorum bile, vızıldayan arılar gibi, biteviye, tek düze bir sese dönüştürüyor onu zaman, yolun kıyısında bir gül ve onu koparan insan eli... Akıyor yol. Uzakta tek tük ağaçlar, bir bir geride kalıyor, bize el sallıyorlar mıdır acaba, kimin için büyüdüler, kimler geliyor yanlarına, gölgesi aşkına oturanlar var mıdır, başıboş, bitkin ovada tek başına bir ağaç...

 Büyüyor, rüzgarlara kapılan yaprakları esinti veriyor, yemyeşil, can alıcı bir görüntüye bürünüyor ve an geliyor yapraklarını bir bir döküyor. Kışın amansız soğuğuna direniyor, baharda yeşeriyor, yazın gene esiyor ve sonbaharda yapraklarını yine döküyor...
  Ve gün geliyor, bir döngü içinde, yaşam süresi yavaşça bitiyor ve bir daha uyanamıyor...
  Niçin... Taş yerinde duruyor!..
  Rüzgarda yaprakların sesinden, ağacı tanıyan insanlar varmış. Şu uzun yolda bazen bir kadın çıkıyor karşımıza, tek başına, ıssız kasaba uzakta ve o renkli fistanı, uzun şalvarı ve yüzünde boydan boya uzanan, çaprazlama alnında kırışan çizgilerle, ne mutluluk, ne bir keder içinde olduğu belli olmadan, yürüyor yol boyunca, bize bakmıyor bile, otobüsü görmüyor, yalnızca yürüyor ve birden gerilerde kalıyor... Ve boşlukta sanki sonsuza doğru, tek başına giden arabamız, bir kasabayı sıyırarak uzaklaşıp gidiyor artık...
  Bir köpek beliriyor, siyah bir nokta, bir muska gibi, bir canlı bu, arabanın altına girecekmiş gibi havlıyor, hepsi böyle ne yazık ki, çınlıyor sesi kulaklarımızda ve her şeyi geride bırakarak uçup gidiyoruz...
  İnsanlar var yollarda, tek tük, kasabadan uzakta, yaklaştıkça büyür gibi, derbeder insanlar. Aylak, umursamaz bakışlarla bakıyorlar arabaya, bazen bir yolcu iniyor, tek başına, bir evin önünde; alelacele, yerine biri biniyor, tanrım bu nasıl bir uyum, selam veriyor hiç tanımadığı insanlara, hiç tanımadığı insanlar selamını alıyor, yanına oturduğuyla kısa bir laflama, bir iki söz dönüyor havada ve az sonra uyuyorlar...

 Tekrar uçsuz bucaksız boşluğa çıkıyor araba, gene ağaçlar, ip gibi, bitip tükenmeyen bir yol, arabanın hırıltısında akıp gidiyorlar. Ovanın içinde tek bir adam ve koyunlar var, öyle sakin ve işleriyle baş başalar ki, kimse başını kaldırmıyor geçip giden şeylere; bilinir mi belki de bir ayete...
 Çobanda dönüp bakmıyor bile ve geçip gidiyorlar birbirinin yanından, her iki taraf, bir daha birbirini görebilecekler mi, gözlerim yaşarıyor birden.
Bir daha birbirini göremeyecekler, görseler bile tanımayacaklar. Bir vadinin içine giriyor araba, ok gibi süzülüyor, iki tarafı yeşil yoldan; ne bir tavşan var, ne bir kuş sesi... Küçük kayalıkların, bulut rengi, ak dağların arasından, döne döne alçalıp, düze iniyor yol, aniden bir araba çıkıyor karşıdan ve tuhaf burnu, uzaydan düşmüş bir şey gibi yaklaşıyor ve bir umuda, bir sonsuz yalnızlığa karşı koymak istercesine kornaya basıyor, bir kısrağın kişneyişi, bir trenin amansız düdüğü ya da bir kurdun uluyuşu gibi keskin, uzun bir çığlık, kulakları sağır edercesine yankı yaparak, geçip gidiyor.
Kimse kimsenin umudu olmadı bu dünyada ve sonsuz yalnızlığına, giderek noktaya dönüşen, demir bir cisim gibi, gene gömülüyor araba...
  Bir şiir düşünüyorum, belki de bu zamana uymuyordur, kim bilir belki de bu anı anlatıyordur, mırıldanmaya çalışıyorum... Ama anımsadığım kadarıyla şiir şiiri, diyesim kendini anlatıyordu. Biraz felsefik filandı belki de, belki de pesimist bir şeydi, bilinmez ki belki de, küflü tüflü, ağırsak, ürkütücü bir şeydir...
  Ne yapalım ki hayatın tek avuncası şiirdir...
'Zamanın ve suyun oluşturduğu, şu ırmak gibi, Anımsa günlerin de bir ırmak olduğunu, belki ikizi, Bizlerde yan yanayızdır onlarla, sanki bir ruh ikizi. Ve işte yüzlerimiz de eriyip gidiyor, tıpkı onlar gibi. Uykuya dalmadan onu düşlerden ayırabilseydik keşke. Ve ölümün de başka bir düş olduğunu bilebilseydik, Gene de titreyerek gider miydik ülkesine bir bilebilseydik. Ve hangisi gelecek uykuda, hangisi gece, görebilseydik keşke. Geçen günlerin, yılların bir imge olduğunu sezebilmek. Tüm yaşadıklarımızın, saatlerimizin ve gün dönümünün, Üzünçlü geçit töreninin, son iç çekişin yıl dönümünün, Bir melodinin, bir mırıldanmanın da, imge olduğunu sezebilmek. Sarı gülün batımı, ve uykuda bir yüreğin sönümü, Ne altınsı bir kederdir -tıpkı şiir sanatı, Hangisi ölümsüzlük ve belki de üzücü. Şiir sanatı, Yinelenen şafakla, ufukta ki gül tanrının sönümü. Akşam üzeri bir yüz, karşılaştığımız zaman içinde, Bakar gibi bir aynanın derinliğinden, dışımızdaki bize; Şiir sanatı da ayna olabilmeli göstermelidir bize, Açığa vurabilmelidir gizimizi, taşımalıdır içinde. Onlar söyledi ki Odysseus'a, boş yere harikalar yaratmakta, Sonunda gördü gözyaşlarıyla, işte biricik aşkı İthaka, Her dem taze ve alçakgönüllü. Bir şiirdir İthaka, Sonsuzluk arayıştadır, acemiliktedir, değil harikalar yaratmakta. O taşkın bir ırmak gibidir, bitimsizce çağlar durur, Kimileyin koşar, kimileyin kabarır, coşumcu bir aynadır, Kararsızdır değişkendir, Heraklit ki o da aynadır, Ve şiir böyledir, ırmak gibidir, akar kayar, çağlar durur.'


Her şey, ölümün bir türevi gibi geliyor bana...
 

51
 Yaşam bir yinelemedir, bir yinelemeyi yinelediğinizde, insanların  yüzü asılıyor, onları hoşnut etmeyecek bir konuya yelken açtığınızı düşünerek huysuzlanıyorlar, gözlemliyorum ki bu durumda, yanınızdan kaçmaya çabalıyorlar, sözü değiştirmeye uğraşıyorlar ve bazen saldırganlaşıyorlar. Onların tek amacı var, yaşamı olduğu gibi kabullenmek ve o bilindik rayların  üzerinden erinç verene varmak... Şunu anlıyorum o zaman, çok hüzünleniyorum tabi, insanlar ikinci kez yorulmak istemiyorlar, yaşam onlara yorucu geliyor olabilir, sevinç veriyor olabilir, her şeyi delice, bir çılgınlık içinde  unutmalarına yol açabilir.
 Oysa ruhlar uçurumların ayırdığı birer şato gibiler, kimileri düşüncelerinin esiri olmaktan kendini kurtaramıyor, kendisiyle açıkça çelişerek, kendini aldatmaya bir türlü yanaşmıyor ve ama yüzleşmekten korkmuyor, unutmaktan hoşlanmıyor, kin onlara tuhaf bir doyunç gibi gelebilir, barış duygusu onların anlağında bir yalana, boğazlara sarılmış bir tür yılana dönüşebilir, onlar mutsuz olmaktan mutlular ve yaşamı abartmıyorlar, beğenmiyorlar ve sıradanlıkla yaşamayı göze alabiliyorlar, çelişkileri var ya da yok ama değişmezlikle sürüp gitmesi için her şey, bir ermiş gibiler belki, ama yaftalardan iğreniyorlar, sözleriyle ikilem yaratmaktan garip bir zevk alıyorlar, tersinir bir yaşamda, mutlu, Polyanna gibi savrulmaktan iğreniyorlar, kendilerini bir mutsuzluğa götürecek, felaketleri yadsımaktan, ölümleri hoş karşılamaktan, bir canlının diğer canlılar için kendini feda edercesine, hiç yoktan ölüme gitmesine, ardından ağıtlar yakarak, sunaklarda söylevler verip, anmalarla, madalyalarla, naralarla, göklere doğru süzülen ışık kamaları, renk harmanları ve uçan oklarla, kalabalıkları transa geçiren aşağılamalarla oyalanmaktan hoşlanmıyorlar, onlar yaşamdan nefret ediyorlar, değişmesini istiyorlar, değiştiremeyeceklerini biliyorlar, bir yinelemeye karşı eleştirilerini yineliyorlar ve böyle bir yortunun, gerçekte tam da şu kutsal yaşamı yadsımanın ve ölümü çağırmanın seanslarına kurban olmaktan başka bir şey olamayacağını bilerek, bundan kaçınıyorlar ve bir kenara çekilerek, sessizliğin sesinde uçurumlara haykırıyorlar, mağaralara fısıldıyorlar, tanrılara kargışla yakarıyorlar ve her şeyi unutmak ve bu vodvilin, bu irin çeneği, bu kan çanağının, bu cadılar bayramının, bu et ve kemik panayırının bir parçası olmamak için kürre-i arzdan çekincesiz ve ürkmeden, erkenden ayrılıyorlar, gerekirse canlarına kıyıyorlar ya da uyuyarak düşlerin içinde son yolculuklarını bekliyorlar. Onlarında tanrısı var, onlarda çocuklarını seviyorlar, onlarda aşık, onlarda diğerleri gibi ama onları ayıran bir şey var, yaşamda işlerin iyi yürümediğini, düş işleri bülteninin iyi çalışmadığını, koreografinin iyi dizayn edilmediğini, böyle bir vizyonun tanrı işi olamayacağını ve bu panoramanın insan yavrusuna yakışmadığını açık  bir dille düşünüyorlar. Tanrıyı yadsıyorlar, yaşamı yadsıyorlar, kendilerini yadsıyorlar ve maddeye hükmedememenin karanlık koridorlarında ağlayarak, çisil çisil gözyaşı dökerek, haykırarak, inleyerek, yok olup gidiyorlar, onları kimse bilmiyor, kimse görmüyor, kimse tanımıyor, tanrı onları görmezden geliyor, melekler onları ayırıyor, kitaplar onları okumuyor ve şeytanın onlarla bir işi yok!... Çünkü şeytan, kendini bu hayatın kullarına adamış, tanrının ortaklarıyla işbirliği içinde ve melekler defterlerde kayıtlı olmayan hiç bir canlıya dönüp bakmıyor bile...  Yaşadığımız şu dünyada başka dünyalar var, başka gözler, başka eller, başka dudaklar var ve  başka kitaplar var ama tanrı onları kutsamıyor, papa onları vaftiz etmiyor, Yehova onlardan sıkıntılı ve yer ermişlerinin, onlarla bir işi yok ne yazık ki, çünkü ermişler tanrının kullarıyla kol kola, dönen bir dünya ile iç içeler, onlar görmeyenlerin umudu, akarsuyun ve meyve veren ağacın öncüleri ne yazık ki... Oysa Tuba ters duruyor, cenneti şeytan bekliyor ve meyve veren ağacın dibinde bekleyen Havva lanetleniyor ve havamız zehirlenerek, ıstıraplarla, acılarla, kahır ve kinle, ölüm ve nefretle çoğalan dünyamız, evrende ölümün uçurumlarına doğru dört nala koşarak, ateşin ve ışığın körlüğünde yolumuzu yitirdiğimiz, bakışları içimize işleyen, ilençle ululanmış, bağışlanmış  yıldızların saltanatlarına doğru, karmakarışık bir düzen, söylemsiz bir yöntem, omurgasız ve kaburgasız, kaoslar içinde  uçarak gidiyor artık.

 Ölüm tacirleriyiz biz. Yok oluşun bekçileriyiz. Et ve kan uygarlığının efendileri, lanetlenmiş bir dünyanın ve eğreti bir kozmosun öncülüğünde, başarısız ve iğrenç bir kurmacanın ölüleriyiz.
 Bir kurbanız biz.
 Ayın fren etkisi hiç bir işe yaramıyor, yürüyen ölümlerle bir yere varamıyoruz, felsefi modifike, kanatlı karıncalar, ruhların yüklendiği kayalıklar, bir bedene sığınmış ruhlar, bir ruha sığınmış  bedenler  hiç bir işe yaramıyor...
 Pek çok ruhum var benim, biri kayalıklara tırmanıyor ha bire, diğeri beynimin içinde, sürekli dans ediyor, biri ormanlarda geziyor, diğeri elektronlardan ve nötronlardan oluşmuş bir yaz gecesinde, tarla dolusu bir ateş böceği gibi, yanıp sönen bir holograma benziyor. Biri insan derisine sarılmış, bir tonluk et yığınından, bir gölgeye benziyor, diğeri küfre bulanmış, durmaksızın hareket eden bir motor gibi titreşiyor, kaçışıyor, koşuşuyor, uçuşuyor...
 Size ve hayata her zaman aşıktım, dilerim arzuladığınız gibi yaşarsınız, mutlu olursunuz, melek yüzünüz, güzelliğiniz sizi yaşamdan hiç ayırmasın. Kalbim tüm açlığıyla sizleri öpüyor. Yoktan yere ne söylersin denilirse, söyleyebileceğim bunlar.
 Otağ kurmuştuk bir içki evinde, kulak süpürgesi gibi küçücük bir yer, tarafgirliğin en önemli unsuru olan, bir entrikanın içine düştük hep birlikte, laf dolaştırdık, yarıştık, kavga ettik, ayrıldık ve barıştık ayak üstü. Sonra Mithatpaşa stadionunda bir karşılaşmaya gidelim dedi biri, apar topar gittik, tanrım ne büyük bir kalabalık, az sonra aslanlar kafesinden çıkacak ve köleleri parçalayacaklar sandım, birbirine sarılarak bekleşiyor insanlar, ağzından salyaları akan var, neye bağrışıyorlar bir türlü çözemedim, aynı şeyi konuşurken birdenbire ellerini sıkarak, alt alta üst üste vuruyorlar birbirine, aynı şeyi, aynı türden bir logoyu, aynı dünyayı paylaşamıyorlar bir türlü, rüzgara kapılmış gibi yan yatıyor kalabalıklar, bu kez ters tarafa yatışıp, haykırıyorlar, acaba ne var diyorum içimden, acaba ne var, Sezar mı gelecek az sonra. Tanrıları taht mı değiştirecek ya da taht, tanrılarını mı değiştirecek.
 İstekler, özlemler, doyunçsuz, kıvranan ruhlar ve korkunç bir düzenin, gemi azıya almış, kaotik nihilistliği, narodnikliği, protestan kişiliği ve yadsınışı içinde haykıran, kişneyen, nara atan, uluyan ve ağlayan kalabalıklar, tanrım, bu bir hataydı demeye utanıyorum, yanılan bir ben miyim diye kendimi sorguya alıyorum, bir sinir krizinin gözleri yaşartan tütsüleri ve  göklere yükselen nidaları arasında...
Ben sana göre bilisizim, sen ona göre bilisizsin, o diğerine göre bilisiz, diğeri, ötekine göre, öteki baştakine göre, baştaki sondakine göre,  sondaki ortadakine, ortadakiyse hepimize göre bilisiz ve hepimizde, tanrıya göre. Çünkü tanrı, tanrım bu bir yanılsamaydı diyeli çok oluyor ve düşlerini hep yineliyor ne yazık ki!.. Çünkü İskender doğuya uygarlık götürürken, Korkunç İvan batıya barbarlık aşılıyor dediler!...
 İstençlerimiz, o bitimsiz klişe, arzunun karanlık nesnesinde, çürüyüp giden partiküller, ilişkilerimiz; boşluğa döşenmiş raylar ve  ağırlıklarımız, atmosferik baskıyı artırdığında; kör, sağır ve dilsiz, boşlukta dönüp duran yaratıklarız biz.
 Hepimiz konuksever kabul edilmişiz, hepimiz kan içmeye yeminliyiz, hepimiz  tutsak edilmişiz ve Korsika'nın bağımsızlığı için ant içmişiz, Katalanlar için göz yaşı dökmüş, Yerusalem için kahretmişiz, özdeyişlerle, atalar sözüyle,  tanıtlamalarla bitip tükenmişiz; klişelere sevdayla, alışkanlıklara aşkla,  yinelemelere tutkuyla bağlanarak, o bildik yolda bilisizleşmiş, bilgeleşmişiz!..
 Ama nihilistlerin, anarşistlerin, hiçlikçilerin arkasında ne düşünceler var, bunu bende yaparım, bunu bende söylerim dedikleri çok oluyormuş, ama bizim edimlerimiz ve öylesi haykırışlarımızın ardında bir düşünce yok, ama onlar bir düşüncenin yoğunluğuyla protesto ediyorlar yaşamı ve öylece yok olup gidiyorlar belki de. Olağan dışı yaşamını hiçleyenlerin ardında ne var, ne düşünceler var, onları anladığınızda neden onlar gibi olmadığınızı, olamadığınızı ve neden onların bizim gibi olmadığını, olamadığını anlayabiliyoruz belki de...
 Ama biliyorum, gökyüzünün kasabı şiirden anlamak zorunda değil, yeryüzünün terzisi Einstein'i bilmek zorunda değil, ama Einstein öyle yanılsamalar içindeydi ki kimi zaman, bir kaç kez özür diledi. Bizi nefrete boğan yanlışlarımız ve yanılsamalarımız, düşüncelerimizi özlenen biçimde dile getiremeyişimiz, özlediğimiz biçimde düşünemediğimizdendir, edimlerimizi paralel evrenimizde  gerçekleştiremediğimizdendir. Sağımıza baktığımızda o varlığı göreceğiz, işte  şimdi  o varlık da bize bakıyor... Nükleid bir dünya bu, nükleid bir düşkü, nükleid bir varsayım, nükleid bir oluşku...
 Ne yazık ki...
 'Düşüncelerimin içinde  boğuluyorum, bir süre soluk alamıyorum, uyanıyorum, böylece kurtulduğumu anımsıyorum. Az önce, düşüncelerimin içinde  boğulduğumu, bir süre soluk alamadığımı, uyandığımı, böylece kurtulduğumu sanıyorum.  biraz önce düşüncelerimin içinde  boğulacağımı, bir süre soluk alamayacağımı, uyanırsam, böylece kurtulmuş olacağımı anlıyorum...'

 Artık, bir düşün içinde yaşadığıma inanıyorum.

52
Günler git gide eriyor ve ruhum gitgide çürüyor. Evreni düşünüyorum sık sık, boş yere hiçliğin içinde savruluyorum ve anlamsızlığın denizlerinde yitip gitmek istiyorum. Kablolarla birbirine bağlanmış bir beden ve karmaşık bir ruhun ağlarıyla donatılmış olmak, beni darmadağın ediyor, hiçselleştiriyor, vandal çatının kan damarlarıyla, birbirini bağlayan borularla, keseciklerle alabildiğine sağlıksız ve  bayağı bir yöntemle kuşatıldığını düşünüyorum. Büyüme evresi yıllar alıyor, hiç bir duyum olmadan,  örgensiz, öngörüsüz, anlamsız ve bilisizce, bir kafesin içine doğuyoruz, bir fanus, gençliğimiz ve kaslarımızın  diri olduğu çağlarımız, denemelerle geçiyor, alıştırmalar zaman alıyor, deneyimlerimiz, bir sonrasının acemilikleri, yaşlanmaya yüz tuttuğumuzda, savruluyoruz artık sağa sola. Bir arada yaşamaya karar veriyorlar, tanımadıkları, tanıyamayacakları
 insanlar, bir tür formatlarla, kendi varlıklarını sürdürebilmek için, bir yavru yapıyor ve çalışıyorlar, bir kuşun yavrusuna bakabildiği bir ortamı ve güvenliği bile henüz yaratamamışlar, birbirlerini terk ediyorlar, çocukları ölüyor kendilerinden önce; sağda solda savaşıyorlar, birbirlerini parçalayarak yer açmaya, yer edinmeye çalışıyorlar, bir düşün içinde yaşıyor gibiler, ne kadar düşünürseniz düşünün, hiç bir mantıklı yanı yok yaşamlarının, hiç bir dengeden söz edilemez, eşitlikten, sağlıktan, güzellikten söz edilemez, sanat algılarından başka bir şey değil, doğanın aynısını tuvale geçiriyorlar, heykel diye kendilerini yapılandırıyor, sinema diye kendilerini gösteriyorlar, müzik  doğadaki su sesinin ve telin ıstıraplarını dile getiriyor, emekleyen bir varlık gibi, oyunlarına tiyatro adını veriyorlar, taş taş üstüne yığarak mimariden söz ediyorlar, tanrıya merdiven kurarak, ulaştıklarını sanıyorlar, ayaklarını, ellerini sallayarak, belleriyle savrularak, bir estetik ve dans adını verdikleri ruhaniliğe, nirvanaya ulaştıklarını, tanrısalı yarattıklarını savlıyorlar, kendilerinden bir adım bile uzaklaşamıyorlar ki, yaptıkları yarattıkları şeylerin hepsi gülünç, hepsi acınası ve yüzyılların içinde bir an bile, birbirlerini yok etmekten kurtulamıyorlar, dorukları kar ve kartalla süslüyorlar, yokluk ve vahşetin simgeleri onlar; bunların bir tanrısının olabileceğine, inanmıyorum ne yazık ki, varsa bile o tanrılar, yol yordam gösterdiğini sanan babaları, bilgelik sunduğunu sanan ak sakallıları,  tıpkı kendileri gibidir, o kadar acizler ki, tanrısal  düşünceleri bile, kendilerine benzemekte, bir adım öteye gidememiş; göklerde birer mahalle keşfetmelerine, uygarlık diyorlar, topraksız aya gitmelerini, aşama sanıyorlar, ah, günü geldiğinde, sınırlar koyacaklar, çitler çevirecekler, o bildik bostanlardan yetiştirecekler ve sınır taşını geçen ilk kardeşlerini öldürecekler, değişen hiç bir şey olmayacak, kendilerini kutsayarak, elim varlıklarını sürdürmeye çalışacaklar, bir yanardağın eteğine konacaklar, nerden geldiğini bilemedikleri, bir ışınla yok olacaklar, o kadar korkaklar ki, bir  cennet ve cehenneme sığınacak kadar da saflar, matematik dedikleri, yoksulları sömürmenin bilimsel yolu, tarih diye kendi bildiklerini okuyorlar, edebiyat diye hep aynı şeyleri geveliyorlar, düşünmek istemiyorlar, düşünmeyi öğrenmek bile istemiyorlar, o kadar yerlerinde sayıyor ve kendilerini bir adım, bir mikron, bir nötron parçacığı kadar ileriye taşıyamıyorlar ki, ölümün saltanatında, onun mimetik versiyonlarıyla oyalanıyorlar, araçları uçuruma yuvarlanıyor, gökdelenleri yanıyor, uçakları alev alıyor, çocukları kavruluyor, gemileri batıyor, kablolar birbirine karışıyor ve  birbirlerini bile göremiyorlar, gördüklerinde özlem giderdik diyorlar, özlemimizi giderdik, ne demek bu,  neden çılgınca sevince kapılıyorlar, sağ ve salim olmaya dair, neden acınası çığlıklar atıyorlar ki bunlar,  yitip gidenleri görmüyorlar mı, utanmıyorlar mı kendilerinden, acı çekmeye programlanmış birer yaratık bunlar, sadomazohist  tanrılarının peşine düşmüşler ve kendilerini aynada görmekte, zorluklar çekiyor, zorlanıyorlar,  bir orangutanın çaresizce eliyle; yüzüyle oynadığını, kendini tanımaya, olan biteni anlamaya  çalıştığını bilmiyorlar, bir adım bile atmış değiller, bir milim öteye gitmiş değiller, varlık kendinden kurtulamadıkça, kendi bedeninden, kendi ruhundan uzaklaşamadıkça, bir aşkınlıktan söz edilemez ki, var olamaz ki,  işte kuş gene kuş, böcek gene öyle, arpa otu yüzyıllardır arpa otu ve mızraklarımız metalik parıltılarıyla; birer roket oldular öyle mi, bumerang uçak oldu, bizde ötekilerin kürkleriyle örtündük ve kılık değiştirdik ki, bir tanrı olalım diye, o gülsün diye...

 Hiç değişmedik biz, alışkanlıklarımız benzer, korkularımız aynı, özlemlerimiz bir, amaçlarımız tek ve ölümün kardeşliğinde dünyalarımız aynı!.. Demirden borular yapmakla, kızıl derili çığlıkları, korsanların kılıçları, bozkırların uğultuları, Alplerin dorukları hep aynı görüntüyü vermekte pek ustalar, uzaya doğru yükselen roketlerimiz, geri dönemiyorlar ve buhranlı evreni yakında; o devasa kentlerin, o bildik mahallelerin çatapatların, düello ve Teksas'ın günlerine çevirecekleri günler, çok yakın, karda molibden ordularının sınırlarda konaklayacağı, uzayda çakan şimşeklerin, düşen yıldırımların altında telef olacağı günler çok yakın.
 Çünkü kendilerinden başka bir şey olabilmiş değiller, geçip giden yüzyılların içinde, bir yinelemenin barbarlığı, bir kopya uygarlığı ve tanrının elinden tuttuğu bir yavrunun umursamazlığı bu, ağlıyor, sızlıyor ve tehlike büyüyünce ebeveyni bırakıp gidiyor, uygarlıkları vahşet ve dehşetin seremonisi, tanrıları yadsıma ve işkencenin derebeyi, uçsuz bucaksız boşluklarda ve uçurumlara yağan yağmurlarda, radyasyonik bulutlarda; yapayalnız olmayı kanıksamışlar, düş evini uçurmayı kahramanlık, kan içirmeyi; destanları bellemişler.
 Kurnaz tanrılarından kurtulmalı ve evrenin gerçekten, salt kendileri için var olduğunun bilinciyle, özdeşleştiği; evi ve kardeşleriyle, sonsuzluğa koşabilmeli onlar, ölümsüzlük ilk koşulları, sonsuzluk ilk özlemleri olmalı ve onlar kendisini tanıyarak, kendilerinden kurtulabilmeyi başarmalıdır.
 Özünden korkan ve kendi yarattığı dehşetin içinde savrulan, bir homofobi uygarlığı bu, bu acımasız bir kıtlık ve kısırlığın döngüsünde, hiçliğin bu biçimde benimsenmesinde, ölümü sevdayla arayan ve bir ütopya yolcusu gibi kemanına sarılan niceleri, yeryüzünün kiri, evrenin zulmeti, kaosun lanetiyle, tanrıya başkaldırarak ve kardeşlerine boş  bakışlarla, göz yaşlarını tutamayarak, inleyen, ağlayan, hıçkıran, haykıran kitleleri gerilerde bırakarak çekip gidecek, hiç bir şey değişmeyecek, hiç bir şey gelişmeyecek, hiç bir şey bizi, birbirimizden farklı kılmayacak ve gene hiç bir şeyin ayırdında olmayacağız!..
 Aradığımız shangry bu olamaz ve bu değişmezliğin amansız çarkları ve bitkin, küflü, paslanmış dişlileriyle, sönüp giden döngüleri, karanlık, umarsız, inançsız, çölün serabından farksız devinimleri, bizi neden ferahlatıyor...
 3 Nisan 1817 yılında sıra dışı bir olay yaşandı. O gün İngiltere'nin Almondsbury kasabasındaki bir ayakkabıcı, yönünü şaşırmış genç bir kadın gördü. Alışılmışın dışında bir giysiyle dolaşıyor ve kimsenin bilmediği bir dilde konuşuyordu. Ayakkabıcı, bu kadını kimsesizler yurduna götürdü ve oradan da, dönemin en saygın yargıçlarından birinin evine gönderildi. Yargıçla eşinin huzuruna çıkarılan kadının dilinden ,onlar da bir şey anlayamadı. Tek anlayabildikleri adının Caraboo olduğuydu. Bir süre evlerinde kalan Caraboo, dilenci olma gerekçesiyle tutuklanıp yargılanmak üzere, adaletin tapınağına götürüldü. Duruşma sırasında Manuel Eynesso adlı Portekizli bir gemici, kadının dilinden anladı ve  başından geçenleri dinledi. Genç kadın, Hint okyanusundaki Javasu adasındaki Prenses Caraboo'ydu. Korsanlar tarafından kaçırılmış ve uzun süren yolculuğun ardından fırsat bulduğu bir anda, gemiden atlayıp kıyıya doğru yüzerek kurtulmuştu. Bu anlatılanlar üzerine serbest bırakılan Prenses Caraboo, yargıcın evine geri döndü. Yaklaşık on hafta kadar orada yaşayan prenses, okçulukta oldukça iyiydi. Bunun dışında, ay ışığının çıplaklığında yüzmek ve Alla Tallah adını verdiği tanrısına, dua etmek gibi  alışkanlıkları vardı. Kasabada adı oldukça duyulan tuhaf Prenses, yerel okuncaların sayfalarını süsledi. Bir gün Bayan Neale adlı bir süt dağıtıcısı, dergideki  resimlerden Caraboo'yu tanıdı. Gerçekler beklenmedik bir hızla  değişti. Caraboo bir prenses değildi. O, Mary Baker adlı gündelikçi bir kızdı. Kendisi düşsel bir dil, kimlik ve bir olay örgüsü uydurmuştu. Bunu duyan herkes şaşırmıştı. Ev sahipleri, Caraboo için Philadelphia'ya bir yolculuk ayarladılar. Amerika'ya giden Caraboo aynı kimlikte yaşamayı sürdürdü, 1824 yılında İngiltere'ye geri dönen Caraboo, yaşamını macerasıyla sürdürmeye çalışmışsa da başarılı olamadı. 1828 yılında Mary Burgess adı altında -kuzeninin adıymış-, yaşarken orada Richard Baker adlı birisiyle yaşamını birleştirdi ve ertesi yıl bir kızları oldu. 1839 yılına dek sağlık yurtlarına sülük satarak, geçimini sağladığı ve 24 Aralık 1864 yılında kendisiyle ilgili gizlerin hiç biri anlaşılamadan öldüğü biliniyor. Günümüze kadar, Mary Baker'ın neden böyle bir şeye soyunduğu çözülmüş değil, ama insanın öyküsüne benzemiyor mu bu, her şeye elverişli, değişkesiz bir evrende, bir sanrının, bir sunum, bir algı ve bir sanının macerası ve her şeyin bir oyun olduğu ve sonuçların hiç bir şeyi değiştirmediği...

 Ölümcül bir teknosferde yaşıyoruz, evren ve biz; Caraboo olayı gibiyiz, ne Demara, ne Tavuri, ne de Prenses Caraboo kurtaramaz bizi. Uygarlığımız bağımlılık yaratıyor ne yazık ki, yaşadığımız şey yalnızca gördüklerimiz, sunulan ve anlatılanlar, her şey sanal ve melodramatik bir fantazma içinde sürüp gidiyor ve her şey bir boşunalık ve bir yineleme içinde dönüp duruyor, uygarlığımızın uygarlaşması gerek. Big bangın oluşmasıyla biz var olduk diyoruz, big bang salt kendisiyle patlamış olabilir mi, var olan bir esinin içine  dağılıyor olması gerekmez mi, öyleyse big bangdan önce var olan neydi, gerçekte neyin içindeydik biz ve neden patladı bir şey, bir sığmazlığa yol açan şey neydi, neydi öncesinde bilemediğimiz, kendimiz miydik oradaki, evren nedensizce genişleyemez, genişlemesi bir varlığın içine doğru olması gerekir, o ne, kendisinden önce ve sonra var olan o şey ne, big bangdan öncede, bir evren olmalıydı, onu mu yok ettiler, bir pişmanlığın ve olmazlığın cezası mı çekildi. Esin vardı yaratılışta, o çöktü bir nedenle ve yerini bir sonraki, yeni esin, big bang aldı, yeni evrenimiz, bir devin, evrenin son su çukurunda ölmesi gibi, ölen bir şeyden doğdu, bir ölüden, tanrıların yer değiştirmesi gibi, yer değiştirdik biz... Değerini bilmeliyiz ve bu kez bir yinelemeden uzak durmalı; değişmeliyiz!..

 Günler git gide eriyor ve ruhum gitgide çürüyor, benim big bangım keman ve onun içinde var olamayacağımı anlıyor ve evrene dağılamayacağımı seziyor, görüyor ve biliyorum, kendi big bangımı düşünüyorum boş yere, hiçliğin içine savruluyorum hiçlikle ne yazık ki ve ölmek istiyorum ben, big bangım ne yazık ki bu olacak...
Düşünce sistemi, hackerler tarafından ele geçirilmiş bir hemofili gibiyim ben, genlerimden geçen bir şey, biliyorum öldürecek beni. İskarpinlerim su alıyor, parasızım sürekli ve hep Bavyera evlerini düşlüyorum düşümde, yaşayabilmek için, bir tür sanrı, evren gibi, kalan ömrümü hak edebilmek için, çabalamak istemiyorum, keman beni terk ediyor çünkü, biliyorum, keman ve zaman benim için bir uyum ve bir düşün madrigalleri değil. Emeğin teri ve us yorgunluğum hiç bir işe yaramadı dünyada, karanlığın içinde görünmeyen bir karanlık gibiyim, biyohackerlerin caddelerde aniden düşürerek, ölümüne yol açtıkları yoksullar gibiyim, gökyüzünün mahallelerinde geziyorum, tanrının katlarına doğru sokuluyorum, kemanım gene de bana mısın demiyor, düşlerim eğriliyor ve hiçliğe kucak açıyorum ne yazık ki, uygarlığımız bir tuşa basıldığında, yitip gidecek bir ninni gibi, kim sorumlu demeye utanıyorum, sorumlu benim ne yazık ki, tanrıyı yok edememek, yazgımı değiştirememek kahrediyor beni ve yok olup gideceğimi, kurtulamayacağımı biliyorum.
 Nasıl, aşırı renkten kaçınmalıysa ressamlar,  gül kırmızı, ağaç yeşil, göl mavi, bulut beyaz, nasıl hepsi tek renkse; müzikte tek renk olabilmeli,  tanrının baladı, hepsi bu, adil ve hak bilir bir tanrının baladı, töz, tin, uçut ne söylersek söyleyelim, ben tek renk değilim, savruldum ve kaybettim, sorumlu benim ama o ben değilim. Her şey tek renk ama; benimki parçalı bir gerçeklik gibi, tuvalim rengarenk ve bir bulamaç gibi, iğrenç, kaybettim ve boşlukta yitip gittim, gideceğim, hepsi bu.
 İyi değilim ve prenses Caraboo kadar bile yapamadığım için üzgünüm, onun gibi başka bir yerdeyim, hüzünlüyüm, sıradan olguların içinde keman çalarak, üç beş kuruş kazanmanın elemi içinde, geleceğimi tüketmiş olmaktan yüksünüyorum, utanıyorum  ve kahroluyorum giderek, amacım bu değil benim, düşüncelerim bu değil ve her şey beni terk ediyor, terk ediyorlar, zaman zaman başa gelen  bir kuduz  gibiyim, geceleri korkunç düşler görüyorum, umarsızlık peşimi bırakmıyor, kabuslar ve bunalımlar, bir burgacın, bir girdabın içinde dolanıp duruyorlar, iniltiler ve çığlıklarla uyanıyorum düşlerimden, hiç bir umudun kalmadığını düşünerek titriyorum ve ne yapacağımı bilemiyorum, bilinen bir  sona doğru sürüklenerek, gidiyorum...
 Akrepler giriyor vücuduma, kemanım bir canavara dönüşerek bana doğru koşarak geliyor ve beni paramparça ediyor, parçalarımı topluyorum yerden, ağlıyorum, acılarım bana vız geliyor, kendim olamıyorum, acım bu benim, bazen korkunç bir file dönüşüyor kemanım, ayağıyla basıyor ve dümdüz, ezilip gidiyorum, bir gün batımında, engin bir yolda koşuyorum,  çırılçıplağım,  kemanım arkamdan bir canavar gibi beni gözetliyor, az sonra elini uzatarak, ha yakaladı, ha yakalayacak, güneşe doğru korkunç bir adım atıyorum, dünya geride kalıyor, bir ateş ve alev çemberinin içinden aradığım, özlediğim yurtluklara doğru uçuyorum, sonsuz ateşler içinde kavruluyorum, rüzgarlarda savruluyorum ve orada kemandan bir tanrı yine karşıma çıkıyor ve titremler ve haykırışlar içinde beni gene yutuyor. Neden böyle düşlerin içindeyim, neden kabuslar görüyorum tanrım ben, ne yaptım ben, tutkularımın esiri olmaktan mı cezalandırılıyorum, umutsuzluğun, ufuksuzluğun ne gibi bir amacı olabilir, kendimizden bir şey koyamadığımızda, orada bulunuyor olmamızın, yaşamamızın, var olmamızın, ne anlamı var, niçin senin için yaşayayım ben, niçin senin buyruklarına uyayım, kimliğimizin, cinselliğimizin boyunduruklarında  kahrolayım, salt bir ölüm oyununa katılayım, iyi ya da kötü, yanlış ya da doğru, niçin senin kurbanın olayım, niçin sana kapılayım ki... Bunun benim için ne anlamı var, yaşamış olmak ya da olmamakla ne gibi bir bağı var bu seremoninin, ben bir hiçim ve seni cezalandırmayı istiyorum, öleceğim ve yazgımı değiştireceğim, kimseler bilmese de, sen öyle bakıp dursan, kayıtsızda kalsan da, senin iradeni hiçleyeceğim, senin bu kanlı bahçenden çekileceğim, sana karşı koymakla, tükenişimi engelleyeceğim ve ölümümle seni aşağılayacak, seni terk edeceğim!..
Yılanlar boğazımdan giriyor, kırkayaklar, böcekler, dev solucanlar vücudumda geziyor, sırtlanlar ve sansarlar organlarımı parçalayıp, tüketiyor, tanımadığım varlıklar hırıltılar ve ejderhalarla kol kola yüzümü paralıyor, bir türlü yok olmuyorum, ölmüyorum, ölemeyişim büyük bir zevk veriyor onlara, ölmemi istemiyorlar, yüzümü ellerimin arasına alarak yaşamamı istiyorlar, kaçıyorum, peşime düşüyorlar, bacaklarım kopuyor, düşen kemanımı almak için geri dönüyorum, bacaklarımın  yerinden başka bacaklar çıkıyor, o kadar çoğalıyorlar ki hareket edemiyorum, ellerimle bir bir koparıyorum, iki bacaklı olmak için; tanrı mı, melek mi, şeytan mı olduğunu bilemediğim bir şey, koş yaklaşıyorlar diye bağırıyor, bir yararı yok, bir deniz çıkıyor önüme, üzerinde yürüyerek kaçmaya çalışıyorum,  sonra kemanım bir demir yığınına dönüşüyor, içine giriyor, bir kabarcık gibi, dibe doğru dalıyorum, bir deniz canavarının ağzında sahile çıkıyorum, karaya fırlatılıyorum, orada dev gibi karıncalar, yılanlar, çıyanlar beni bekliyor, etimi yiyorlar, birden dev bir böceğe dönüşüyorum, sayısız bacağım var, yine kaçmaya başlıyorum, cehenneme vardığımı  anlıyorum, giriyorum kapıdan, alevleri yalıyorum... Ama kucaklayıp cennete götürüyorlar beni, acıyorlar, her şey istedikleri gibi, çağlayanlardan geçiyorum, tek ayaklı hayvanlar karşılıyor, süt bakıcıları var, koşarak, dağlara vuruyorum kendimi, tek ayaklardan kurtuluyorum, uçurumlardan atlayarak, yuvarlana yuvarlana,  uzun, demir bir  kapının önüne kadar geldiğimi ve bu sonsuz kapının ötesine geçilemeyeceğini anlıyorum.

Uyanıyorum!..

Evde en ufak bir ses yok, kapı çalıyor birden, üst kattaki komşuyu soruyor postacı, zili yoktur, kapıyı sertçe vurmalısın diyorum, içeri girip, pencereden bakıyorum bir süre, bir satıcı geçiyor, bir köpek uyukluyor,  bir çocuk yolun karşısına koşuyor, bir kadın dalgın, vitrini seyrediyor ve bir şarkı söylercesine, at arabası geçiyor. Karşı pencereden, tıpkı bana benzer biri bakıyor, dehşete kapılıyorum. Camın parıltısına yansıyan kendi görüntümmüş. Yaşam her zamanki gibi sürüp gidiyor, hiç bir değişiklik yok, kemanım duvara yaslanmış duruyor, ayakkabılarım hazır ol da, açılmaz kapılar geçici bir ölümün bekleyişinde, her şey eskisi gibi, yalnız benim başım mı dertte bu şehirde, yalnızca ben mi kabuslar görüyorum, dillere destan bir olağanüstülük, şaşkınlık verici bir sıradanlık var bu işte diyorum, birden kapım çalıyor gene, Makarenko geliyor, canım arkadaşım, ona sarılıyorum, ne oldu yahu diyor, hiç bir şey yok, hiç bir şey diyorum, onu içeri alıyorum. Makarenko beni lafa tutuyor, her şeyi unutuyorum, her şeyi...
Ama kemanım beni sürükleyecek ve ölümüme yol açacak biliyorum.


53
 Sayrılar evindeyim, Makarenko iyi değilsin dedi ve Yedikule Surp Pırgiç Ermeni Sağaltım Evine götürdü, adı İspanyollar gibi uzundur ama minikçe bir yer, bize daha yakın, deniz içindeki  Samatya'ya gitmedik çünkü nöroloji bölümü için burayı önerdiler, daha az gelen olduğu için, daha iyi ilgileniyor, analiz ediyorlarmış, bir ara sağaltmana, yeşil gözü, yaptığı işi perdeler güzellikte otacıma dedim ki; kemanım beni öldürmek istiyor, hani müzik ruhun gıdasıydı dedi gülerek ve benim kan ve değer verilerimi ölçtüler, yakınmalarımı dinlediler ve doktor kararını verdi, bir süre yatmalısın, sinir sistemin harap olmuş, ilaçlarını kullanacaksın, dinleneceksin, iyi olduğuna ilişkin sonuçlar elde ettiğimizde gideceksin dediler.
 Her şeye karşın uyumlu biriyim, bahçede sohbet ettik buranın insanlarıyla, ne iyiler, birbirlerine her şeyi ikram ediyorlar, Makarenko ve Maria ziyaretime geliyor, giderek düzeliyor ve iyileşiyor gibiyim ama şöyle düşündüğüm de oluyor, acaba burası dışardaki yaşamdan daha mı sağlıklı, sürekli kalmak elbette olanaksız ama yaşamın, olması gerektiği gibi, gerçekte burada sürdüğünü gözlemliyorum.
 Çünkü davranışlar olması gerektiği gibi, her şey olağan biçimde sürüyor ve bilgi olsun, görgü olsun alabildiğine doğal ve canlı, insana yakışır biçimde sürüp gidiyorlar. Burası tabi bir deneysel kampüs, bir tür sanatoryum sonuçta, yaşamı değiştirebilmek için, buradaki yaşam biçimini uygulamak olanaksız, düş kaçığı benimki, iş yok, insanlar çalışıp üretmiyorlar, kaygısızca herkese iyi davranıyorlar, bir kolhoz gibi ama yaşamın böyle olabilmesi için bir takım öğelerin daha örüntüsü gerekiyor ama yine de olması gerekenin sayrılar evinde, olmaması gerekenin dışarda sürüp gitmesine şaşırıyorum, çok ilginç, kötülük kaçınılmaz ve evrenin olmazsa olmaz bir kuralı mıdır acaba, anlayışsızlık, tersinirlik, birbirine zıt paralel dünyalar, çift yönlü raylar ve kozmikomik öğelerin varlığı kaçınılmaz bir şey midir acaba diye düşünmeden edemiyorum...
 Düşünüyorum ama yorgunum, tam bir düşünce birliğine ulaşamıyorum içimde, kendideneklerden birine niçin buradasın dedim, babam öldü dedi, eli her zaman dolu gelirdi; yazık sorumluluk verilmediği için, dışardaki yaşama uyum sağlayamamış ve benden önce davranmış, ona satış serasından küçük şeyler sundum, ne yazık ki alıştı ve hep beklemeye başladı. Avram dedim, sürekli böyle şeyler alacak denli maddi bir açılıma sahip olamıyoruz, bak baban senden birden ayrıldığı için buradasın, biraz daha dikkatli olmak zorundayız bu konularda, giderlerin dağılımı bazen  sorunlara yol açıyor, kişinin sosyalite üzerinde  karşıladığı şeyler, dengeyi bozabiliyor ve hiç bir şeyi alamaz hale gelebiliyoruz, küçük mutsuzluklar yaşayabiliriz, zincirleme fonksiyonel bozumların içine sürüklenebiliriz, tepetaklak olmak gibi sonuçlara da gidebilir bu durumlar, yaşam böylesi sıradan görsellerle dolu...
 Böyle şeylerden söz etmek, hep bir antipatiye neden olur insanlar arasında ama gene de konuşmaktan kendimizi alamayız. Hiç dinlemedi uzunca süren sözlerimi, bu denli basit bir konuda, olayı büyütür gibi olmak benimde uygunsuz niteleyebileceğim bir şey ne yazık ki, konuşmak kösnüsüyle tutuştum bir an ve beni anlayacak denli bir sakinlik içinde değildi Avram, küsmüş gibiydi ama onunla ilgilenmek ve sözel biçimli yakınlaşmak  içimi serinleten bir şeydi, hepsini seviyordum buradakilerin, iyi insanlardı ama yaşamın içinde algı bozukluğuna yol açan durumlar hep onları buluyordu, bizleri diyeyim, dayanma güçleri olmadığından değil, dağılım ve seçilim birilerini bulacaktı nasılsa,  uygarlığın yan etkileri bunlar, kim doğru, kim yanlış bilinmiyor ki...
 Bir gün koridorda yürürken bir kadın, ama epeyce hırpani bir durumdaydı, geçerken aniden sarıldı, sarmaş dolaş oldu ve sıkıca  öptü beni,  kemikleri cendere gibi vücuduma değiyordu, canım benim, seni seviyorum diye bir çığlık attı, her şeyi yapabilirim senin için diye koridorları çınlattı, kepli bakıcımız geldi, aldırma dedi, yaşadığı travmalar onu bu hale getirdi, özünde iyi bir insan; yok dedim, hiç önemi yokta, davranışının altındaki karanlıkların uçurumunu tanımak isterdim, böyle deyince güldü, uçuruma bakarsan o da sana bakar dedi gözlerimin içine bakarak; benzer konumlardan farklı sonuçlar çıkaramazsın, her şey belli, depresyonik vakalar, kırılmalar, dayanıksız çatılar ve içli, duyarlı organlar çöküntüye yol açıyor, genelde kurtuluyorlar, çünkü karşılarında ödünsüz, dev gibi bir hayat var, uymak zorundasın!.. Çok acımasız geldi bana yaklaşımı ama doğru söylüyordu, bizi birbirimizden ayıran hiç sapmasız doğrulardır diye düşündüm içimden.

 Üç haftaya yakın kaldım orada; iyi olduğunu, haksız yere yattığını, yakınlarının  kendisini bu hale getirdiğini düşünenler bile vardı, tıpkı hapishanedekiler gibi, yaşamda hiç bir insan haklı olmadığını düşünmüyordu, hiç bir konuda, gene de terazinin bu denli dengeli olmasına şaşırıyordum, yaşam korkunç derecede ilginçlikler, çarpıcı şeylerle doluydu gerçekte ve her zaman şaşırtıyor ve  hep haklı çıkıyordu o, bu durumda psikolojisi bozulmanın ve psikiyatrik bir vakaya dönüşmenin yersiz olduğunu düşündüm, ilaçların etkisiyle mi bilmem, pek tepki vermez oldum ve birden aşırı derecede uyumlu, sinik bir ikona dönüştüm,  ermiş haline geldim, bunun  bir iyiletim sonucu olarak değerlendiriliyor olması garibime gitti, dışardaki yaşama uyum sağlıyor olmanın, iyi olmakla ilişkilendirilmesi beni üzdü, çünkü dışarda iyi olmayan şeyler var, sayısız, yanlışlar, yanılsamalar, köklü kırılmalar var, ama tıp gerçekte, sürüp giden bir vodvilin akort bahçeleri gibi geldi bana, iyiletim değildi amaçları, dışardaki yaşama uygun hale getirmekti insanları, sınırların içinde hırçınlaşıp, kendini kaybetmemek, olağan kuşkunun dışına çıktığın için, bir insana fiziki ya da ruhsal zararlar vermemek gibi durumlar, yeterliydi onlar için, oysa bir yerlerde erkin ya da bir gücün trans halleri, cezasız, katıksız,  tatsız ne suçlar, ne kıyımlar, ne sorunlara yol açıyorlardı ama ortalıkta, ne bir sayrılar evi vardı ne bir doktor ne de yaptırım!...

 Suç uygarlığımıza karşı çıkan, umarsızların tepkisine verdiğimiz addı, anarşi dayanılmaz işkencelere karşı, hata yapmak zorunda kalan masumun işine verilen addı, hırsızlık sistemin koordine edilişinde, sızan yoksullukların, yoksunlukların dışa vurumuna verilen addı, oysa çalmak ya da bir birikime yol açmak, diğerlerinin emeğini sömürmekten geçiyordu, ağlar büyük ağlara, büyük ağlarda sonunda en büyük ağa, tanrıya bağlıydı, görünmez makineler, hesapları bir yerden bir yere aktarıyor, ve yığınlar güçsüz, cansız ve düşlerinden yoksun bırakılıyordu, oyunu kurallarına göre oynamak, belirsizliğin şaşmaz ilkeleriydi, değişkesiz bir ilke ve işte böyle göründüğü ve tepki verildiğinde; doktorların, gardiyanların karşısına çıkmak vardı sonunda, yapabileceğim hiç bir şey olmadığını düşündüm, onlar kendi kurallarının acımasızlığında, son bir iyilik yapıyor, bizi evlerinde yatırıyordular, ama yok ettikleri ve süründürdüklerinden hiç söz edilmiyordu, göz yumuyordu; göz yumanlar, düşlerime sığmazdı bu, düşüncelerime sığmazdı ama amansız ve korkunç bir düzenin, bu kadar görkemle işleyişine yine de hayran oldum ne yazık ki, hayran olmadım desem yalan olur, onlar gibi olmak istedim diyemiyorum, onlar gibi olmak istedim desem de sıranın gelmeyeceğini biliyorum ve bana lanet okumak düşüyor dememde gülünç olur ama onlar gibi olmak istediğimizi söyleyecek o kadar çok kişi var ki, her ikisi içinde sıranın gelmeyeceğini biliyorum artık ne yazık ki... Kaybedenler içindir bu dünyanın masalları... Onların bir şairi, onlar için; istatistiki kalabalıklar için, ne diyor bakın...
'Onlar ki toprakta karınca, suda balık, havada kuş kadar çokturlar; korkak, cesur, cahil, hakîm ve çocukturlar ve kahreden, yaratan ki onlardır, destanımız da yalnız onların maceraları vardır. Onlar ki, uyup hainin iğvasına, sancaklarını elden yere düşürürler ve düşmanı meydanda koyup kaçarlar evlerine ve onlar ki bir nice murtada hançer üşürürler ve yeşil bir ağaç gibi gülen ve merasimsiz ağlayan ve ana avrat küfreden ki onlardır, destanımızda yalnız onların maceraları vardır.'
 Onları mutlu eden bu türküler, onları aynısıyla anlatmaktan, başkaca bir işe yaramazlar ne yazık ki... Sanat öncülük etmez hiç bir şeye, o yaşananların arkasından, çan çalan ya da ağıt yakan bir gök gürültüsü, bir Çolpan'dır  yalnızca!..  Yaşamda her düşünceye karşı çıkmak bir kutsalitedir, çünkü yas tutarak ölüp gitmektense, sen kahramansın diye uçurumun dibini boylamakta bir seçenektir, senin yaşadığın aurada, bir avunu ya da bir umut vakiyesi gibi sunulan, tanınan olanaklar alanını tüketmekte bir beceri, bir yetenek gibi görülebilir sonuçta, bu yüzden kategoriler ve sınıflandırmalar hiç bir zaman değişmez yeryüzünde ve hiç bir zaman, hiç bir şey değişmeyecektir.
 Örnekçe, dünyada her şey dünya dönsün diye yazılır, Onegin'den, Kabala'ya, Kalevala'dan, İlyada'ya böyledir bu, bir melodram, kan ve gözyaşı... Devrimlere ve çatışmalara övgü, anarşistlere ve gerillalara sevgi hiç bir şeyi değiştirmez, tanrıyı yadsıma onu kutsamadır sonuçta, dini övmek kanın destanını yazmaktır, yoksulluğa karşı çıkmak, sınıfları alt üst ederek, nöbet değiştirmektir, ama değişen tek şey; değişmeyeni değiştirmek de değildir, değişmeyeni yenilemek, değişmeyeni yinelemektir ne yazık ki... Tanrının dediği olur demek, değişmesi gerekeni değiştirmeyeceksin evamiridir ne yazık ki. Kirilcede  böyledir bu, Aramicede böyledir, Volapükçede böyledir.
 Ne yapmak gerekir diye düşündüm kendim için, tanrıya en yakın müzik cazdır, çünkü akortsuz tamtamlar ve dalların hışırtısından çıkıp gelen kaplanlara övgüdür o mu demeliydim, mikroorganizmalar bizden daha gelişmiştir, çünkü bizim edimlerimizin çoğunu yapabilirler, yalnızca uzaya gitmeyi düşünmezler, çünkü orada da vardırlar zaten mi demeliydim, kendimi acımasız evrende nasıl teselli etmeli, nasıl avunmalıydım, ne cendereden çıkabiliyordum, ne girebiliyordum cendereye, inanılmaz bir şeytanlık, olağanüstü bir festival, çılgınlıkla sürüp giden bir fiesta, tanrısal, insan naturasına durgunluk veren bir gözbağcılıktı sürüp giden yaşam, kendimi suyun akışına verdim değil; selin akışına verdim bir süre, dalgalarla boğuştum, dalga kırana yapıştım, ölü kimliğine soyundum, bağırdım çağırdım ve evde kemanıma sarılarak bir kez daha uyudum. Biri ses verdi gece yarısı, bak işte dedi, herkes gibisin sende, niçin tasalanmalı, dinle...
 'Geyik kokusuyla yüklü yele özlem duyduğumu biliyorum.  Karla dolu yamaçlara ve vadilere koku yayan çiçeklerle, ağaçlara.  Kentlerden biri ateş altında, kucağında çocuk taşıyor biri,  dudakları kan içinde ve mitralyözler ötüşüyor, kuşlar gibi.  Tapınaklardan doğru biri çıkıyor, çok sakin,  çoluk çocuk ardından koşuyorlar ve çok mutlular. Kuzey Buz Denizi’nden, bir gemi yaklaşıyor dönenceye, el sallıyor güvertedekiler, kıyıdaki balinalar yunusları karaya sürüyor. İzlanda’da bir gelin ağlıyor, papyonlu biri koluna giriyor ve ikisi geceyi ateşler içinde geçiriyor. Bir besici var güneyde, sığırları çamurun içinde uyukluyor,  köpeğini seviyor adam ve mutsuz olduğu gözlerden kaçmıyor. Bir yelkenliden, tuhaf çığlıklar geliyor Çin Denizi’nde, bir kalabalık var ve ‘Gangnam Style’ oynuyorlar. Silah sesleri arasında Filistin diye bağırıyorlar ve bir haham 'Ağlama Duvarı'na alnını dayıyor ve Tel Aviv’de yankılanıyor elem denizi. Akvaryumda dönüp duruyor balıklar. Alacakaranlıkta bir araba devriliyor. Zigana Geçidi'nde belirliyorlar olay yerini, içindekiler sıkışmış, konuşamıyorlar. Helikopter eşliğinde, bir uydu iniyor uzak bir yere, birileri çıkıyor içinden, beyaz giysileriyle. Cayman adalarında yapayalnız samanyolunu gözlüyor biri.  Arizona yakınlarında, kayalar üzerinde sevişiyor iki kişi. Ve Yeni Zelanda’da gazete okuyorlar parkta. Ağaçlarda bir saksağan çınlıyor ve büyüleyici sessizlik bozuluyor. Bir yer sıçanını izliyorlar Amazon’da. Malaya’da esmer bir kadın, güvenli adımlarla yürüyor kulübesine ve timsahların olmadığı Haliç’te bir tersanede -son iç çekişle- nargile tüttürüyor biri. O an Göklerin Tanrısı'nın umarsızca bizleri düşlediğini düşlüyorum. Ve gelecek çağlar boyunca, onun bildiklerini bilemeyeceğimi biliyorum.'
 Ben bu anakronik şarkıları duyuyorum ve kendi yasımı tuttuğumu ve yaşamın böyle olduğunu anlıyorum.
 Bir gün evde karalar bağlamış, duvarlara yaslanmış düşünürken, sağdan sola ruhu dünyaya hapsolmuş, düş yoksulu gibi dolaşırken, sonunda şöyle bir şeyle karşılaştım, kendi notlarımın arasında bulduğum, kiraladığımız evin süpürgeliğinde kalmış, yırtık pırtık bir kağıttı bu, bir metin, daha önce evde kalan biri yazmış sanırım, ne bileyim, kimler yaşıyor, kimler şaşkınca dolanıyor bu evlerde ve göz yaşlarını uzaya merdiven yaparak, kimler göklere haykırıyor bilemem ki.
Duygusuz,  demir duvarlara; anlamsız, çelikten şarkılar iyi gidermiş. O günlerden kalan kederler yığılı bir  transa, bir travmanın solfejine yaramış olabilir diye düşünüyorum ama  kendimden iğrenmekten, vazgeçmiş  değilim, yaşama sonsuzca ilenmekten, ay ışığında deliler gibi ulumaktan  vaz geçmiş değilim.
'Uzayda oluşan hurda genlerimiz, bellek dolu odalarda, baryonik akustik salınımlarda, karanlık enerjilerde geçen günlerimiz. Kozmolojik akıntılarda, görünmez maddede yüzen ejderha; golgi cisimciği, kuasarlar ve gökadalar. Spiraller ve spektrallerimiz… Doğumunu izlediğimiz Plutarkhos, odaklanan polarizasyon, Kefren’le gelen İskender, çoğalan yıldız doğumları ve uzaklarda plasentalarla dolu ışık kirliliği!.. Hindibalar ve aslan pençeleri, gölgelerde, hijyenik dokusuyla baş döndüren komşumuz, ölümsüz Smyrna çiçeği. Dokulardan oluşan nükleosentezler, düşlerden kısa süren nötron, soluduğumuz pus, kanatlanıp sönen gaz, kozmik arkaplanı gökadamızın… Ölümcül ışımalar, Topal Halit ve Demirci Umar ve Mehdi’nin çığlığında, mutsuzluk ve umutsuzluklar. Boş notaları madrigallerin, altüst olan sinir uçları, kış üçgeninin incileri, gerçel sayınç, Panteon’da dokunan gökpar kümeleri ve Satürn büyüklüğünde tanrılar!.. Yörüngenin dışındaki gökadamız, yükselen zeppelin, görkül safralar, yavruağzı rengindeki gezegen, unutulmuş evren ve sanrılarla yücelen, yürekleri sızlatan anılarımız… Wilkinson ölçerleri, yön bağımlılığı, dorukta gülen boomerang, örümcek ağlarıyla tozlu balyalar, geçmişi canlandıran şey ve ölümsüz Planck cihazıyla; dolunay yüzlü güneyli… Güneşin karanlığında duran diyapozon, Pers aslanı, ölüs pars, yeşil yılan ve çivi çakılırken kanayan duvar… Kafesinde kükreyen ornitorenk, altın gagalı; ve uçsuz bucaksız yurtlağımız Tetis denizi. (Yıldız kalıntısı gözyaşlarımız ve uzay tanrılar yaratır deyişimiz, bellek adaları, somvarlıklar, opak davranışlarla golgi aparatını adımlayan nörobilimler, doru kefre, organeller ve bose partikülleriyle, kukla ve kobaylarla, pleurodiralar ve peteklerin arasında salınan antivarlar, evrenuslar ve Mora'daki sonvarlık; nükleer gizin uyuttuğu, burçlarda soluyan, deltoit gözlü Grekler ve Morpheus!..) Trans yüzlerimiz, endoplazmik reticulum, vezikül ve sistemalar ve ağıtlarla oyalanıyorduk!..  Rab proteinleri, sulfatalar, kinin ve gümüş iyodürlerle, Lûti Tarihi elimizde, dört nala koşan atların önündeydik. Nörodejeneratif yaşam, potasyum, ölümsüz Argon, kuaternal ve komformal tavır, hipotetik dedüktiflik ve sisternalar bizi yiyip bitiriyordu. Ve öğle üzeri duldalarda ve gölgelerde, analitik matematikten yemeğimiz verilirdi!.. Herkesin bildiği o çılgın kuark, kansız, görklü takyon ve güneşin yokluğunda Detroit’den gelen adam ve işte kanat çırparak uzaklaşan, güzelim Ankara’mız… Biruni Sultanlığı yayını kitap, Nobel ödüllü grafen, Physics World, Fulleren molekülü içeren ve bağ evlerimizde kaotik, çılgın sesiyle ötüşen, çalı horozu!.. Piezoelektrik dünya, dönüp duran nitrat kristali, üzünçler veren Josephson denklemi, fibula kemiği aperatifimiz, soluyan dizkapağı, eklem ve kapasitörlerimiz. Cooper çiftlerine yağan kar, sıçrayan Neptünel flüt ve yalıtkanların değiştirdiği, şeytansı doğa… Sırıtkan Feurbach çözümlemeleri, gözbebeği siborgların; gecenin derinliğini belirsizce adımlayan Musevi, Santa Barbara ekimozu, söylem kümeleri, akıntılar, yaralar, dişil bedevi, sarı yıldız, hangarlar ve meteorlar… Gözleri ayetlerle çakışan ordu, melanj ruj, eskil tanrılar ve arkalarda gezinen, yaratılmışlar eskizi, o büyük tanrı!.. Tanrı parmağının materyalleri; labirentteki tanrı ve işte o… Tanrı’ya başkaldıran tanrımız!.. Doğudan gelen messenger orduları, sırtında sarnıcıyla susamış tanrı, sıkılan, çocuk tanrı, bölük pörçük geliyorlar, sular üstünde işte, öpüyor altın ayağını, titandan yayı, gülen yüzüyle, cenkçiler atası Hero! Ve kurtuluşumuzun simgesi… Birbiriyle çatışan, 'iki zıt siyah renk' sanrılarla, tamtamlarla!.. İçiyor sıvıcıl dalgalanan otu, tek monarkı sonsuzluğumuzun, kırmızı gözlü Sullalar! Ve işte, tutsaklığın sonsuz yüzü; görkünç ve tapınçla boyun eğdiğimiz, Amon Ra’lar!.. '
  Bir yinelemeye coşkuyla bağlanarak, aynı zamanda bir kurban ve bir can alıcı olmanın hazzını yaşadım bir süre, kendimi avutarak değişmezliğin saltanatına adadım bedenimi, hıçkırıkla, sessiz bir tansıma, göz yaşı selleri ve bir yok oluşla sığındım kendime, acımasızca içime gömülerek geçirdim günlerimi, yetersizliğin acılarını ve kendim olamadığım düşüncesinin harap duygularını terk ettim ve kendimle boğuşmaktan, kendi göçüklerimin arasında karalar bağlamaktan, ağlamaktan vazgeçtim sonunda, kimin yazdığını bilmediğim yıkıntılar arasında ilahi şarkısını mırıldanarak, odaların içinde, yaralarımla dolaşarak  geçirdim günlerimi...
 İçimde hızla bir yerlere sürükleniyormuşum gibi bir duygu var artık, yine de çözüm denen o iğrenç sözcüğü yineleyerek, yaşamımı sürdürmeye karar verdim, bir süre daha katlanacağım her şeye, uyum içinde şarkılar söyleyip, yine gizlice göz yaşlarıma sığınacağımdır belki de...

 Kim bilir belki de yakındır çözüm...
54
 Deniz suyunu çalan adam gibi, kendimi suçlamaktan, ayak basmamış çalılıklarda, kızıl haç şurupları aramaktan ve bunalımlarımla yaşamaktan biraz kurtuldum, oyuna oyunla karşılık vermek gibi durumların içindeyim.  

 Haçaturyan dinliyorum saatlerce, bir neden olmaksızın, bir saplantıdan kurtuluyorsa insan, başka bir saplantı yaratarak kurtuluyor sanırım ya da başka bir saplantı yaratmalı kendine...
 Her şeyimiz, tanrı sorunsalımız bile bir düşünce bizim, tanrı düşüncesinin çevresinde dolanmak, yörüngeden çıkarak, savrulmak, parçalanmak ya da parçalamak göğün meridyenlerini... Bir şeyin varlığı, onun bir hacminin olması, maddeye bürünmesiyle değil,  düşünceyle kanıtlanabilir, yokluğu da bir düşünsel form olabilir ancak, ağrılarımın cismani cesameti var mı, tanrı bir maddi varlık değil ki, tanrı dilimize pelesenk olmuş, onu kovsak, kovuğuna girse ya da yok etsek bile, kapıdan çıksa bacadan girer, onu sözle yenemeyiz, yok edemeyiz, işlev ve eylem yetmez onun için, endüstriyel, sınai ve mekanik atılımlarınızla onu hiçleyebiliriz, düşüncenin yerselliğe indirgenmiş göstergeleriyle, biz bir kurguyuz, kurgusal tek varlık biziz, giyiniyoruz, düşünebiliyoruz, karşıdan karşıya geçiyoruz ve uzaya roketler gönderiyoruz, dilersek tanrıyı var edebiliriz, dilersek yok edebiliriz...
 İyileştim biraz dediysem, bana salto atarak yere düşüren düşüncelerimden kurtulmuş değilim tabi,  değişmedim tüm insanlar gibi, değişmezliğin içinde oradan oraya süpürdüm kendimi ve değiştim sanısıyla avundum diyebilirim. 
 Hiç bir şey kesinlenemez ve belirsizliktir bizim asıl tanrımız, öyleyse bir sabah çıkıp bin bir kocadan arta kalmış Konstantin'i dolaşacak kadar kendimde huzur bulabildim, bu şehrin bin bir adı varmış, karşısı Körler Ülkesi, çünkü bu taraf güzelmiş, bu farsta bir belirsizlik işte, tanrılar ne şakacı ve bu sabah gün doğarken sokağa çıktım, evrende hiç bir takım yıldıza ait olmayan yıldızlar, diğerlerinden daha çok ışık saçarlarmış, bu yüzden aydınlığı daha çok körlüğe yol açarmış, Zenon paradoksları gibi konuşmaya alışmışız bir kere, işte bu yüzden yetim yıldızları aramaya çıkar gibi çıktım sokağa, bizim güneşimiz süt yolunun binlerce güneşinden biri,  derin ışıkta körlük yaşamaya alışmış, bir meczup gibi yürüdüm caddelerde, kimseler yok sayılır, sahilden gidiyorum, serin ve soluk borusunu yıkar gibi bir hava, o an soluk borusunun işleyişini duydum, tenin ürperişini duydum ve bir makine olduğumuzu düşündüm, işte bir köpek kuyruğunu sallayarak yanımda durdu, doğacıl başka bir makine, çözümlemesi bile bir tansık, hiçlikten ve suyun işbirliğinden yaratılıyorlar, hiç bir şeyim yok dedim, sana verecek hiç bir şeyim yok, kuyruğunu sallayarak gerilerde kaldı, önümden bir kağıt tomarı uçtu, hafif rüzgarda yuvarlanıyor ve ona yetişemeyeceğimi anladım, bir canlı gibi koşturuyor, dedim ki kendi kendime, bunun işe yetişmek için koşturduğuna yemin ver ki; bir kez daha götürsün Makarenko seni, yattığın yere, gülümsedim kendime, güneşin yükselişine günaydın diyerek, günaydın, bu dilde güzel bir başlangıç...
 Sağımda deniz var, durgun sayılır, uzaklarda küçük gemiler ve kıyıya yakın sandallar var, bankta sabahlamış biri sanırım, ölü gibi kendi içine kıvrılmış, sırtını dönmüş ve arkadan bana doğru, tuhaf, anlaşılmaz bir yaratık gibi bakıyor, gözü önde, önünde ama bana bakıyor işte, az önceki köpeği düşündüm, dilimden anlamıştı, bu adamda uygun adımlarla, yanı sıra geçip gitmeme hiç bir tepki vermedi, evrenin kendisi için bir yanıt üretemeyeceğine, çok çabuk karar vermiş sanırım, belki de haklıdır ve belki de sabahın köründe o adam, benim evrendeki öteki eşim, bir-ikizimdir, çünkü hızla geçip giden bir aracın sesinden başka, doğada hiç bir şey yok henüz, ne bir ses, ne bir görüntü, adam güneşin eşliğinde önüme düştü işte, ben olduğum için kayıtsız bana, yoksa karşıtların çelişkisine kurban olacak ve kesinlikle bana dönüp bakacaktı, ama işte uyuyor, el salladım ona ve işte baktı, düşüncelerimiz aynıydı çünkü ve uyaranlarımız aynı noktaya ulaştığında tepki verdik, aynı anda...
 Boşluk iyidir ve düşünce üretir. Tanrının yavrusu zaman zaman kendini gösterir ve avunmaktan kurtaramaz kendisini. Bulutlar,  iskeletsiz ölüler gibi koşturuyor yukarda, toz-duman olmuşlar, darmadağınlar ama, etleri dökülmüş ve kemikleri un ufak olmuş, sağa döndüm, bir çarkıfelek gibi, sahili bırakıp, şehrin içine, Unkapanı'ndan Beyoğlu'na çıkacağım, satıcılar dört ayaklı arabalarıyla sağa sola bakınıyorlar, ne kadar gerçekçi adamlar, yaklaşırsam tuhaf bir hazırlıkla tavır alıyorlar, geçip gidince ses çıkarmıyorlar. İri yarı bir kadın, ağır çantasını omuzuna atmış önümden gidiyor, ah işte insanoğlu, devasa bir kraliçeyi neden bir tanrıça gibi düşünür, üzüldüm kadına, bu bir  tanrıça olmalıydı ve artık ardım sıra yürüyor, belki işten geliyor, belki işe gidiyor, ama bir kraliçe asla değil, bu ara sokakların çıktığı uzun yolda, sabahın köründe tek başına yürüyor olması, onun yazgısının çoktan çizilmiş olduğunu gösteriyor, dilerim Kleopatra'dan, Katerina'dan daha açık olur bahtı, çünkü bir dilek adanmışsa eğer bir kadın için, onun kelebek etkisi mutlaka olacaktır, çünkü kadınlar insanların düşüncelerini okur ve ona göre bir davranış geliştirebilirler!..
 Bugün neşeliyim, güne neşeyle başladım, ama ne uğurlu bir martı çığlığı var havada, ne de tek tük ağaçların deliliği; çınlayan saksağan sesi!.. Arabalar çoğalıyor yavaş yavaş, ana caddelerin ve kentlerin en büyük özelliği, araba sayısının insan sayısından daha çok oluşudur, matematiğin kanıtlanmaya gerek duyulmayan  tek postülası belki de budur, yollarda bir tek ben varım hala, bazen uzakta biri, bir sokak içine kıvrılıyor birden ama, hayalet ya da maskeli bir hırsız imgelemi yaratmaktan kurtulamıyor huysuz gönüllerde, neyse ki bir at arabası geçiyor yanımdan, sabahın ayazında, Hattuşil işine mi gidiyor acaba, yıllarca beklesem göremem bu arabayı, ama bu sabah tanrı karşılaşacağım şeyleri not etmiş işte, sahilde kendinle karşılaşacaksın, Katerina olmaktan caymış, bahtsız bir kadın göreceksin, güzergahta bir at arabası geçecek yanından, belki de emekli bir firavundur içindeki, selamını almayı unutma, çünkü arabacının  yaşamdaki amaçlarından biri budur, her koşulda selamı esirgemeyen bir yapı!..
 Öğleye doğru yolunu şaşıracak, bir mabedin bahçesine dalacaksın, akşama kadar kalacaksın orda, ruhun, çiçek tozu hayallere ve  dinlenmeye gereksinimi var.
İşte o mabede çoktan geldim ve bahçesinde oturuyorum, yanımda iki aşık var, birbirine sarılarak boğazı izliyorlar, çok hareketsizler, eğildim gazetemi okuyorum, bin bir çeşit haberler, mutluluk vermekten ziyade, üzüntüye boğan  haberler, Leibniz'e hak veriyorum, olabilecek dünyaların en iyisinde yaşıyoruz, onun için mutluluk veren şeylere pek gerek kalmıyor, kötülüğe de alışmalıyız, genelde işler iyi gidiyorsa, ki kıyamet kopmadıkça böyledir bu, kötülüğün tuzaklarıyla oyalanabilmeli ve zulüm ve acımasızlığın burgaçlarında savrulmaya alışmalıyız, tadına bakmadığımız hiç bir şey kalmamalı, yakınmalarımız arş-ı alaya da çıkabilir ama hazzın doruklarına varmak, ex olmak, nirvanaya ulaşmak başka nasıl olabilir ki.  
 Düşünemediğimiz çok şey var yaşamda, temellerinin mutlulukla atıldığı bir dünyada, acıların tadına varabilmek için neler yapmak gerekir, sürprizler ve düşlerimizde bile karşılaşamayacağımız şeyler nasıl olabilir ki, dünyanın dört rüzgarı birden estirebiliyor olması öncelikli mutlakıyetlerimizden biridir, kötülük bize doğru yolu gösterir, ders almayı kolaylaştırır ve mutluluğa giden en kestirme yol kötülüktür ne yazık ki.
  İyiliğin kötülüğü yenmesi için, iyilerinde kötüler kadar cesur olması gerekir diye söz üretiyorlar, planın tam anlamıyla işlemesi için, hayatta bu mottolara kesinlikle yer var, uygarlığımız madalyonun iki yüzü gibi görüntü verebilmelidir ayrıca, bu paranın yazısı da turası da aynıdır, dünyevi kurallara göre öldürme düşüncesi kötüdür ama  meşru müdafaanın arkasına saklanıyor olması kimi düşlerimizin, bu eylemin olanaklar alanını genişletir, çeşitlem doğar ve manzara sonsuzlaşırken, kötülük, kötülüğün azameti ve acıları, inanın çok gerilerde kalır ve her şeyin yerini bir haz duygusu alır artık, bir ölü cinayet, bin ölü istatistikle tamamlanır yürürlükteki dehşet, dehşetin ruhsal bir gıda olmasını sağlayacak, emin adımlar atılır böylelikle ve hedonizm kendini aşarak sonsuzlaşır.
Şükran tanrıya, hallelujah!..
Hırsızlık kötüdür diyorlar ama o kimi zaman kara yoksulluğun arkasına saklanmakta haklıdır ve sırf bu yüzden alkışlanır da,  hapishanelerimiz görkemli ve olağanüstü hırsızlardan uzak duran silolardır, kötülüğün yaygınlaşması ve alacağımız tat ve duyumsayabileceğimiz korkunç hazların bekası için bu olmazsa olmazımız olmalıdır ne yazık ki, çünkü hedonizm kolaylıkla ulaşılabilen bir şey olduğunda, dünyamız sıradanlaşır, ant içenler çoğalır ve şiddet ve şehvet haz aracı olmaktan çıkar, düzen deformasyona uğrar ve zevk bahçelerinin sergilendiği dünyamız süratle bozunur artık,  dağınır ve albeni dolu, sınırsız arzular doğuran ve tutkuyla yaşama bağlandığımız bir yer olmaktan hızla çıkar.
 Bu sonumuz olur...
 Çalışmak, ne olduğu bilinmiyor ama, kavramsallığın evrensel yayı, bu töz için öteden beri sonsuz açılımlarını sunar, altın gibi bir şeydir o, ama sıklıkla  bir beyin ve beden sömürüsünün arkasına saklanır, paralel evrendeki eşdeğer tanıtı, emek hırsızlığı gibi algılanır, kitlesel mazohizm ve sadizmin doruklarında gezmektir çalışmak, en büyük örgütlenme olarak tanrının gerçek şahikası bu adı alır. İlkelliğin ve postmodernitenin iki ucunu birleştirebilen tek tanrısal sanat budur ne yazık ki, en ucuz, en ulaşılabilir, en art nouveau duyguların bir aradalığını sağlayan bir müsekkin, tanrı olmasaydı, çalışmanın ve emeğin olmadığı bir dünyayı yaratamazdık, onun en basit özellikleri ve erişilmez deneyimleri; en ucuz, kullanılabilir büyüleri yaratmakta birebirdir.
  Çalışmak körün orgazmı ve meflucun  ibadetidir, bir trans ve tapınma. Öyle ki tanrı bunun için vardır.
  Aşk iksirdir, büyücüldür, güzeldir, tanımı bilinmiyor ama  sarhoşluk verici olması yaşamın temellerinden biridir. İyi bir şeydir o ve  zaman zaman o da bir kurbanın arkasına saklanarak entrikalar yaratır, derin ve sonsuz bir şaşkınlığın, bir kendinden geçiş ve kösnül bir trans okyanusunun özü. Dünya eşsizdir.
 İşte bu yüzden dünyamızın yani uygarlığımızın ya da aşkla bağlandığımız tanrımızın değişmesi gerekiyor, hayır, hayır yok olması gerekiyor, çünkü acılarla harmanlanmış, sevinçlerle dolu ve dehşetengiz mutluluklarımızın, sosyal statülerimiz ve bireysel kimliğimizin yara ve ölçülerinin dağılımında, iyi ya da kötü yapan şeyler bunlardır bizi, her şey gibi dışardan gelir, genlerimizde  yuvalanır ve günü geldiğinde uyluklarımızdan roket gibi fırlayarak çıkar giderler ve bizi erişilmemiş özlem ve ulaşılmamış sevinçlerimizle baş başa bırakarak, acımasızca terk ederler. Yaşamın tadı bundadır ve başka türlüsünün olanağı da yoktur. Hiç bir zamanda olmayacaktır. Şiddet ve kötülük, hazzın olmazsa olmazıdır ne yazık ki.
Dünyamızsa her tür düşüncenin cirit attığı bir okyanustur ve evrende eşi ve benzeri yoktur.
Olmayacaktır.
Örnekçe, Malik,  Sami dillerinden biri olan İbranice'den türemiştir. Melek, melik, mülk, mülkiyet, memlük, memalik gibi kelimelerin kökeninden aldığı özü aslında tanrı Molok'un adıdır. Tanrı yalnızca kurnaz değildir, bir teorisyen ve bir diyalektik eylemcinin tanrısıdır aynı zamanda. Kendisinin!..
 Yanımda oturan iki vücut çoktan gitti.
Denizin rengi önce maviydi, ikindiye doğru grileşti, sonra güneşin karşı kıyıdaki camlara vuran altınsı ışıklarıyla bir büyüye büründü ve akşama doğru korkunçlaşıp karardı, gece, simsiyah oldu ve şehir ışık cennetinin içinde kayboldu.
 Değişim o kadar korkunç ve sonsuz ki, kötülükte değişimin hallerinden biri ve oda sonsuz ne yazık ki. Yaşamda yalnızca ölüm, renksiz ve bir değişke barındırmayan, bilincin türevlerinden olup da, sonsuzluğa açılabilen tek kavramsallığın, o olduğuna ilişkin görüşler var. Bazıları ölümü, yaşamın bir alternatifi gibi düşünüyorlar ve onunla yarışıp, umut dağıtabilecek tek karşıtıymış gibi algılamakta ısrar ediyorlar. Yaşamda zaten yalnızca umut etmek değil midir diyorlar. Üstelik ölüme açılan bir bekleyiş.
 Güzellik için, kötülüğe gereksinim duyulmasına şaşırıyorlar ve ölümün şaşırtısız, tek düze dinginliğini ve sonsuz bir gölgeliğe uzanır, sessiz güzelliğini yeğliyorlar ve bu yüzden ona hayranlık besliyorlar, yalnızca bir seçim ama bu... Benim gibi. Bu dilin yerli yersiz her sözcüğü içimize işledi bizim, yerli yersiz her sözcüğünü kullanıyor gibiyiz, yine derken, gene diyoruz, baba derken papaya geçiyoruz, sıkılınca biz de sözcük uyduruyoruz, ama şu son diyeceğimin bunlarla ilgisi yok, insanın cennetten kovulmuş olma ve Adem'in suçu, Havva'ya atmanın maderosu nedir biliyor musunuz, bugünün ve yüzyılların alışkanlığının, kapitol ve kapitalizmin, doğal sistemimizin asla değişmeyeceğinin işaretidir bu!..

Cennetten kovulduk, çünkü kötülük içimizde ve vazgeçilmezimizdir, babamız hata yaptı, çünkü onu annemiz kandırmıştı, yoksulluk kaçınılmazdır, çünkü bolluktan kovulduysak, olacağı buydu!.. Ataerkillik, talan ve şiddet, kapitalizm ve kapkaç ve bir parmak bal çalarak, kıyamete yürümenin exodusu nerede başlıyor gördünüz mü, dünyaya gelirken umutlarınızı dışarıda bırakındır, aslolan; benim bildiğim...

Bu durumda yenilmiş ve aşağılanmış şeytan, belki de gerçek tanrımızdır.

55
 Günlerce keman çaldığım oluyor, gittiğimiz yerlerde çalıyoruz ama evde neden çalınır ki, çünkü keman benim var oluş biçimim, onun gizine erebilmek şu yaşamdaki tek amacım, besteler yapmak ve sonsuzluğa uçmak istemiştim  ama dediğim gibi olanlar, olacakların önüne geçiyor, geçebiliyor, utanıyorum evet, biliyorum ne söyleyeceklerini bu gerekçelere, başıma gelenler bana bu olanağı vermiyor, kendine sığamadığımı bilmek yetmiyor, sürünerek uçamazsınız, koşarak yapamazsınız,  göz yaşı dökerek anlayamazsınız ve en acısı da, -düşerek- düşünemezsiniz...
 Hiç bir zaman... Sen umutsuzsun, kavgasını ver!.. İşte çelişkim bu benim, kavgasını ver, kavgadan başka ne biliyor ki insanlık. Bir şey gerçekleştirecek olma, bir çaba içine gireceğimi düşündüğümde, kuleleri yıkarak, burçlara mızrak sallayıp, hançer saplayarak başarmak utanç veriyor bana, kalkan ve yatağanın, gürzler ve mancınığın  tarihinden iğreniyorum ben, bunu anlatamam biliyorum, yüzyılların içinde çözümleyici yöntemlerimiz ve genlerimize arı oğulu gibi doluşan düşüncelerimiz, düşlemlerimiz buna elvermiyor, o durumda belki düşünmeyi bile öğrenemedik; bilemiyoruz ki biz demek geçiyor içimden, kendimi haklı görme alışkanlığı değil bu, ayrışma noktasında vardığım kompartıman bu, durum bu, koridor bu, varyant bu, dehliz bu, gökada bu, kara delik, ak delik kozmikomizm bu, ne derseniz deyin, ak delik varmış evet, karadelik nasıl her şeyi yutan bir elektronik süpürgesiyse, ak delikte her şeyi püskürten bir ekskavatörmüş mü diyelim, hayır yangını söndürecek olan titansı bir hortum, ya da yusufçuktan, kızböceğinden bir su helikopteri...
 Bu koşullarda Mozart ya da Tiomkin'e özensem, Çaykovski ya da Borodin'i dinlesem  bir çıkarsamaya  ulaşamam, dünyamız kaybetmeye bile zaman bulamamış kimsesizlerle dolu, karşı tarih kaybedenlerin kulübü, işte ben sınırı atlamaya çalışıyorum, dikenli telleri geçmeye, bir sinir krizinin eşiğinde oluşum bundan, kemanım, bir çağrıya bakıyor, zorunlu bir davete... 
 Onun tanrısal sesi, kaç kuruş için bir yoksunluğun iniltilerine dönüşüyor, bir bilseniz, ne hallere düştüğümü bir görseniz, açlık oyunlarıyla şuna inanın ki forsaların baladını bile çalamazsınız, dünya sizin üzerinize gelirken Mozartlaşamazsınız, söylemekten yüksünmeyeceğim, eğer olmuşsanız da, çeki düzen verilmiş ve kafeini alınmış, tropikal, göz alıcı bir tavus kuşu, yerli bir Anka olmuşsunuz demektir ki artık, bu hepsinden daha içler acısıdır, bir paradokstur bu, Arapgirli sayılmayacak, hiç bir bendirzen yoktur bu dünyada, -bunu Elazığlı udi Malik söylerdi, ne demekse- önce kurtulmalıyız kendimizden, dalmış ve sessiz, bir müziğin kollarında uyumuşken, ansızın çalan zil, ulaşan bir habercik, koş şurada bir eğlence ya da şu konseptte bir  varyete varmış diyor ve siz bir tuğla bile satın alamayacak şeylerle, vaatlerle günlerinizi geçiriyorsunuz, ışıktan yoksun gecelerinizi yineliyorsunuz ve o vakit ya haykıracaksanız göklerin tanrısına, ya da yeraltının ilahlarına lanetler okuyarak geliyorum oraya diyeceksiniz, bunun ne anlama geldiğini uçurumların kıyısında yaşamayanlar bilemez...
 İnsanlar, bizler,  acılarımızı paylaşıyor görünüyoruz, oysa acılarımız paylaşılmış olsaydı,  geçen yüzyıllar yinelenemezdi, feci biçimde kokuşmuş şeyler var dermiş Platon, yüzyıllar önce, ama bu bir klişe ve bunu hala söylüyoruz, çözümsel alanda çayır bile bitmiyor, öyleyse çamurdan şeylerle iç içeyiz ve yakınmalarımız sorunu çözmekten ziyade, onu paylaşarak özümseme, kanıksama ve hoş görmenin varyantlarına dönüşen bir tekerleme oluyor artık.
 Sorunlara tanılar koymak neye yarar, evet ama bunu bile söyleyemiyoruz ki biz, tanılar koymakla yetiniyor, aynı sorunsalın çevresinde dönüp durarak, o bildik çerçevede çözümler arayarak, fasit bir dairenin içinde dolanıp duruyoruz. Oysa çözüm sorunu dışlamak ve hiç denemediğimiz kılgılar ve yeni bir bakış açısı ve uygulayımlarla sürüp giden yolu terk ederek, başka, bambaşka bir yola çıkmak, yolu değiştirmedikçe karşılaşacağımız şeyler aynı olacak, hep aynı sorunların, yeni versiyonlarıyla boğuşup duracak insanlık ve zamanda korkunç bir hızla Andromeda'ya doğru yaklaşan gökadamızda, bir değişkeyi, kökten bir değişkeyi başaramadan yok olup gideceğiz belki de.
 Tasalanıyorum ben, çünkü sorunlarımıza tanı bile koyamıyoruz ve gerçekliği yansıtmıyor, bir gizlenti ve yanılsamaların sihrinde boğulup gidiyoruz, oysa Andromeda bize doğru yaklaşıyor evet, tanılar incelikli ayrışmaların ve usa sığmaz örümcek ağlarının örüntüsünde, sürüp giden yanılgılarla dolu.
 Bu konu sıkıcı, bak güvertede ay ışığı var, çünkü biz yazgımızın oyuncağıyız, ölümlere doğru koşan atlıyız, bunu değiştiremiyoruz ve sırf bu yüzden, bunu anlamak istemeyenler, böyle bir dünyanın varlığına katlanamayan bizler ve içimizden birileri, o konuda elini çabuk tutabiliyor, çünkü bir ölüm uygarlığına, ölümcül bir oyunun barbarlığına dayanamıyor, bir ikilem evet, ama yalnızca bununla yetinemeyiz, düşüncenin ürettiği bir sonla, uçurumdan atlayan bir sürünün sonu aynı olamaz, define aramaya giren birinin mağarasıyla,  geçmiş çağların izini arayan kişinin mağarası aynı olamaz...
Konu elbette ki çok uzun, derinliği belki de ürkütücü, ayna iç organlarımızı göstermiyor, sorunlar dile getirilmedikçe, çözümler oluşturulamaz diyelim, umarsızlık baş tacı olsa da, başa dönsek de, yine de umudumuzu yitirmeyelim, klişelere baş kaldırmayı öğrenelim, evet her şey bir klişedir belki de, ama denizi denizle, dalgaları dalgalarla yenmeyi öğrenelim ki, çözüm; yokluk ya da onun ötesine geçerek ürettiğimiz bir şey olmasın.  
 Şöyle bir şey okudum, belki yararı olmuştur ne bileyim, düşüncenin hazzına kapılmak, bu görü, cennetin kapısını aralamak gibi geliyor bana,   bunu diyemedikçe, diyemiyorsak, öyleyse diyorum ki; neredeyse çözümsüz, sayısız sorunlarımız var bizim...

 Bir sorunu yaratan bilinç, o sorunu çözemez, çözebilmek için, o sorunun üstünde bir bilinç olması gerekir biçiminde bir açını düşünelim... Tüme varım, tümden gelim ve türümüz açısından her tür çözümsellik soyutlama alanları yaratırsa da, bir sorunu sonuçta, o sorunsalı yaratan, yaşayan, algılayan bilincin çözebilmesi gerekir diye düşünebiliriz, bir üst bilinç olarak kendini aşsa bile, köklü çözüm, öz bilincin türevleriyle olasıdır, bir üst yükselen bilinç midir, yoksa tanrısal olanı arayışa yönelecek bilinç midir, bunu bilemiyoruz.
Bir üst bilincin sorunu çözdüğünü ya da ortadan kaldırdığını düşünelim, sorunun öznesi için bir kesinlemeyi gerektirmiyor olsa da, yardımlaşma, dayanışma ve ortak bilinci çağrıştırıyor ve ayrışma, bölünme ve üstün güce tapınma mottosunu da önceleyebileceği için, sonsuz bekleyiş, hiççilik ve kozmik tapınma alışkanlığının sürmesine yol açabilecektir.
Her us başka bir elementtir. Gerçekte sorunu çözemeyecek bilinç, onu yaratamaz diye düşünebilmeliyiz, bilinç öyledir ki bazen, baş edilmezleşen sorun, çözümden daha komplike, daha yüksek bir düş gücünün ürünü olabilir. Örneğin, ateşi bir solukta söndürmek, ateşin egzistanse oluşu ya da sorunsallığından çok daha minimal bir tavır içerebilir.
Diyesim sorun çözümden daha karmaşık bir yapı içerdiğinde ki olabilir, onu çözen bilinç, üreten bilincin bir alt bilincine de dönüşebiliyordur, sorunu kavrayamayan bilinç, onu çözemez diye düşünebiliriz, sorunun üstünde bir performans göstermeliyiz amaçlı bir söylem ise, olağan ve gerektiğinden de yalın bir yaklaşım olabilecektir artık ve elbette kabulü gereklidir ama, sorun durağanlaşmış, ötelenmiş ya da ortadan kaldırılmış olsun diyelim, ne ki, gerçekte  şu ki çözüm, o sorunu yaratan bilinç tarafından üretilmiş, gerçekleşmiş olmadıkça, çözülme tanımının alanı içinde kabul görme, edilme olanağını veremeyecektir, sorun kendini yaratan bilincin özdeşidir, çözüm de o bilinç tarafından sağlanmadığı sürece, kozmik etkileşim ve tepkileşim noktasında bağlaşıksız bir bağıntı, bağlanım, evrensel töz açısından bir gerçellik hatası, düzensiz bir yapıntı, somut inandırıcılık kavramında zaaf ve bozum, sonsuz düzlemde öze ilişkin yeknesaklıklar içerir.
Çözüm özün paralelidir, sorunun öznesi sorunu üretiyor ama çözemiyorsa, gerçellikte, sorunun öznesi olmaktan da çıkar, bu noktada çözüm üretemediğinde, sorunu sorgulaması da doğaldır, çünkü sorunu üreten, çözümü üretemiyorsa, sorun kendisinin bağlaşıklığı temelinden çıkacaktır özünde, sorun algı ve bilinç alanından çıkacak, içerikte sorun niteliğini yitirmiş olacaktır, kötücül olan, sürekli bir üst bilincin çözdüğü sorun bir yazgıya, kötücül bir alışkanlığa dönüşecektir, yalın anlamda kendini geliştiren bilinç ise bir üst bilinç değil, sorunu çözümleyen bilinçtir, bir üst bilincin çözdüğü sorun tanrısal olana yaklaşım ve yaslanma bilincini doğuran bilinçtir ve sorun gerçekte çözülmüş değil özümsenmiş, absorbe edilmiş olur ki bu yaklaşım bizi doğa üstü davranışları ululamamıza ve huşuya, gerçeksiz temellere dayanan bir ürperişe  yol açacak, bir yaklaşım biçimine de dönüşebilir.
Elbirliği, ortak bilinç ve soruna karşı geliştirilmiş yüksek bilinç kavramları göz alıcı bir empati oluştursa da, varılan kozmik noktada, tapınma, hurafe ve hiyerarşik gerilimi kışkırtacağı ya da sürekli varsayacağı göz önüne alınacak olursa, bu yaklaşımın sakıncalarını kabul edebilmeliyiz, sorun varyasyonlarla ve pekala onu olgulayan bilinç tarafından çözülebilmeli, arayış kavramımızı çelişik ve çatışık düzlemde sapmalara yol açmayacak bir çağrışımı edinmemizi sağlayacak açına da dönüştürebilmelidir, bu sorunu yaratan bilincin küçümsenmesi ve durağanlığın kutsanmasına yol açmayacak denli önemli bir argümandır, çünkü, üst bilinç içinde benzeri kavramlar üretilebileceği açıktır, önellik noktasında insanın bilinci her sorunu çözebilecek olan bilinçtir kavramından hareketle, tümevarıma ulaşmalı ve bu nedenle, savlanan yaklaşıma tam bir güvenç duyulamıyorsa ve aksi tanıtlanmış da olsa, böyle bir yaklaşım, açınların değişkenliği, çözümünde değişkenliğini gerektirir kuralı uyarınca, belirtmeye çalıştığımız gibi ileri sürülebilirliğini koruyabilmelidir.
Çünkü o zaman, tanrının, varlığın içinde olan başka bir varlığın görüntüsü ya da onun görüntüsünün içindeki, görünmez, sezilmez bir varlığın yansısı olduğunu mu düşüneceğiz çözümün!.. Bu bizi sonsuza dek öz güvenden yoksun bırakacak ve sürekli çözümün değil, sorunun varlıkları olduğumuza ilişkin bir algı kapısının açılmasına yol açacaktır.
Bu nedenle, bir üst bilinç tanımlaması, dayanışma ve çabanın yüksekliği, bilincin ilerleyişi gibi kavramları çağrıştırıyor olsa da, yoldan çıkma, savrulma, olağanüstü güçlere tapınma ve anlakta sorunsalın sürekli yinelenmesi olasılığını da çağrıştırdığı için, çoğullaştırdığı için, dilin ve tekniğin evinde sorunu çözecek olan ancak öz bilincimizdir kavramını da yerleştirmeye çalışmamız, tanımlamayı yeniden yapmamız ve öz güven açısından bakışımızı bu biçimde değiştirmemiz, olasılıklar açısından da daha iyicil sonuçlara yol açacaktır diye bir öngörü geliştirebilmeliyiz.
Sonuçta yinelemelerle de olsa felsefe; popüler fetişizm ve ruhani söylemlere uzak, sezgi ve dil gelişimi sağlayarak bir değişkenliğin öncüsü olabilir, görevi de budur ama, tanrıyı anlayan var mı ki, onu yeryüzüne indirebilelim diye düşünebilirsek de, sürekli göklerde aranan bir tanrının, hiç bir zaman yanımızda olamayacağını da düşünebilmeliyiz.
Çözüm... O sorunu yaratan bilincin üstünde bir bilinç gerçekleştirebilir demek, çabayı ve kendimizi geliştirmeyi öneriyor ama bir üst bilinç sorunu çözecektir kavramına da açık kapı bırakıyor, tarihi ve geçmişimizi düşünelim. Her şey olumsuz değildir ama bakış açısı geliştirmeye çalışmak, hem üst bilinci doğruluyor, hem de onu eleştirmeye çalışıyor, bir paradoks gibi...
Dairenin başlangıç noktası son noktasıysa, her şey bir döngü de olabilir diyebiliriz, üst bilinç efendi-köle, tanrı-kul ilişkisi midir, var olan şey, bir kabul ve bağlanma adına değil, düşünmek ve onu yadsıma adına olmalıdır. Başka bir evren yaratabilmeliyiz. Söylemlerimiz eylemlerimizle örtüşmüyor ama örtüşmelidir.
Temel gerçeklik ''eARTh''dır, yeryüzü düşünmek ve onun aracı sınırsız sanattan bileşik bir yapıntı ve evrenimiz yalnızca bir kurgudur. Üst bilinç, bizden uzaklaşan bilinç, bizim yerimize sorunu çözecek olanın veya tanrısal olana yaklaşanın bilincini çağrıştırabiliyor. Sorun gerçekte, yineleyelim ki sorunu üreten bilinç tarafından çözülmedikçe, çözülmüş olamaz, bir sorunun çözüldüğünü ya da bir üst bilincin onu çözdüğünü varsaymak için, örneğin kıyım, yokluk, yoksulluk, yoksunluk kavramlarının ortadan kalkması gerektiğini düşünmemiz gerekirdi. Üst bilinç olsaydı savaşlar ortadan kalkmış olurdu diye bir klişeyi düşündüğümüzde, sorun hep olacaktır ve insan için bu vardır da, üst bilinç onu çözecektir, öyleyse örneğin, savaşlar ortadan kalkmadığına göre bu bir klişedir düşüncesine ulaşabiliriz ve bu kısır bir döngüye yol açacaktır artık.
İnsanlık için bilinç kavraneli sonsuz sayıda da olabilir, ayrışma ve birleşme, tüme varım, tümden gelim birer yönseme, yöntemsemedir. Bu durumda Truva Atı bilinci de -usun tutsaklığı, kuşatılabilirliği, ederiyle bağlanılabilirliği- bizler için bir bilinç sayılabilmelidir, bilinç zehirlenebilir, çiçeklenebilir, durağan ya da akışkan olabilir, efendi-köle, tanrı-kul kavramına uygun bir bilinç, üst bilinç kavramına uygun bir görüş üretebilir, çözümler de sunabilir belki ama gerçeklikte salt kendisi de, bir alt bilincin üretimi bir görüş olmaktan kurtulamaz diye düşünebilmeliyiz, üst bilinç, alt bilince dönüşüyor ve kendisiyle çelişiyor burada, öyleyse bilinç öz bilincimizin türevi olsa bile, üst bilinç kavramına sığındığı sürece, belki de bir alt bilinç kavramı ve üretimi olmaktan kurtulamayacaktır, paradoksa dönüşebilecek çıkarsama da budur.
Mikel Anj, Musa heykelinin kusursuzluğuna katlanamamış ve çekicini fırlatarak dizini parçalamıştır. İşte evrenin özeti, cennetten kovulmamız ritüeli, her tür ileri sürümlerin özü de çağımızda, ne denli çılgınca bir sav olsa da budur. Kusursuz bir evren ve evrenin tilmizi, kusursuz bir dünya ve onun tilmizi, kusursuz bir insan aramayınız, çünkü onun kusursuzluğuna, güzelliğine katlanamıyoruz, dayanamıyoruz ve onun için savaşım var ve kavga ediyoruz biz, kusursuzluk arayışı, bizim için öldürücü bir yara gibi, altius, fortius, sitius,  daha güçlü, daha yüksek, daha hızlı; ileri ama nasıl,  daha yıkıcı, daha bitirici, daha öldürücü mü!.. Bunu dediğimizde hepimiz ayağa kalkıyoruz, neden; daha yıkıcı, daha bitirici, daha öldürücü... Bu oluşuma dokunamazsınız, günahlarımızı yüzümüze vuramazsınız, ilahi adalete, tanrılarımıza baş kaldıramazsınız...
 Ondan!..
 Sabah oluyor... Düşündüğüm şeyler beni yoruyor ve paralıyor evet ama hala horozların bir yerlerde ötüyor olması; beni şaşırtıyor, kim bunlar, bilmediğimiz bir yerlerde birileri mi var ve son gün geldiğinde mi ortaya çıkacaklar... Evren milyonlarca, sayılmasız bir virüs okyanusunda ve bir bakteri bulamacında yüzüyor olsa bile; küçücük, görünmeyen bir şey var, adı umut ve bizi ayakta tutuyor, öylemi... İnsanların ve tanrıların bir anlam arayışında kendimi bir kurban gibi görmekten yüzüm kızarıyor,  kemanıma sarılıyorum ve loş ışıkta çalıyor, çalıyorum...
 Duyularımızdan yalnızca gözlerimizin ağlıyor olmasına şaşıyorum.
 Çünkü onlar her şeyi görüyor, her şeyi...

 Biliyorum...
56
 Bir düş gördüm. İsa Mesih, göklerde beyaz bir atın üzerinde dört nala gidiyordu -ama atın üzerindeki ben miydim seçemedim-, ardından kanın, savaşın ve şiddetin süvarisi, kızıl bir atlı geliyordu, onun ardından, kara, adaletsizliğin, açlığın ve eşitsizliğin rengiyle, yağız bir at geliyordu ve ardından da, süvarisi iskelet olan, bir kır at geliyordu, ölümün atı. Tümü dört nala, birbirini geçmeye çalışıyordu, en önde İsa vardı ve mahşerin dört atlısıyız, peşimdekilerden, savaş, kıtlık ve ölümün süvarilerinden kurtulamazsam, bu dünyada barışın yüzünü göremeyeceğiz dedi ve birden yok olup gitti.

 Majör, bemol, diyez, minör gibi iniş çıkışlar, müziğin derin varyantları bizi diğer insanlardan ayırıyor diye bir inanç var toplumda, müziğin sesleri, ışık körlüğüne ve karanlığın zulmetine sürükleyebilir insanı, uğraşına aşırı derecede yoğunlaşan herkes, yaşamda kendine, bir şeyler yaratma, bir şeyler üretme noktasında aşırı baskı yaptığında, bu yolda giderek ayrıksı davranışların içine düşebilir, saplantılara kapılabilir, bu müziğe özgü değildir, gördüğüm düşü, aşırı derecede sanrılara kapıldığım için bilinçaltım üretti sanırım, bazen  neyse ki düşmüş diye büyük bir oh çektiğim olur benim, düşlerin baskısı, gerçekleri geçecek kadar zorlayabilir insanı, ama bu sizin olağan yaşamınızda, kendinize gösterdiğiniz tutumdan kaynaklanır yine de, yaşam bu meçhul, insan kendinin hapishanesidir.

 Bilgisayarlar yeni tanrılarımız olabilir mi, idama giderken insanlar son anda affedileceklerini umarak geçermiş koridorlardan, buna bağışlanma yanılsaması denirmiş psikiyatride, ne acıklı bir dünya ve ne günahkar bir insanlık, Silezya'da doğanlarda bir, Ukrayna'da doğanlarda bir üstelik... 
 Tanrılara neden inanırız biz, şiire neden taparız ve neden,  tarihin adsız bir gününde ve her seferinde bir kan banyosu yaparız. Tanrı insanların  tüm gözyaşlarını saklarmış, mutluluk ve sevinçlerini ise görmezden gelirmiş. İnsan acılarıyla başkalarına da acı veriyorsa bir zalimden farkı kalmazmış. Zahire ambarıyla, anız tarlasının, boş kilerle, bostan korkuluğunun savaşıymış bu dünya...
 Zamanın tan atımından, başlangıçtan beri duran ovadan bu yana, isterlerimiz hiç bitmemiş, hırslarımız, kinlerimiz bitmemiş ve anlam, mantıktan daha derin bir şeymiş. Tanrı iyi biriymiş kesinlikle, acıları verirmiş ama sonra bir panzehirle geri alırmış... O şeytanla güreşirmiş gerçekte, onunla yarışırmış, insanla değil... Pannonyalı Yohannes ne demiş yakılırken, beni öldürmeniz umurumda bile değil, borularınız bir süre benimkinden fazla çalışacak ama düşünceleriniz unutulacak.
İnançsızlığımızdan olamazmış kötülükler, olumsuz mutluluğu öğrenelim diyeymiş her şey, özgürlük abartılırsa bir felakete, sorumluluk abartılırsa bir yıkıma yol açarmış, yeryüzünde, ikisinin ortasında beklemeliymişiz...

 Maria çağırmıştı beni, uğradım bir ikindi üzeri, sağlığım bozuldu diye üzüldü tabi, ayrılırken bak dedi, şu kitabı oku, Mutlu Olma Sanatı, tamam dedim raflara göz gezdirirken, birden İnsanın Anlam Arayışı diye bir kitap çarptı gözüme, bunu alayım dedim, sanki benim sorunlarımı çözecek bir sırrın Levh-i Mahfuz'u gibi, alma onu diye bir çığlık attı, daha da alacağım tuttu tabi kitabı, gece rengi bir saatte okudum onu, yolumdan döndürmedi kitap beni, belki biraz daha açıp, kesinledi düşüncemi, Maria onun için çığlık attı sanırım, neler var içinde, çizdiğim yerler ve anlatmak gerek olan biteni...
'Çocuğun parmakları donmuştur ve doktor elindeki pensle, çocuğun kangren olan morarmış parmak uçlarını teker teker keser... Üşüyen ellerimle iştahla yudumladığım sıcak çorba kasesine sarılırken, pencereden dışarı bakacak oldum, az önce dışarı sürüklenen ceset, parlayan gözleriyle bana bakıyordu, o insanla iki saat önce konuşmuştum ve çorbamı yudumlamaya devam ettim... Gariptir, bazen hedefini şaşıran bir darbe, hedefini bulandan daha çok yaralayıcı olabiliyor, bir keresinde bir kar fırtınasında, demiryolu raylarının üstünde duruyordum, havanın kötülüğüne karşın grubumuz çalışmaya devam etmek zorundaydı, rayların arasına çakıl dökme işinde oldukça sıkı çalışıyordum, çünkü ısınmanın tek yolu buydu, küreğime yaslanıp soluğumu düzenlemek için, bir an ara verdim, aksilik ya o anda gardiyan geri döndü ve beni görünce kaytardığımı düşündü, gardiyanın bende yarattığı acının nedeni, hakaretler ya da vurması değildi, pejmürde, bir deri, bir kemik önünde duran ve belki de ona insanı, ancak bulanık bir biçimde anımsatan bu figürü, tek bir sözcük söylemeye, hatta küfretmeye bile değer görmemişti, bunun yerine, oyun oynarcasına, yerden bir kayrak alıp üzerime attı, bu bana cezalandırılmaya bile gerek duymayacak kadar, ortak bir şeye sahip olmadığı bir yaratığın, bir yabani hayvanın dikkatini çekmek ya da evcil bir hayvanın işine dönmesi için, başvurulan bir yöntem gibi geldi...
 İki adet küçük, tel kafesden gözetleme deliği olan vagonda elli kişi vardı, yalnızca bir grup yere çömelebiliyordu, gözetleme deliğinin çevresinde toplanan diğerleriyse saatlerce ayakta duruyordu, saatler süren rötardan sonra tren istasyondan ayrıldı ve sonunda işte bizim şehirden geçiyoruz, sokaklar ve bizim sokak, bir kaç yıldır kamplarda yaşayanlar ve bu yolculuğu angarya olarak gören insanlar, gözetleme deliğinden çevreyi izliyorlardı, bir an deliğin önünde durmama izin vermeleri için, yalvarmaya başladım, pencereden söyle bir bakmak benim için ne kadar önemliydi, anlatmaya çalıştım, dileğim onlara zavallıca geldi ve nezaketten yoksun, inançsızca geri çevirdiler, yıllarca burada mı yaşadın, öyleyse görmekten bıkmış olmalısın.
 Hepimizin yarına çıkması bile belirsizken, kampta bir ruh çağırma seansına tanık oldum, birisi bir tür duayla ruhları çağırmaya başladı, kamp katibi, bilinçli bir yazma düşüncesi olmaksızın boş bir kağıdın önüne oturdu, bunu izleyen on dakika içinde, medyumun ruhları çağırmayı başaramaması nedeniyle, seansa son verildikten sonra, kalem kağıt üzerinde yavaşça hareket etmeye başladı ve okunaklı bir biçimde 'Vae Victis', altta kalanın canı çıksın yazdı, katibin hiç Latince bilmediği ve bu sözleri hiç duymadığı söylendi ama katip bu sözleri bir kere duymuş ve savaşın bitmesinden bir kaç ay önceki o dönemde bu sözler, anımsamaksızın katibin ruhunda canlanmış olmalı...
 Genel anlamda konuşulacak olursa, kamptaki bir sanat çalışması elbette büyük ölçüde garipti, sanatla ilgili herhangi bir şeyin yarattığı gerçek izlenimin, yapılan sanatla virane kamp yaşamının geri cephesi arasındaki, hayaleti andıran tezattan kaynaklandığını söyleyebilirim, kamptaki ikinci gecemde derin uykumdan, müzikle nasıl uyandırıldığımı hiç unutmam, barakanın kıdemli muhafızı barakanın girişine yakın olan kendi odasında bir tür kutlama yapıyormuş, yarı sarhoş, yarı ayık seslerle bazı beylik şarkılar söyleniyordu, ansızın ortalığı bir sessizlik kapladı ve gecenin içinden, sık sık çalınarak eskitilmemiş, alışılmamış üzünç dolu bir tango duyuldu, keman ağlıyor; benim bir parçamda onunla birlikte ağlıyordu, çünkü aynı gün birisinin yirmi dördüncü yaş günü vardı, o birisi de  kampın, belki de benden yalnızca bir kaç yüz metre ötede, ama ulaşamayacağım bir yerindeydi, o birisi; benim karımdı ve onun son yaş günü kutlamam oldu... 
 Mizah duygusu geliştirme ve olayları mizahi bir ışık altında görme çabası, yaşama sanatında ustalaşırken öğrenilen bir hileydi, ama her an her yerde acı bulunmasına karşın, burada bile yaşama sanatını uygulamak olasıdır,  bir benzetme yapacak olursak, bir insanın acı çekmesi, boş bir odadaki gazın davranışına benzer, boş bir odaya belli bir miktarda gaz verildiği zaman, oda ne kadar büyük olursa olsun, gaz odanın tamamına yayılır, ne kadar küçük ya da büyük olursa olsun, acı da insanın ruhuna ve bilincine bütünüyle yayılır, dolayısıyla insanın çektiği acının büyüklüğü kesinlikle görecelidir...
 Bir açıdan bakıldığında, kamp sakinlerinin ruhsal tepkilerinin, belki fiziksel ve toplumsal koşulların yalın bir dışavurumunun ötesinde bir şey olduğu anlaşılmalıdır, uykusuzluk, yetersiz beslenme ve çeşitli ruhsal stresler gibi koşullar, kamp sakinlerinin mutlaka belli yollardan tepki vereceğini düşündürse de, son çözümlemede bir tutuklunun nasıl bir insan olacağının, tek başına kampın etkileriyle değil, içsel bir kararın sonucu olarak ortaya çıktığı açıklık kazanır, dolayısıyla bu tür koşullar altında bile, temelde insan ne olacağına, ruhsal olarak ne olacağına, kendisi karar verebilmektedir... 
 Aktif bir yaşam, insana, değerlerini yaratıcı çalışmayla gerçekleştirme fırsatı verme amacına hizmet eder, buna karşılık eğlenceden oluşan pasif bir yaşamsa ona güzelliği, sanatı ya da doğayı içine alan yaşantılarda doyum bulma fırsatı verir, ama ayrıca hem yaratıcı çalışmadan, hem de eğlenceden hemen hemen yoksun olan ve yüksek ahlaki davranış olasılığından başka bir şeyi kabul etmeyen bir yaşamda da; yani insanın, dışsal güçlerle kısıtlı var oluşuna yönelik tutumunda da bir amaç vardır, yaratıcı yaşamda; bir eğlence, haz yaşamı da ona yasaktır, ama anlamlı olan yalnızca yaratıcılık ya da zevk değildir, eğer yaşamda gerçekten bir anlam varsa, acıda da bir anlam olmalıdır, acı da yaşamın yazgı ve ölüm kadar silinmez bir parçasıdır, acı ve ölüm olmaksızın, insan yaşamı tamamlanmış olamaz...
 Bir genç hanım bir kaç gün içinde öleceğini biliyordu, ama bunu bilmesine karşın oldukça neşeliydi, yazgımın beni böylesine ağır biçimde ezmesine minnettarım dedi, daha önce şımarık bir insandım ve ruhsal başarıları ciddiye almıyordum, barakanın penceresinden dışarıyı göstererek, şu ağaç yalnızlığımı paylaşan tek dostum dedi, pencereden bir kestane ağacının yalnızca bir dalını görebiliyordu; dalın üzerinde iki çiçek açmıştı, bu ağaçla sık sık konuşuyorum dedi, şaşırdım ve sözlerini neye yormam gerektiğini bilemedim, halüsinasyon görüyordur diye geçirdim içimden, kaygıyla ağacın kendisine bir karşılık verip vermediğini sordum, sustu ve sırtını döndü, gözyaşlarını görebiliyordum...
 Eski tutuklular, deneyimlerini yazarken ya da anlatırken, en can sıkıcı etkinin, bir tutuklunun, tutukluluğunun ne kadar süreceğini bilmemesi olduğunu kabul etmektedir, serbest bırakılacağı gün için bir tarih verilmemiştir, biz bu konuda konuşmazdık bile, aslına bakılırsa tutukluluk süresi, belirsizliğin yanı sıra sınırsızdı da, ünlü bir psikolog,  kamptaki  yaşamın, geçici bir var oluş olarak adlandırılabileceğini söylemişti, bunun için sınırsız bir geçici var oluş desek daha doğru olur, geçici var oluşun sonunu göremeyen bir insan, yaşamda sonuçlanabilir bir hedefe yönelemiyordu, çürüme buydu belki de, acıyla dolu bir gün, bir haftadan daha uzun geliyordu bize, zaman kavramımız ne kadar çelişikti...
 Yeni gelenlerden oluşan uzun bir sırada, istasyondan kampa kadar yürüyen birisi, daha sonra, kendi cenaze töreninde yürüyormuş gibi bir duyguya kapıldığını anlattı bana, yaşamı ona gelecekten yoksun gibi görünmüştü, sanki zaten ölmüş gibi, her şeyi bitmiş kabul etmişti, diğer nedenlerde bu cansızlık duygusunu yoğunlaştırıyordu, zaman içinde duyumsanan en keskin şey, tutukluluk süresinin sınırsızlığıydı, mekan içindeyse cezaevinin daracık sınırlarıydı, dikenli tellerin dışında olan her şey uzaktı, ulaşılamayacak bir yerdeydi ve bir anlamda gerçek dışıydı, dışarıdaki olaylar, insanlar, normal yaşam, tutuklu için hayaleti andıran bir yapı kazanıyordu, dış yaşam, yani görebildiği kadarı, neredeyse başka bir dünyadan bakan, ölü bir insana göründüğü gibi görünüyordu ona...
 Kişisel bir deneyimimi anımsıyorum, acıdan gözlerim yaşarırcasına, ayaklarımdaki berbat yara bere yüzünden, kamptan işyerine giden grupla birlikte bir kaç kilometre topallamıştım, acı soğuk ve rüzgar içimize işliyordu, acınası yaşamımızın sonsuz küçük sorunlarını düşünmeye kaptırmıştım kendimi, bu gece yemekte ne vardı, ekstra tayın olarak bir parça sosis verilirse, bunu bir parça ekmekle değişmeli miydim, tel bağcıkları kopan ayakkabılarıma bağcık olarak kullanmak üzere, bir parça metal teli nereden bulabilirdim, her gün insanı canından bezdiren bu dayanılmaz yürüyüşleri yapmak yerine, kampta çalışmamı sağlayabilmek için ne yapabilirdim...
 Bir keresinde, geleceğe inancın yitirilişiyle, bu tehlikeli pes ediş arasındaki yakın ilişkiye dair dramatik bir olaya tanık oldum, oldukça ünlü bir besteci ve libretto yazarı olan muhafızımız, sana bir şey anlatmak istiyorum doktor dedi, garip bir düş gördüm, savaşın, acılarımızın bizim için ne zaman biteceğini sordum, söylediler biliyor musun, ne zaman dedim şaşkınlıkla, 30 Mart'ta dedi, vaat edilen gün yaklaştıkça, kampa ulaşan haberler, o gün kurtulacağımızın olası olmadığını gösteriyordu, 29 Mart günü aniden hastalandı ünlü besteci, ateşi yükseldi, kehanetinin, savaşın ve acıların biteceğini söylediği 30 Mart günü hezeyana girdi, ve bilincini yitirdi, gece yarısına doğru ölmüştü, dışarıdan bakıldığında ölüm nedeni tifüstü... Bir insan acı çekmenin kaderi olduğunu gördüğü zaman, acısını kendi görevi olarak kabul etmek zorunda kalacaktır; bu onun tek ve eşsiz görevidir, acı çekerken bile evrende eşsiz ve yalnız olduğu gerçeğini kabullenmek zorunda kalacaktır, hiç kimse onu acıdan kurtaramaz ya da onun yerine acı çekemez, eşsiz fırsatı, taşıdığı yüke katlanma yolunda yaratmaktadır...
 Olası durumlarda yapılabilen psikoterapi ya da koruyucu ruh sağlığı çalışmaları, bireysel ya da toplu olarak gerçekleştiriliyordu, bireysel psikoterapi girişimleri çoğu kez bir tür yaşam kurtarıcı işlem oluyordu, bu çabalar genellikle kişilerin özkıyıma yeltenmesiyle ilgiliydi, çok katı olan kamp kararı, özkıyıma kalkışan birisini kurtarmaya yönelik çabaları, kesinlikle yasaklamıştı, örneğin kendini asmaya kalkışan birisini kurtarmak yasaktı, bu nedenle bu girişimlerin ortaya çıkmasını önlemek daha da önem kazanıyordu, böyle bir sonuçla karşılaştığım ve belirgin bir benzerlik gösteren iki olay anımsıyorum, her ikisi de canına kıyacağından söz etmişti ve aynı tipik argümanı kullanıyorlardı, yaşamdan bekleyebilecek hiç bir şeyleri yoktu, her iki olayda da sorun, yaşamın onlardan hala bir şey beklediği, gelecekte kendilerinden bir şeyler beklendiği, kavramlarını sağlamaktı, aslında  birinin, çok sevdiği ve yabancı bir ülkede onu bekleyen bir çocuğu olduğunu anladım, diğerindeyse onu bekleyen bir insan değil, bir şeydi, kendisi bir bilimciydi ve henüz tamamlanmayı bekleyen bir dizi kitap yazmıştı, tıpkı bir çocuğun duygularında hiç kimsenin, babasının yerini alamaması gibi, onun işini de ondan başka kimse yapamazdı...

 Bir kamp psikolojisinin son bölümüne gelmiş bulunuyoruz, serbest bırakılan bir tutuklunun ruhsal durumu; kamp kapılarının üstünde beyaz bayrakların dalgalandığı sabaha ilişkin kısmından başlayacağız, biz bitkin tutuklular kampın kapılarına doğru sürünmeye başladık, ürkekçe çevremize bakındık, sorgularcasına birbirimize baktık, derken kamptan bir kaç adım daha uzaklaşmak cesaretini gösterdik, hiç bir komut verilmediği gibi, tekme ya da başka bir şeyden kaçınmak için çabucak sıraya girmemize de gerek yoktu. Kimsecikler yoktu, kamptan ayrılan yol boyunca ağır ağır yürüdük, kısa bir süre sonra bacaklarımız ağrımaya, bükülmeye yüz tuttu ama topallayarak da  olsa yürümeyi sürdürdük, kamp çevresini özgür insanların gözüyle ilk kez görmek istiyorduk, özgürlük, bu sözcüğü kendi kendimize tekrarladık, ama anlamını kavrayamıyorduk, bu sözcüğü yıllarca o kadar çok kullanmış, öyle çok hayaller kurmuştuk ki, anlamını yitirmişti, gerçekliği bilincimize işlemiyordu, özgür olduğumuz gerçeğini kavrayamıyorduk, özgürlük ne anlama geliyor olabilirdi ki, çiçeklerle dolu bir çayıra ulaştık, orada olduklarını görüyor, kavrıyorduk, ama buna ilişkin içimizde hiç bir duygu yoktu, kadife tüylü, rengarenk kuyruğu olan bir horozu görünce, ilk neşe kıvılcımını yaşadık, ama bu yalnızca bir kıvılcım olarak kaldı, henüz bu dünyaya ait olamazdık... Bir arkadaşımla birlikte tarlaların arasından kampa doğru yürüyorduk, önümüze yeşil bir tarla çıktı, içgüdüyle tarlaya girmekten kaçındım, ama arkadaşım kolumu kavrayıp beni ekinlerin arasına soktu, henüz yeşermekte olan yeşile basmamamız konusunda bir şeyler kekeledim, canı sıkıldı, öfkeyle bana baktı ve bağırdı; Konuşma!.. Bizden yeterince şeyler alınmadı mı, karım ve çocuğum gaz odasında öldü, başka şeyleri söylememe gerek yok, sen bir kaç yulaf sapını çiğnememi mi yasaklayacaksın; bu insanlar, kendilerine kötülük yapılmış olsa bile, hiç kimsenin kötülük yapma hakkına sahip olmadığı yolundaki sıradan gerçeğe, ancak yavaş yavaş alışabilirlerdi, şöyle düşündüm artık, başka bir boyutun daha olduğu, başka bir dünyanın, insan acısının nihai bir anlam bulacağı bir dünyanın olduğu düşünülemez miydi... Kampta bir doktor vardı, yaşamım boyunca karşılaştığım, kötülük dolu, şeytani bir figür diyebileceğim tek kişiydi o, kitle düşmanı olarak çağrılıyordu, acısız ölüm programını başlattıklarında, kendisine verilen işte öylesine fanatikleşmişti ki, tek bir kişinin bile gaz odasından kaçmasına göz yummamıştı, bir ölüm makinesiydi, savaştan sonra bir arkadaşıma, onun ne olduğunu sordum, böbrek kanserinden öldü ama, ölmeden önce hayal edebileceğin en iyi yoldaş olduğunu kanıtladı, herkesi teselli etti, düşünülebilecek en yüksek ahlak standardına uygun yaşadı, bulunduğumuz yerde uzun yıllar boyunca tanıdığım en iyi dosttu, işte onun sonu buydu, insanın davranışlarını nasıl öngörebiliriz, bir makinenin, bir robotun hareketlerini öngörebilir, bunun ötesinde insan ruhunun mekanizmalarını ya da dinamik güçlerini anlayıp bilmeye çalışabiliriz ama insan ruhunda ötesinde bir şeydir...
 Burada, bu yaşayan laboratuvarlarda ve bu sınav alanında, yoldaşlarımızdan bazılarının domuz gibi, bazılarının da aziz gibi davrandıklarına tanık olduk, insanın içinde her iki potansiyelde vardır ve hangisinin gerçekleşeceği koşullara değil, kararlara bağlıdır, bizim kuşağımız gerçekçi bir kuşaktı, çünkü insanı gerçekte olduğu biçimiyle tanımaya başladık, her şey bir yana, insan  gaz odalarını bile bulgulayan varlıktır, ama dudaklarında duayla ya da Shema Yisrael ile oralara başı dik yürüyen varlıkta insandır ve  insanın suçunu tam olarak açıklamak, suçunu ortadan kaldırmaya ve kişiyi özgür ve sorumlu bir insan olarak değil, onarılması gereken bir makine olarak görmeye eşdeğer olacaktır, insan yaptıklarından sorumlu tutulmayı istemektedir, burada insanın ne yapabileceğini gördük ve sonrasında neyin tehlikede olabileceğini...'
 Şu kesin ki, düşüncenin geçmişten gelen bir şey olduğu duygusuna kapıldım, şaşırdım diyemem, belki daha öncesinde de söylenmiş, yinelenmiştir onlar ve ölümün engin bir çeşitlilik gösterebileceğini ve belki de dünyaya bir meydan okuma ya da dünyanın ona bir meydan okuması olarak tasarlanıp, algılanmış olabileceğini de sezdim diyebilirim, bir çıkarsama ama bu, ne yazık ki bunun ötesinde bir şey ve bir var oluş düşünebilmiş değilim...

57
 İnsanın düşüncesi ya da düşüncesini oluşturan sistem, bedeninden ayrı gibi bir yapıya dönüşebiliyor, insanlar ilk bakışta, çiçek kadar güzeller, su gibi sakinler ve albeni dolu, bakımlı birer  varlık hepsi, devinimleri göz alıyor, davranışlarından özgüven taşıyor, kibirle süzüyorlar dünyayı, bir ilahın elçisi gibi  inceliyorlar doğayı ama konuşmaya  görün,  yıkıntılarla dolu hepsi, bir dedikleri diğerini tutmuyor, içgüdüsel bir ayrım, bilinmeyen bir fanatizm, onları giderek hırçınlaştırıyor ve şiddetin tohumu  bir güneş gibi ufuktan doğarak, her yeri kızıla boyuyor, bunun eyleme dönüşmesine gerek bile yok, şiddet içlerinde, yüreklerinde, düşünce sistemlerinde kuluçkaya yatmış bekliyor, dilerse fırlayarak dünyayı gezecek kadar güçlü bir şey o, bir ejderha gibi sayısız kanatları var ve onun gibi üç başlı olması, alçak gönüllü kılıyor neredeyse onu, oysa sonsuz sayıda o, birini yok etmeyi başarsanız diğeri ortaya çıkıyor, o yok olsa diğeri, masallardaki gibi kendi yazgılarını çizmiş, resmetmiş ne yazık ki bu canlı cinsi, yetmiyor, dışarı çıkamadığında içimizde sinerek bekliyor o ejderha, kovuğunda kuluçkaya yatıyor, kendi kendine çoğalan bir şey sanki, amip gibi bölünerek birleşiyor, büyüyor ve ululanarak yükseliyor göklere ve o bir ölümsüz, böylece  sonsuzlaşıyor o, elden ele, genden gene geçerek, bir kalıtçı gibi dünyayı sarıyor, ne döngüleri dinliyor, ne gün batımını, ne geceyi, ne gökyüzündeki yıldızlar geçidini...
 Böylece hepimiz bir savaşa sürükleniyoruz, yavaş yavaş bir yaşam savaşına, birbirimizi yok etmek, diğerinin yerine geçmek için, entrikalar, zorlamalar, bir olmalar, ezgiler, naralar ve alaylara dönüşen bir lejyonlar birliği, bir savaşın olmasına gerek yok ki, gizil, sürgit bir savaşın içindeyiz zaten, birbirimizi yok etmeye, birbirimizin üstüne basarak yükselmeye, güneşi görmeye, ileri gitmeye kalkışan bu yaratıklar ligi, utanç verici, yetmiyor, açıkça birbirine giren kalabalıklar, dizginsiz kitleler olmaya başlıyorlar, silahlar çatırdıyor, ölümler kanıksanıyor ve kemanlar ağlıyor, artık kemandan da nefret etmeye başlıyorum ben, istediğim bir dünyanın tınısı değil ki o, bu dünyanın bir ağıt teli, bir yayın eşliğinde inleyen tanrının müziği, meleklerin gülümseyerek izlediği bir çağlayan, şeytanın acıyarak baktığı bir tamtamın sesi o...
 Düşüncelerim, benliğimde bile yer bulamıyor, koğuşlara, ilaçlara, ranzalara sürüklenmekten başka, dostların, arkadaşların, tanıdıkların kuşkulu bakışlarına ve acınası tavırlarına hedef olmaktan başka...
 Dünyayı, yıldız tozu diye masallaştırdığımız; çiçek, böcek ve su sesleriyle tanıttığımız şu yeryüzünü ve onun insanlarını kavrayabilmemin olanağı yok, kendimi anlayabilmemin olanağı yok, düşüncelerimi aktarabilmemin olanağı yok. Barışla, dostlukla, kardeşlikle, neşeyle, sevinçle,  başlayan sözcüklerin, aynı sofrada, bir zaman sonra şiddete, saldırganlığa, yok edici yeminlere, küfürlere, haykırmalara, lanetlere, ilençlere dönüşmesini anlamaya gücüm yok, tanrılara başkaldırmaktan başka bir yolum yok, görünmeyen güçlere, bilinmeyen bir ıraya, düşsel erklere kabahati yüklemekten, karıncalar gibi birbirine giren ordular, birbirine ateş açan insanlar, mahalle kapılarında birbirini boğazlayan canlarla bir arada yaşamaya gücüm yok...
 Ne diyeyim ben, ne anlatabilirim, başı sonu aynı olan bir şeyin ortasında güneşe, sulara ve ağaçlara bakmakla yetinmek istemiyorum, kendisini aldatmış, aldatılmış biri gibi yaşamaktansa, bir döngünün içinde  kendimi avutarak kandırmaktansa, başkalarının gözlerinin içine bakarak,  o sinsi, görünmeyen varlığın kinini, dehşet ve şiddetini gizleyerek gülüşüp, selamlaşmaktansa...
 Düş kıran, ufku darmadağın ederek, harap olanı kutsayan, sayfalarda aynı şeyi, aynı kurguyu, aynı kuşkuyu, aynı umutsuzluğu, aynı kargışları,  aynı acıları yineleyerek, aynı düzeneği, bitip tükenmeyen bir kulluğu, bir can ve kurban oyununun içinde mutlulukla, gururla, kibirle, ünle, şanla, görkemle tanrının saltanatını alkışlamak, haşmetmeaplarının boyunbağına, boyun eğmek ve insantanrılarının içinde bir uykuya dalmak, sonsuzluğa koşmak sanısıyla, dönüp durmak eziyor, yok ediyor, hiçliyor ve ilençlere sürüklüyor insanı...
 Anlatamayacağımı biliyorum, anlatabilseydim bu düşünceler, bu konuşmalar ve bu mırıldanmalar yinelenmezdi, şu düşünceler bile cehennemin kapılarını açmaktan başka bir işe yaramayacak, çünkü, uçuruma doğru uçarken haykırmak, uçurumu kutsamaktan ve ona doğru acıların, elemin ve düş kırıklıklarının  ruhumuza saplanmış, bir ağ gibi sararak, karanlıklar kuşanmış benliğimizin, kanıksanmış  ve acınası o korkunç hazlarıyla oyalanmaktan ve ölüme, bilinmeyen bir dünya, korkunç ve anlamsız bir yalnızlığa kucak açmaktan başka bir işe yaramıyor ki...
 Düşüncelerimden ve kendimden iğreniyorum, çünkü bu salgının içinden çıkamayacağımı biliyorum, haksız olduğumu, yetersiz ve bir aşağılık duygusunun içinde süründüğümü, benliğimin kara yargılarla dolu kovuklarında boğulduğumu biliyorum ve artık tek bir şey istiyorum.
 Ben gitmek istiyorum...
 Bıkmış usanmış olabilirim, yorulmuş olabilirim, doğal ölümden kaçınırsam, cehenneme gideceğimi de biliyorum, ama orası bir tür yeryüzü, gözleri parlayarak seni cennete gönderelim diyecekler biliyorum ama bizi zehirlediler, orada da bir cehennem arayışı içinde olacağımı ve şiddet, kan ve göz yaşını kutsayacağımı biliyorum.
 Ben tanrıdan kurtulmak istiyorum...
 Son zamanlarımı, saçma sapan, bir Afgan soylusuyum ben, şiddet içimdedir evet, Avrupa denen kenti dişlerimle parçalayabilirim, kemanımla yeni bir yeryüzü kurabilirim gibi tümcelerle geçiriyorum, kendimle konuşuyorum, deliliğin eşiğindeyim belki de, yazgı denen şeyden iğreniyorum, ölümümle değişmek istiyorum, o kadar kin duyuyorum  ki evrene, kendime ve her şeye, Vatnsnes'in eşek başlı fili gibiyim, yüreğim ve enerji denen şeyim bunu yapabilecek güçte biliyorum, kendimi başarısız, yenilmiş, yıpranmış, çiğnenmiş gibi duyumsuyorum, ölümümle öç almak istiyorum kendimden ve hiç bir şeyi umursamıyorum,  kendi kendime konuşmalarla, bir dil yaratır gibi, bir anlam kurgulamak ister gibi, tutsak edici bir  paranoyayla, hiçlenmişlere özgü, densiz, dengesiz, sanrılar içinde günlerimi geçiriyorum.
 Asterion'um ben, bir minotaur gibi görünmeden sokaklara çıkıyor, köşebaşlarından kaçıyor, gecenin gölgelerinden geçerek evime giriyorum. Bedenime, kendi uçurumuma...
 Kuru maddeye tutkunsu metabolizma; minik yasalarla işler, minimumdur eriyiklerde şişme, elektrolitlerde titreme görülür, difüzyon ve ozmozis, tanrı işlevi görür, sen turgorsun, plazmolizis yapamazsın, permeabiliten sağlam mı senin, ya ekzosmozisin, sen sen değilsin ki, iyon terakümün kaç senin, antagonizmin kaç, su kaybıyla bile baş edemezsin sen, transpirasyonla, sabah gelirken kök basıncını ölçtürseydin, yaşarma ve damlama kapasiten kaç ki senin...
 Bana bak,  bakmadan bak, asimilasyon ve fotosentez ayarın kaç, kuantitatif değersel kombinasyonlara yatkın mısın, onu boş ver kemanın dilinden anlar mısın sen, kimyasal  kademelerin ve organik maddelerin tuhaf isterlerine karşı. cereyan ve torpil gücün ne senin, ışık tepkime ve karanlık reaksiyon ölçerlerin ayrı ayrı olacak ha, devresel yükterlerim ve elektron transferlerin ocakta hazır olsun, ortam sıvısını iyi dengele, sızdırma, mineral tuzların ayarında  olsun, son anda caymasınlar ki, Cayman çukuruna girmesinler, aerobik solunumu da öğret onlara, glikolitik safhaya geçerken çekincelerini bildirsinler, krebs çemberinden de atlat onları, oksidasyonlarının düşük olmasını dikte et, emsalsiz bir fermantasyon sağlamalısın onlara, glüten ve likidite gibi konulardan uzakta, insektivorları övmelisin, droseralara geçit vermelisin, küçük yığılmalar seni taşıyacaktır sonsuza, nepenthes ve baloncuklar damlaya damlaya çoğalacaklar, reproduktif büyümeden kaçınma, ışık, ısı, su ve ıslaklık oranlarına dikkat et, konukların kokuları odayı kaplamalı, hormonlar ve vitaminlerin özelliklerini sakın yadsıma, çağımız onları pek önemsiyor, sakın çemberin çevresinde dolanma, dorzo-ventral polarite ve longitudinal solariteyi sağ çıkarmalısın odadan, kısa yollu ölümlerin önüne geç, acıma ki brövendeki notların sayısı artsın, dormansiye kapılma, utku uyuşturucu biliyorsun, aman ha, absisyon zamanı geldiğinde hazır ol, gövden duyumsamadan hiç  bir şey yapamazlar, amöboik hareketler ve irkilmeden olağan föylerini al, bekleneni veremezsen, kimseler sevmez ve aramaz seni Arkadia, taksisler başladığında kapıları aç, özgürlüğün tadına bak, onlarda baksın, Linda, Susul korkma de, kafesi açtığında geri gelmeyen kuş gördün mü sen, geotropizmayla, ekotropizma kozların olacaktır senin, nastiler ve periyodik devinimler, hepinizi sağ salim gediğe bırakacaktır, şimdi indekse bak, bilinmeyenleri çıkar kuarktan, temeli geride kalan, morfolojist yakınmaları bırak, kavzalite önemli, disimilasyon bütün çağlarda iyi sonuçlar verdi, haç Asi'nin çarmıhı, hilal akrebin kıskacı değil mi, deskriptiv açıklamalar başını döndürüyor, hareket fizyolojisi diye bir şey var, organ çeşitlerini biliyor musun, az önce söylediğim ne, simpton, doğru yanıt, asit ekşi, kalevi tatlıdır benim ruhumda, demir tüketirsek yaşlanmayız, bitki olmadığımızı nerden çıkarıyorlar, boru çiçeğiyle genlerim uyuşuyor benim, toprak zerrecikleriyle çok  iyi dostum, testinin tıpası sıkışır evet, hacim artması yani, jelatin kaygandır ama, iyonların sekonder etkisi rüzgarı vurabilir, gaz hücresi pek meşhur bir aktördür, betiğin arasında çiçek mi buldun, yüzey gerilimi farklıdır,  gördün mü saçmalığı, gel de ölme bu Utarit de, çamaşırlar kolay kurumaz, stomalar görevlerini iyi yapmaz, gayet gayret, fotosentez olayının kısa tarihçesi var mı sende, granit granül de, pigment deformasyonları, reseptörlük kafesinde ribulaz difosfat gelecek mi, sütleğen çayı içer o, nefret ederim şu fruktozdan, konuşmanın belli  biçimleri varmış, gayelord hauser öyle diyor mu, nitrat bakterilerinden kaçarmış oda, victoria çiçeği var, katerina çiçeği var, mata hari sümbülü var, kleopatra gülü var, hürremik lale ne istersen var, yaş günü ister misin, kargoyla yollayabilirim, petenkofer tüpü promosyon oluyor, plastik sardalyada ilavesi, ayar vidası  önemli tabi, sandalyenin evet, kızın iyi zıplaması için ipin iyi dönmesi gerek, ani ölüm tevlit eden, yılan zehirlenmesi gibi vukuların, canlılarda fosforilizasyon mekanizmasını bloke etmek suretiyle, etken oldukları bulunmuştur, bu tümce uzun, ne fark eder ki, bir mol heksozun  parçalanması kaç para eder, siyanür mü, haloenzim ve havar havar diye türküleri vardır, kuzeni apsent içer, kimi öldürmüşler, ah öleyim de bende kurtulayım be, lütfen beni öldürür müsün Vlad, çeperlerine basınç mı yap, usareyi Fehling ile karıştırsak da mı, sakkaritsin be, sakar herif, nişastanın biyo sentezi, sıkılma canım, amiloz teyze hiç yüzü kızarmadan okula gidebiliyor, o yaşta evet, balmumcu da, patates bağçeleri var, hasıl olurum ben onun ayağına, nasır olurum ruhuna, maltoz gibiyim sana ne, elektronik yağ katıyorum şaraba, öyle  sarhoş oluyorum, palamut ağacına da çıkabilirim, çan çaldığında inerim ama, kilisenin aşağısında ki marangoz, İsa benim deyip duruyor, nitrat amcana söylerim bak dedim geçen gün, öldü o demez mi,  hiç bir şeyden haberim olmuyor benim, bakla kökünden nodüller çıkmış, kanserim ben diyor, ayağına bir çelme taktım yürürken, sendeledi ama düşmedi,  sağlamsın büyücü dedim, etik dışı bir şey söyledi, sana dönsün gülüm dedim, sövgülerin, kokmuyorum ama ben demez mi, üzülme parfüm süreriz dedi zangoç, metan bakterileri geliyor ara sokaktan, askerlere kaçın dedim, bir ikisi ateş etti, dama çıkıp göğe doğru kaçtılar, sinek kapan kuşu var, gece oturmaya geldi bana, uyuyordum  sağ olsun, hücre büyümesine iyi gelir, bir ilaç verdi bana, biraz iri görün dedi, ben kompleksliyimdir zaten dedim, baloncuk baloncuk güldü, diferansiyeli sağa kırmış o da  şaşaladım, ötmüyor mu bunlar yahu, geçen gün, makaralı auksanometre gelmiş dükkana, Zaporijya'da doğmuş, akseptöre yakalanmış sınırda, yokuşu tırmanırken gafil avlanmış, budala diyecektim ama üzülür diye demedim, rhizobium üç yaşına girmiş, nasılsın kızım dedim, dilim dönmüyor benim dedim, iyiyim andropoz amca demez mi,  şeytan heybeleri ve mazılar bile  delirmiş bence, dünya yedek kulübesi bence, novaljinlik herif geldi, larganil yutmuş, efemerit bitkiler diye beyin çeşidi var dedi, gibberella fujikuroi, geç şimdi bunları, ışık yandı bak, yaşa yaşa nereye kadar, öl, öl, nereye kadar, kök mü toprağa sarılır, toprak mı köke, pelvis, pelvis diye diye, alöron protein, balözüne konunca, çayır atar florigen, çimlenir epinasti olur, farsak farsak yürür birde, grana grana açar, hiponasti olurlar, insektivor  katabolizmaya uğramadan, kutikül kutikül laminaya ilanı aşk eder, miseller alanını geçerek, nodları izleyerek, ototrof odun borularına, pektin lamel dürtüsüyle rondo söylerler, reproduktif büyümeye yol açmadan, salgı salgılayıp, saprofit olup, pilgrim olamadan ama, şinorkeli kutlayalım ki, tohumcuklar gülsün sana, üreyin desinler işte, vejetasyon noktasına bakarak, sarı yaprak  hormonuyla, zigot yaralar içinde...
Demans bu!..
 Dünyada deliliğin edimleri,  belki şiirden de, yaşamdan da, kemandan da ilginç diye düşünüyorum ve ölüm kemik bir kahkaha gibi sallıyor sarı mendilini her an, hiç bir şey olmasa da artık kederimden öleceğimi biliyorum...
58
Sonumun yaklaştığını görüyor gibiyim, kendimi karmaşaya bıraktım. Kendi kendime konuşuyor, sorular üretiyor, yanıtlar veriyorum, Horowitz derken, birden Tesla'ya geçiyorum, Tarkovski'ye varır varmaz, beklemeksizin Troçki'ye dönüyorum, sonra boşluğa bakıyorum bıkıp usanmadan ve duvar dibindeki  kemanımla  konuşmaya başlıyorum, onu elime alıyorum ve uykusu gelene kadar yavaşça çalıyorum, uzun hıçkırıklar ve bitimsiz ninnilerle oyalandıktan sonra yatırıyorum duvar dibindeki, gözden ırak yatağına, tahnit edilmiş bir Mısır ölüsü gibi uzanıyor sessizce, oda mutsuz ve paylaşıyor yasımı, göz yaşlarımı sessizce  izliyor ve son bir gayretle soruyoruz  birbirimize...
 Neden olmadı...

 Odamda, ne neden olmadı diye, bir ses çınlıyor bazen, o denli kötüyüm. Sanat diye bir şey yoktur,  her şey bir soyutlamadır yeryüzünde, tüm edimlerimiz, insan varlığı, evren ve görünenin dışında, uzaklardaki, tanrının tüm yaratımları.
 Yeryüzündeki herkes kendini anlatmak, sunumla bir değer, bir form oluşturup, anlaşılmak istiyor, deniz kedisi bile. Herkes, yaşama bakış açısını, olayları yorumlayışını, eleştirisini, kişisel gözlemlerini paylaşmak istiyor, bir ayrıcalığın peşinde koşmak, söylenmeyeni bilmek, görünmeyeni belirtmek, bilinmeyeni aktarmak, biricik olmak, eşsiz bir varlıkmış gibi davranmak ve kendi şeyliğinin üzerinde yükselerek, egemenlik kurmak istiyor. Kişiler değil, can alıcı, acımasız sistem, kurgu böyle.
 Sanat aracılığıyla olmuyor her şey, yaşamda ürettiğimiz, her edim, her davranış, her olgu, her katılım, her girişim, her paylaşım buna olanak tanıyor, her yol bir payeye çıkıyor, her görüntü bir ışığa, her devinti bir akışa, bir alkışa...
Ve kaybedenler yolunu şaşırıyor, onlar gibi olamadıkları için ağlıyor, çünkü diğerleri onları hiçliyor, yoksuyor ve eziyor.
Her şey sanat bir bakıma, onun yedi dalı bir fantezi, sınai üretimler, otomatik gelişimler, çırılçıplak görünümler, finansal iletişimler, paraşütle devinimler. Gergef işleme ve kayakla atlamada bir sanat. Sanat, bir ton ağırlığındaki harf yığınları, fırçasını bulamamış boya kutuları, yıkılmış duvarların grafitileri, morgda yatan bir ölünün eli ve düşen yaprakların caddeleri süsleyişi artık.
Sanat, değişmeyen ve değişmeyecek olanın yinelenmesi, karşıtların işbirliği ve umursuzca, acımasızca, en ufak bir yeniliğin olmadığı, hiç bir ışığın görünmediği, monoton ve moronlukla, sonsuzluğa akıp giden bir yolun, sessiz bir kardeşliği.

 Bu dünyada bana yer yok.
 Varsa işte bu, barlarda hep aynı notalara basmak, yazgının sarhoşlarıyla oyalanmak, oyunun kurallarıyla havalanıp,  eğlenmek, gülmek, kahkaha atmak ve yanılsamaları kutsayarak, papatya dolu bir uçuruma, serin bir dağ başına, bir gökkuşağına ya da bir cennetin kapısına gidermiş gibi davranmak ve cehennemi bir yolun, yüz kızartan, için için ağlayan, aşağılayan, yıkıntıları, ölüleri, öksüzleri, umutsuzları, kahramanları, meydanları ve aç kaplanları kucaklayan bir yolun, yolcusu olmak.
Görünmeyen bir kudretin, verilmeyen bir buyruğun, sezilmeyen bir zorunluğun boyunduruğu altında...
 Yaşama sanatı demiyor muyuz, sanatın yedi dalı değil, yetmiş yedi, hayır oda değil,  sonsuzca dalları var. Örümceğin yuvasını örüşü, kaplumbağanın yürüyüşü, kurbağanın yüzüşü, ağustos böceğinin ötüşü. Nuh'un gemisi, karıncanın koşturuşu, güvercinin mırıltısı, bir roketin, aya yolculuğu...
 Sanat...

 Evren estetik bir çabadır. Saniyede üç km hızla koşarsanız güneş hiç bir zaman batmayacaktır. Gelecekte dünya ile birlikte dönen kentler olacak ve  zamanı aydınlık  olacaktır onların.
 Tanrının işi zor, her şey de bir güzellik aramak, her şeyi estetik bir kaygıya yormak, barışın uyumunu gözetmek, bir biçem, bir estetle sürüp gitmesi yaşam denen o vefasız yosmanın ve kozmosun zorbalıkla kendini yinelemesi ve bir estetin kaygısında yenilemesi kendini sürgit...
 Tanrı baş edemiyor olabilir. Kim bilir. Güçlünün karşısında zayıfın ölümüne savaşmasını isteyenler, birer sanatçı değil, ölüm tacirleridir. Amerika bize aydan daha uzaktır, ay her zaman tepemizde süzülürken. Savaşım sözcüğü bir hiçliktir. Kin ve gözyaşı, et ve kanın savurganlığında uçuşan periler, yapışkan birer parazitlerizdir biz.
 Dünyada, kendimi bir denek gibi hissediyorum ben, bir deneyin otomatı ve böyle sessizliğe gömüldükçe de, bir denek olduğuma ve aşağılandığıma inanmış, ondan istenen her şeyi yapmış bir yaratılmış olduğuma inanacağım.
 Başkaldırmalıyım ben tanrıya, yeryüzüne, tüm yaratılmışlara ve zorbalıkla dikte edilen şu yaşamıma... Onlara benzemeden, acıları kutsamadan, sevinçleri paylaşmadan, utkulara tapmadan, yetkilere boğulmadan. Sen haksızsın, sen hırsızsın, sen katilsin, sen delisin, sen ölmelisin demeden, gerekirse ben ölmeliyim. Öleceğim, geçip giderken.
 Biz Nuh'un gemisiyiz, bir kez affedildik ama ders almamış gibiyiz.
Bizim bütün yaşamımız ve tüm  günahımız, ölüme uyanmaktan başka bir şey değil, ölüme uyanmak, çünkü o tanrının bir bulgusu, bir buyruk.
 Üç şeye başkaldırabiliriz biz, tanrıya, ölüme ve aşka, üçü de bir aldatı, üçü de yıkıcı, yok edici ve tanrının bir cinneti... Ölümün güzel bahçeleri cenneti yarattı, dünyanın büyüleyiciliği aşkı; aşkın büyüleyiciliğiyse insanı yarattı.
Diderot, Katerina'ya yol yordam gösteren, mottolarla dolu bir sürü  mektup  yazdı, Katerina, sen hiç karşı durmayan, dilsiz ve sessiz bir kağıda yazıyorsun, bense en ufak bir dokunuşta kıpırdayıp, tepki veren insan derisine  yazıyorum demişti...
 Amilu, dünya işlerinden yorgun düşen tanrıların adıydı, bir gün baş tanrıya bu işleri yapması için bir varlık yaratmasını istediler ve o  insanı yarattı ve adını koydu onun; Amele!..
 Galile'den önce dünyanın döndüğü biliniyordu, ama kilisenin resmi görüşü; dönmediği ve dünyanın bir günah teknesi olduğu üzerineydi. Dünyada sürgit yerleri olsun ve hükümler sürüp gitsin diye... Gün gelecek, güneş batıdan doğacaktır, Britanya buzlar altında kalacak, İpek Yolu açılacak, uzayda koloniler olacak, atmosferde kentler kurulacak, üçüncü cins ortaya çıkacak, cennet ve cehennem  adlı sayfiyelerde yaşanacak, insanlık kuvözlerde çoğalarak, tanrının varlığı kanıtlanacaktır ve ama hiç yaşamadığı söylenecektir ve sonunda tüm bunların bir zamanların ilkel düşleri, tasarımları olduğu anlaşılacaktır!..
 Gün gelecek kıyamet provası yapılacaktır belki de, gözyaşlarım yazgım ve yazgımız içindir, okuduğum öykülerle avutuyorum kendimi artık...
 'Yüz yıl sonra insanlar solumayacak!..  Metalik gözleriyle, el ve ayakları parlak birer çubuk olan Erkufo, yanındaki Dişufo’ya böyle söylüyordu. Su yılanı yılından tam üç bin yıl önceki bir masalcık: Adem’in biri Kapadokia’da, Kaisera adlı kasabanın taşlı yollarından birinde yürürken beşgen bir kutu bulmuş, tırnağıyla açmaya çalışırken, kutu  elinden fırlayıp taşlara çarparak açılmış ve içinden kırmızı pullu, uzun bir yılan çıkmış. Yılan, adama beni sonsuz tutsaklıktan kurtardın ama tıynetim gereği armağanım seni zehirlemek olacak demiş. Kaiseralı, sabırlı ol, yolumuza çıkan üç yaratığa soralım, onlarda uygun derlerse yap yapacağını deyip düşmüşler yola, önlerine ilk olarak bir akarsu çıkmış, ey belleksiz yaratık, ey akarca, sen ne dersin bu mesele diye sormuşlar ki su; evet, zehirle ademoğlunu, onların us dedikleri kör bir değnektir ve öyle nankörlerdir ki, bağrımda yunup arınarak pirüpak olurlarda, tam işlerini bitirip gidecekken, yüzümün ortasına, hak deyip ‘Tû!’ diye tükürürler, ceza yerindedir diye yanıtlamış. Yürürken, bu kez dişi bir kaz çıkmış önlerine, kaz haklısın demiş yılana, bunlar vahşidir, havada  uçsan, denizde yüzsen, karada koşsan, gene de acımayıp avlarlar bizi, zehirlemelisin demiş. Derken son bir umut tilki çıkmış karşılarına, tilki soruyu duymazdan gelip, imrenircesine yılanın bu küçük kutuya nasıl sığabildiğini sormuş, yılanda başlamış becerilerini saymaya ve sonunda bundan daha küçük kutulara bile sığabilirim diyerek bitirmiş sözlerini. Tilkide, yüce dostum hele bir gir de şu kutuya, becerine bir tanık olalım diyerek yılanı kışkırtmış, yılanda kıvrıla büküle başlamış kutunun içine çöreklenmeye ve girer girmez, tilki aniden kutuyu kapatarak, oradan geçen dereye fırlatmış ve adama dönüp: Nankörlerden kurtulmak için onlar gibi davranmak gerekir demiş!..
Yazacağı uzun öykünün girişini okuyan Taler, Almuso’ya sarılarak uzay boşluğunda hareketsiz gibi duran aracından dışarı baktı, sayısız ateş böceğinin ışıldadığı büyüleyici karanlıkta, içinde bulunduğu görkemli yalnızlıktan ürpererek titredi ve eğer yıldızlar birer gözse, benim gözlerim de birer yıldız olmalı diye düşündü. Ama ‘Yalnızlık Çağları’nda yıldızlar ne kadar uzak ve uzay ne kadarda sonsuzdu!... Uzayın ve evrenin oluşum teorileri çoktan kanıtlanmış birer formüllere dönüştüğü için korkusuzca ayakta duruyor ve iç içe boşlukların helezonik havasını soluyarak yine de duygulanmaktan kendini alamıyordu. Evrenin oluşum bulamacı: Ateş böceği teorisiydi. Bir güneş, çevrenindeki diğer güneşleri çekerek güçleniyor ve kozmik gübre ile ışınladığı parçaları geri tepkimeyle salarak gölge yaşamlar oluşturuyordu. Yaşam zincirleme bir reaksiyonun değişkenler demetiydi. Reaksiyonun belli anlarında değişik türde yaşam biçimleri oluşabiliyordu, birbirlerini algılayamayan milyonlarca yaşam... Reaksiyondaki bir anın diğer bir anı algılayabilmesi için zaman boyutunun eşdeğer yani aynı olması gerekiyordu ki bu olanaksızdı. Bunun için herhangi bir yaşam, kendisinin dışında bir yaşam biçimini algılayamaz, bilir ama göremez ve ancak kendini üreterek başka yaşamlar oluşturabilirdi.
Güneş+ İde=Yaşam, bu oluşumun aritmetiğiydi. İde her defasında başka bir şey olduğu için, onların karşılaşması olanaksız, algılaması ise daha bir olanaksızdı. Bu bakımdan her yaşam ancak kendisiyle karşılaşabilir ve oda ancak bir kopya veya ikiz olabilirdi. Ayrıca İde’nin ne olduğu çözümlenebilseydi, onun kendisi olunabileceği için, yaşamın gizi de belki öğrenilebilirdi ama sonraki töz, maddenin ilk haline dönüşümünün olanaksızlığı nedeniyle hiç bir zaman önceki olamıyordu. Olabilseydi başlangıç ne sorusu, artık soru olmaktan çıkacaktı, bu yüzden işin felsefesiyle yetiniliyordu, oda her başlangıcın, başka bir başlangıcın sonu sayılmasıyla geçmişinde sonsuz olduğuydu.
 Kimilerine göre şimdi, sonsuz bir geçmişin, sonsuzdaki bir geleceği, sonsuz bir geleceğin, sonsuzdaki bir geçmişi sayılacağı için hepsinden daha ilginç ve çözülmeye değer bulunabiliyordu, yani evrendeki herhangi bir an sonsuz bir geçmiş ya da sonsuz bir geleceğin ilkini sayılarak en az ötekiler kadar bilinmeyen, gizemli bir şey kabul ediliyordu. Yine de yaratılışın ve yazgının başlangıcı, bir tetikleme ve elektrikleme olarak görülüyordu. Manyetik rüzgarlar, kuantum çalkantıları, kozmik toplar oluşturuyor, kozmik toplarda bildiğimiz lahana bahçelerine dönüşüyordu. Herhangi bir kuşun gözlerinde bile evrenin oluşumunu görebilirdiniz. Özellikle ölmekte olan bir kuşun gözlerinde evrensel oluşum anı yineleniyor, saydam perdenin içinde,  oluşum, -duyan- gözler için sergilenebiliyordu. Bir dizi dönüşüm, başkalaşım, yok oluşumdan sonra yine kozmik rüzgarlara dönüşüyordu yaşam.
 Hep varız, yoksa nasıl var olabiliriz ki, boşluk kendini üretir, yokluk, yokluk tanımaz. Evrensel gecede, kozmik karanlıkta, yaşam, evrenin bir yüzü, öteki yüzü de; karşı yaşamdı  ve bir yarış içindeydiler, varlık, yok oluşu bir gün ortadan kaldırdığında, yokluğun -yok oluşun- gerçekte bir tür varoluş olduğunu anlayacak, yok oluşta yine varlığı kemirerek bir gün silip gittiğinde, artık varlığın bir tür yok oluş olduğunu anlayacaktı. Diyelim ki, sonuçta  bir tür yokluğuz. Tüm bunlara ne gerek var diye de düşünebiliriz, varız ve hiç bir şey gerekmiyor. Bir kere varlık kadar yoklukta gereksizdir, algılama biçimimiz bu bizim.
 Neden varız sorusu bir anı işaret ediyor, varlık anın yalnızca bir parçası, soru neden varız değil, neler olmakta biçiminde sorulmalı, neden varız sorusu bizi dar bir alana sıkıştırmaktadır. Algılama biçimimiz değişseydi bile, gene bunları sorabilirdik, şu var; bu soru Judas gibi iki yüzlü, varlığın arka yüzü yokluk, yokluğun arka yüzü de varlık, görme, var olanı algılama beynimizde gerçekleşiyor, körlük ya da görme diye bir şey yok, algı kapılarının farklılığı var. Beynimiz var oldukça bir biçimde görecektik, gözde, bu biçim odaklanıyor, göz başka bir şey olsaydı, olmasaydı, görü fizik değiştirecekti; solucanın kör olduğunu söyleyebilir miyiz.
Varlık, yokluğun bir türevi mi? İnsanın olmadığını düşünelim, soru olmasın, bizim için yokluk bu işte. Varlık soru, yokluk bu sorunun karşıtı... Hiçlikte bir tür varlık, sonsuz yokluktan ne anlaşılıyor, anlamsız bir boşluk, peki boşluk neden var, boşluk yokluk demek mi, öyle olsaydı biz yokluğu, boş bir hiçlik biçiminde algılayamazdık.
 Yokluğun biçimi olur mu... O zaman geriye bir şey kalıyor: Biçim! Varlık ve yokluk bir tür biçim. Gerçek olan, biçim. Görmeyen köstebeğin varlığı, direysel güvenliği herhangi bir insandan hiçte aşağı değil.  Çünkü varolmak için yok oluyoruz. Sonuçta varlık dediğimiz şey bir tür dirim. Dokunulabilirlik, algılanabilirlik. Peki, bilinç olmasa yokluk mu olacak, birde şu söylenebilir mi: Sonsuz yokluk yoktur. Şey, var olmak zorunda olan yokluktur. Yokluk, var olmak zorunda olan bir varlık. Ve şey var olmak zorunluluğudur. Hiçliğin kendisi bile hiçliğin kendisini barındırdığına göre, onun hiç bir şey olmadığı söylenemez. Bir söz var, doğa boşluktan nefret eder.  Gerçel soru: Dönüşüm neden... Niçin ve nasıl biçimleniyoruz. Yokluğun amorf, yani biçimsizlik veya hiç, hiç bir şey olduğu düşünülürse, o, neden bir biçime sahip oluyor, örneğin bir ‘nokta’ neden patlıyor, gülde bir sabah patlıyor, bigbang doğada da var, tohum patlıyor, magma patlıyor, cenin patlıyor. Bir sığmazlık var, biçim arayışı...
Sonuç: Yokluk yok. Varlık, yokluğun biçimlenmiş dönüsü, gerçek yokluk olanaksız, yokluk belki de yokluk nedir diye sorulamamasıdır, oysa biz sorabiliyoruz.
 Şu ki, varlıkların dilinin olmayışı, neden varım diye soramayışları tuhaf, en görkemli karadelik, usa sığmıyor ama, neden varım diye soramıyor, korkunç bir alçakgönüllülük var bunda, doğada öyle. Tanrı yoksa bir ‘karadönü’mü diye düşünüyorum. Evrenlerin anası, bana bunca ışık yılı uzaktan dalgalar yayan varlığın gücü neredeyse sonsuz, ama bir sorusu yok... Öteki, yani ben, aya uzanabiliyorum, gücüm sınırlı, ama sorum var, soru sorabiliyorum. Ben bir ışık bileşeniyim. Işık tüm yanıtları biliyor, içinde barındırıyor, bende tüm soruları biliyorum, soruyu çözebildiğimde, soru olmaktan kurtulacağım, oda bir yanıt olmaktan kurtulacak, çünkü ben bir yanıt olacağım.
 Soruyum ben, yanıt olduğumu kavrayamıyorum, algılayamıyorum, soru aşamasındayım ve soruyu da aşamıyorum, oysa yanıt olduğum gün, evrenin tüm soruları bende toplanacak ve bir yanıt olacaksa, o ben olacağım. Bu karanlık odada, ışığın gölgesinde, soru olmanın kozmik görkemini taşıyor, tanrıya ve evrene baş kaldırıyorum. O ise kızmıyor, küsmüyor, dahası duymuyor, çünkü o benim, ben yanıtım, yanıtın kendisiyim. O bunu biliyor, ama ben bilmiyorum. Yanıt benim ama, ben bir soruyum.
 Evrenin çiçeklenmesi, yani insanı oluşturması, bu ikilemin doğmasına yol açmış. Tanrısal töz dünyayı ve insanları yaratmış. Ölüyoruz ve sonsuz evrenin varlığında, yokluk sorusunu artık soramıyorsunuz ve evren var. Çünkü yokluğu yaratan sensin, yokluğa, varlıkmış gibi biçim veren, onu karşına koyan sensin, oysa evren vardı, varoluşunun gerekçesi sensin ve evrenin kendisi,  yokluğun kendisi, yokluk gördüğünüz evrenin ta kendisi, ölünce yokluğa karışıyorsun, evren oluyorsun, ama hiçlikten uzaksın, hiçlik senin soyutlaman, bir algılama biçimin, yokluk anlamsız, öyleyse nasıl içinden çıkılmaz, anlaşılmaz, kavranılmaz bulursun onu.
 Bitin Söz: Büyük patlama yok, yokluk patlama öncesi, kavramsal varlık patlama sonrası, hepsi biçimsel bir değişiklik ama ‘kavramsalda olsa’ gerçek olan varlık. Yani varoluş. Bir tür yokluğun ta kendisi. Olanaksız olan hiçlik, ama savlar güçlenince yanlışlar çoğalıyor. Yokluk zamanın uzaması, varlık ise birime dönüşmesi, algılanır olması. Yokluk kaos, varlık kozmos. Yokluk diye bir varlık oldukça, yokluktan söz edemeyiz sonuç olarak. Ve sizler ölünce yok olacak, adınız unutulacak ve bir daha hiç gelemeyecek, dönemeyeceksiniz.
 Ama ne mutlu ki ölümsüzsünüz ve hep var olacaksınız. Öyleyse, acınmak, hayıflanmak boşuna.  Çünkü bir biçimi geçiştiriyorsunuz, bir yılan gibi deri değiştiriyorsunuz, evrensel saatin küçük bir diliminde, deniz feneri gibi ışıyorsunuz, ay ışığında planktonlar gibi parlıyorsunuz.  O denli sıradan ve değer bilmezsiniz ki, bir tanrı bile çok size, üstüne üstlük ölümcülsünüz. Oysa ışık yayan bir cisim, minik-manik bir evren olarak çok şaşırtıcısınız.  Bir evren modelisiniz, bir dininiz var ve ne yazık ki tanrı içinizde ve ne yazık ki prematüre bir bebek, primitif bir cesetsiniz. Keşke bu soruları bir güve sorsaydı bize. Yokluğunda var olma hakkı var, varlığın yok olma hakkı olduğu gibi. Varlık, yokluk bir düşünsü yöntem, yokluk varlık diye bir şey yok, öyleyse varlıkta yoklukta, yok = Aynı. 
 Son bir şey, yokluğun varlığa dönüşmesi -ilkin olarak- çok ilginç. Yokluk, varlığın soyut bir güzellemesidir. Saf estetiktir. Varlık pürüzdür, ilkel bir yokluktur, kaba, amorf ve eşitsizdir. Yokluk, sonsuz güzel, biçimli ve eşitcidir. Salt güzellik, sonsuzluktur yokluk.  Biz, varlık olmak nedeniyle ilk basamaklarız. Yokluk mutluluktur. Varoluş sorunsalına yönelebilen bilinç yok olduğunda, varlık sorgulanamayacağına göre, varoluş soyut bir uslamlama ve indirgemedir diyebiliriz. Bu anlamda yok oluşta soyut bir paradokstur. Bir file niçin varız diye soramıyoruz, öyleyse varoluş sınırlı bir kavram. Biz bir kurguyuz, fil ise hiçliğin bir an’ı olarak daha saf. Öyleyse yokluğun yokluğuna gelebiliriz, yokluk ve varlık iç içe yani ikisi de var. Ama yok oldukları için. Yokluğu zorla yaratamayız ki, yaratırsanız o artık var demektir. Yokluk uydurma bir sözcük oyunu, neden olsun ki, düşlenebilen her şey bir varlık. Yokluk, varlığın anasıdır, kavranamayanın adıdır, bir tanrısı olmayacak denli sıradandır o. Ve ‘çünkü yanılgıda tıpkı gerçeklik gibi usun kendisine aitken, göreceli us dışı ise, gerçeğin ve yanlışın ötesidir, yanılgı terimi ile onurlandırılamayacak bir saçmalıktır’ diye kozmikomikliğin nedenini açıkladı...
 Erkufo, bizim düşüncelerimiz eninde sonunda, can sıkıcı bir yanılgıya dönüşüyor, onun için ölümlüyüz diyerek Dişufo’nun boynuna sarıldı ve ona polen kokulu bir kolye takarak, arkaik bir dille, ‘Thelis ena louloudi, ya tin aghapimeni sou’ dedi. ‘Sevgilin için bir çiçek ister misin?..’ Uzay boşluğundaki kuşlar, aracın penceresinden süzülerek geçiyorlardı. Yalnızca dönen bir hiçlikte, uçan kuşların varlığı, onları nasılda mutlu etmişti.
Bitti mi dedi Dişufo, Erkufo’ya, oda bitti dedi. Araçlarının gözetleme boşluğundan evrenler arası kozaya baktılar, larva yıldızlar, krizalitler, bebekler, ataparlar, dişiller, eriller, insansılar, usçul bir okyanus, besleyici bir plazma gibi serin-derin boşlukta yüzüyorlardı...  Dişufo metalik gözlerinden süzülen bir damla yaşa engel olamayarak, söylediklerin öyle yetersiz, öyle kısıtlayıcı ve öyle komik ki, üstelik usanç yaratan çelişkiyle, ürkütücü yineleme sende de var dedi. Yine de yokluk diye bir şeyin olamayacağını ve kendi bilincinin de kısır bir döngüden başka bir şey barındıramayacağını düşünerek ağlamaya başladı...
 Uzayın sonlu olduğunun anlaşılması üzüntülerini daha bir artırıyordu. Varlık, yokluk, atomlar, bileşenler, parçalanış, yok oluş, çözüm, çözümsüzlük tüm her şeyin, kaygılı, derin bir umu-umusuzluk çırpınışında tükendiğini düşünerek, boş gözlerle Erkufo’ya baktı, umut bir yöntem olabilir miydi. Şimdi bir larva yıldızın içinden geçiyorlardı, bir toz yığınıydı, ateş topuyken çözülmüş ve çökmüş, sonra bir toz yığınına dönüşerek, yoğunlaşmaya yüz tutmuş ve larva halini almaya başlamıştı. Üç yüz parsek ötede kurt deliği yöntemiyle evrenin 4. halkasını geçmişler ve 7 kat olduğunu tasımladıkları evrenin gerçekten de masallardaki gibi olabileceğini düşünmeye başlamışlardı. Dünyayı terk edeli neredeyse bin yıl olmuş ama uzay boşluğunda dolaşmak dışında, kendilerine benzer hiç bir uygarlıkla karşılaşamamanın üzüntüsü içinde 987 yıl geçirmişlerdi. Bu koskoca evrende, havlayan bir köpek, pire dolu bir maymun, kıvranan solucan ya da Willi Frich gibi bir babik oğlan daha yok muydu, varlık-yokluk ikilemi taşımadan; iki ayaklı, tek burunlu, basbayağı bir insan...
Taler, 900 yıldır gözlem penceresinden bu soruya yanıt aramak için çalışmalar yapıyordu.  Sonunda yerküreye dönecekler ve yapayalnız olduklarını, tüm bunların budalaca bir oyun, ahmakça bir aldatı olduğunu ya da alaycı bir kuşun ötüşmesinden başka bir şeye benzemediğini haykıracaklardı.   Vega yılının Septus Severus ayında, evrenin sıcak su akıntıları içinde, bin yılın dolmasına 9 ay 10 gün 6 saat kala, uzaktan başıboş denilebilecek, tuhaf, eskil bir plaka, kozmik bir disk göründü. Çok hızlı hareket ediyordu, hemen peşine düştüler, tam 4,5 yıl sürdü kovalamaca, korularda kanat süzen çalı horozu gibi kaçıyordu disk, uzun süre avlarının izini dahi göremediler, disk canlıymış gibi, yaklaştıkça hızlanıyor, uzaklaştıkça da yavaşlıyordu. Bu kaçıp kovalamaca, evrenin 5. Kat içlerine doğru sürüp gidiyordu ki, Erkufo, umutsuzluktan, yorgunluk ve siber bozunumu belirtileri göstermeye başladı. İşte metalsi kar yuğumlarının ölüm şarkısıdır ki, varlığın ve yokluğun onulmaz dehşeti, çılgın ve ürkütücü masallarıyla dolu gecenin belkemiğinde, gökadaların çarpışmasından oluşan, devasa yurtluklar, yörüngesiz, başıboş güneşlerden doğan helyum yuvaları ve körpe gezegenlerle, kara kıtalar ve binlerce, binlerce aylarla... Bitimsiz güzelliklerin, us uçuran barış şarkılarıyla sarhoş, savaş için haykıran kalabalıkların, altınsı, sanal ordular ve pamuksu, ipek böceğiyle doldurulmuş bulutsuların...  Tanrısal bir an bu, bu diskle karşılaşmamız kutsanmış bir sunu! İşte başka dünyaların, uzak uygarlıkların varoluşunun anıtsal imi, bir görkemli kanıt!..
 Dişufo, titansı karışımsa, 5 milyon yılda çözünür dediği diski yakaladığında, gerçekten toz olup dökülüvermişti, ama yine de böyle bir çakışım için, evrensel bir muştunun kucaklayıcısı onlar olmuştu. Almuso küredeki evrensel almanağa adımızı yazdırdık ne mutlu dedi. Disk toz gibi döküldü ve içinden hologram gibi gene diske benzer sanal-saydam bir kutu, disk içinde bir disk daha göründü ki havada asılı duruyordu. İletişim ağını kurmak zaman aldı, laboratuvar incelemeleri aylarca sürdü ve Taler, raporunu güneş sistemindeki, tanrılı gezegenlerin üçüncüsüne bildirmek için düğmeye bastı.
 Raporda şunlar yazılıydı: 3 Bilyon yıllık acı bitti. Evrende yalnız değiliz. Başka uygarlıkların var olduğu kanıtlandı, büyük olasılıkla Berenis zamanında onlarla karşılaşmayı umuyoruz. Bir öngörü olarak, şimdiye dek kat edilen yol kadar uzakta olabileceklerini formüle ettik. Diskte bulunan, sanal platin kutudaki verilerse şunlar:  Sesli biçimler var, düzensiz bir takım bindirmelerle kodlama yapmaya çalışmışlar, son derece ilkel olabilirler, yok olma olasılıkları söz konusu olsa da, diskin elemanter gruptaki sıralaması bu olasılığı azaltıyor. Sesli biçimlerde, bizim ele geçirebildiğimiz tek algı biçimi, Ronuld Reagon çıkarımı oldu!.. Sesin aldığı biçim bu, diğerleri on bin yılda yayvanlaşıp, tahrip olmuş, yalnız bu, -Ronuld Aralığı- geçiş veriyor. Bir yıldız ulaşım formülü diye düşünüyoruz. Ama kendilerince pek önemli, gizil dünyalarında bizlere sunmayı düşündükleri melankolik bir imde olabilir.
 Görev bitti.
...
 Taler, Poler’in (Almuso şimdi Poler formatındaydı) yorulduğunu görünce öyküsünü okumayı bıraktı. Uzay boşluğunda düşündükleri, anında elektronik  yazıya dönüşüyor ve birbirlerine okuyarak oyalanıyorlardı...
Az sonra Dişufo sıkıldığını ve kitapçığın içinden çıkarak, bir uzay yürüyüşü yapmalarını önerdi Erkufo’ya, o ise ‘Kum tadındaki yemişler, Flamalar gibi yayılmış, Çıplak ve kırılmaz bir sevi, Adı olmayan kuşlar, Ve orda içinde bir sünger taşın, Uyuyor tatlı Dişufom'  diye mırıldanıyordu.
 Onlar, bundan sonraki yolculuklarında evrenin sınırlarına ulaşma ve araştırma görevlerini sürdürdüler. Binlerce yıl sonra öngörülemeyen bir şey dışında, gize ulaşmayı ve onu elde etmeyi başardılar!.. Ayrımında olmadan başlangıç noktasına dönmüşler ve aşağıda onları karşılamak için merak ve sabırsızlıkla bekleyen ‘kendilerini’ bulmuşlardı.'
 Varlığın esareti, yokluğun cesaretine ilişkin, bütün duyumları buluyorumdur belki bu öyküde, ondan da ötesi; Ben ölümde kendimi buluyorum...

59

'Beni bende demen, bende değilim, bir ben vardır bende, benden içeri.' Bu topraklardan bir ozanmış, onların deyişiyle ozan. Makarenko'yla bazen sıradan bir kafede, çay bahçelerinde de buluştuğumuz olur, o becerikli biri, çağırdığı her kuş yarası, böcek tozu ve yaprak gölgesi gelerek aramıza katılır, beni Maria'dan başka arayan hiç kimse olmadı şu dünyada.
 Benim sıkıntılarımı bilen, bungularıma, bunalımlarıma tanık olan Makarenko şakayla karışık benden söz ederken söyledi bu dizeleri. O dedi, böyle biri, onun için çokça dalgın bu sıralar ve dilerim Vladimir yenecek bu sayrılığı, moral bozukluğunu, hepimiz öyleyiz ama belli etmiyoruz, gelip geçici şeyler dedi. Gönlümü almak için dil döktü bence.
  Akşam eve döndüğümde bu dizeleri söyleyip durdum kendi kendime, acaba dedim, benim bu denli kendimi yıpratıyor olmam, içimdeki benle, ötekiyle bu denli hesaplaşmaya kalkışmam, onun kaygılarını, dışarda yaşayan, sıradan Vladimir'in omuzlarına yüklememden mi kaynaklanıyor, benim sıkıntılarımın özünde bu var belki de, içimdeki ben; yaşamı, dış algıların konseptine uyum gösteren bir armoninin akışı içinde, okumamı istemiyor, o bambaşka bir dünya, tinsel, sıradanlığa karşı bir düşkıran, son iç çekişe odaklı ama uyuşturan sevdalara başkaldıran biri o, dışımda ki bense, yaşamın pratikleriyle boğuşan ve gerçekte masum olan görünür ve algılanır bir ben ve onun isteklerine aradığı yanıtı veremiyor, gizil ama acımasız bir çelişki bu, soyut bir çatışım alanı var ve birbirlerini bırakmıyorlar, dış ben yırtıcı ve kavgacı sözde, oysa iç ben daha acımasız ve bir stalker, iz süren, öç arayabiliyor sürekli,  teori ve pratiğin basit bir kavgası gibi görünüyor her şey, içimdeki ruh çok şey istiyor, yaşıyorsun sen, o kaba ve aşağılayıcı şeyi de söylemeden geçemiyor, bir kere geldin, değerini bilmelisin ve bir daha gelemeyeceksin, öyleyse Mozart gibi olmalıydın, Bach gibi besteler yapabilmeliydin, dünyayı inletmeliydin, ama dışımdaki zavallı ben, yaşam pratiklerinin ve koskoca dünyanın içine, tek başına atılan o umarsız yaratık, iç benin buyrultusunda, aynı coşkuyla kalkıyor sabahları, aynı coşkuyla çıkıyor sokağa ama ilk işi bineceği aracı kaçırmak oluyor, kendisini bekleyecek minibüs gelmiyor, çünkü saati durmuş meğer ve istemeden de olsa araç çekip gitmiş, kahvaltı bile etmemiş o coşkuyla, atılarak kristal saraylara, görünmez uçurumlara, vahşi kalabalıklara ve gülümseyen kızların ortasına, diyecek ki; bakın bu kez başaracağım... Gülünç ve korkutan bir dalgınlıkla, eve dönüyor oysa...

 Bir keresinde büyük bir heyecanla, seviyeli bir konsere gidiyordum, seviyeli demek zorundayım çünkü bir sınav gibi, seçkin müzik otoritelerinin, gerçekten elegant müzik severlerin bir konseri olacaktı, nitelikli sözcüğü neden var ki, tanışıklıklar, projeler, beste ve libretto -söz yazarlığı- gibi önemli, derin konulara girebilirsiniz oralarda ve sizi anlayan biri çıkabilir ve Pindaros'un dediği gibi, ruhum olmayacak düşlerin peşinden koşma, olanaklar alanını tüketmeye çalış özdeyişi oralarda bir gerçekliğe de bürünebilir. Başka nasıl olacak ki, mağaralarımızdan çıkmadan, dünyayı titretsek, Bach'ın o derin ve kozmolojimizin sesini andıran bestelerini yinelesek; başını kilerden bize doğru uzatan fare  gülümseyebilir ancak, hatta alkışlar, çünkü fare süper bir hayvan. Şaka bir yana düşlerimizi gerçekleştirmenin karizmatik ve trigonometrik kesişmeleri, kaotik bileşenleri ve algoritmik türevlerini bir araya getirerek, besteler yaparak dünyaya açılmak veya mahalleden, şehre, şehirden ülkeye doğru, ovalarda koşmak, dağlardan süzülerek aşmak ve gün batımına ulaşmak nasıl olacak ki; işte orada artık, siz doğup doğacaksınızdır.

 Müziğinizin acısı yalnızları tutsak etsin, derin neşesi aşıkların başını döndürsün, kendinden geçsinler, elit müzik diye kibirle dolaşan varlıklar, durup bir dinlesin ve zoraki selam versinler artık... Bu bileşenlerin ve benim unuttuğum, sizin anımsadığınız tüm kesişme ve keşişlemelerin, yıldız ve poyrazların, karayel ve alizelerin, uygun adım, ferahlık yayabilen ve esintisi tüm dağları, şehirleri ve insanları büyüleyebilen bir çarka, rüzgar gülü ve yel değirmeninin ninnisiyle, baygın kokular yayan melteme dönüşebilmesi, gerçekte tüm insanların toplamının, bana, düşlerinin peşinde koşan o kederli yaratığa bölünmesiyle doğru orantılıdır gibime geliyor. Sanırım; sonsuz, bölü bir gibi, bir şey o...

 O konsere gidiyordum dedim, -neden anlatıyorum şimdi ortaya çıkacak-tırabzanlara tutunmadan hızla merdivenleri inerken, düşmedim evet, ama daha kötüsü oldu, kemanı hızla demirlere, tırabzanın demirlerine çarptım, ben sağım evet ama keman ölü. O zaman şunu düşündüm, tanrıya isyan etmek veya sunturlu küfürler savurmak, cennetin bahşedildiği bir dünyada, benim düş kırıklığımı pekiştirmekten başka bir şeye yaramayacak. Öyleyse dedim kendime, bu düşlerin pek çok açılımları var, hatta sınırsız, uzay boşluğunda yayılan bir dalga ya da parçacık gibiler, bir araya getirebilmek hünerinin, müzikle ilgisi yok, yaşamla ilgisi var, oysa ben yalnızca kemanımın ilahilerini dinleyen ve yaşama küsen bir Rasputin'dim, belki de Raskolnikov demeliydim, inanın çok sonra Oblomov diye düzelttim kendimi, iç dünyasında belki çok başarılı düşler kurabilen ama ekmek almak için dışarı çıkacak takati kendinde bulamayan bir peygamber. Yalancıda denebilir.

 Vladimir dedim kendime, yaşam müziğin olağanüstülüğünü, yeryüzünün  çayırlarına varana dek dinletebilmek değil, onu dinletebilecek yolları döşeyebilmek; belki daha önemli, eğer işin bu yanını görmezden gelip, Scapin'in Dolapları gibi nitelesen de, bu konuda becerilerini sergileyemezsen, belki artık müziğinde sıradandır senin, total bir insan, ultratik bir dünyada varlığını kanıtlayamadıkça, müziği; onun minik bir varyantı olmaktan kendini kurtaramaz, tanrıların, meleklerin ve şeytanların dünyasında, öyleyse diye sürdürdüm, sende eksik olan bir şey var...

 O günden beri değişen bir şey yok bende ama, yaşamın teorileri beni ele geçirdi evet, pratikte bu bilgelikler ve işin karmaşası, her yeri, her şeyi önüne katıp ve toza dumana bulayıp, dörtnala koşturuyor yine de ufuklara doğru, ama hangi ufuklar diyemem, çünkü yazgımıza egemen olabilmek için, tanrısal bir yol birliğinin, uçurumların çekiciliğinde, yazgımızı düzde kuşatmanın ve varlığımızı kanıtlayarak, gökkuşağından iple atlamanın sihirlerini öğrenmemiz ve bunları uygulamaya çalışırken de, tırabzanın azizliğine uğramamamız gerekiyor.

 Bu açınlar, kendimizden vazgeçtiğimizin tesellisine yarıyor gibi gelebilir, hayır, kaybederken de kazanabilir insan, yenilirken de yenebilir, sözlerim kışkırtıcı ve yeryüzü kurallarının hileleriyle dolu, itici ve kırıcı biliyorum, ama teorik dünyada ürettiğimiz sözcükler, Habil'den beri, ilk kaybedenden bu yana böyle biçimleniyor ne yazık ki... Kabil'den söz etmiyorum, edemiyorum ben, içimi bir titreme alıyor, bir boşlukla doluyorum o zaman.

 Varlık ya da yokluk dışardan gelen bir dokuncayla bitiyorsa, alın yazısının başladığı yer işte o, tanrının varlığı ve yokluğu orada başlıyor işte ve bir kısır döngü ve yinelemenin sarhoşluğu, zulmü ve  kozmikomikliğiyle, gaddarlığı da budur işte!..

 Birde şu var, acaba ozanımız; buranın yerlisi olmayı hak ettim, müzikte yenildim belki ama, sanırım böyle konuşabilirim. Ozanımız bu dizeleri düşünürken, benim gibi ya da bizler gibi, içimizi burkan tasalarla üretmiş olabilir mi, hayır tamam ama, o dizeyi düşünebilen olmak sıfatıyla, ozanın olmaktan çıkıyor artık ve yorumlar bir okyanusa salıyla dalan insanların,  belki sığ, belki daha çetrefil görüşleriyle, sonsuza doğru uzanarak, atılmasına yol açıyordur  artık ve  belki dörtnala, belki ruhun kanatlarıyla,  belki de bir meleğin yoldaşlığıyla...
  Ozanın kendiyle bir derdi olduğu ve içindeki benle, derin bir boğuşmanın içinde yaşadığı kesin sanırım, bu yönüyle kaybedenlerden olmaya yatkın biri, çünkü kendisiyle, sonsuz derinliklerde el ele tutuşarak, yok olup gitmiş olabilirler. Gerçekte beden ve ruh da, iki ayrı varlık gibidir, et ve kan, kızışan canla uyum sağlayamadıkça, iç içe bir erime ve özümseme olmayıp, bütünleşmeden yoksun  ve sağlak -tümel-, tek boyuta indirgenemeyen bir varlık, kendi sorunsallarıyla boğuşmaktan, içinde yarattığı evrenle, anlam ve anlamsızlık ikileminde, bir sanrılar alayıyla karşılaşmaktan kendini kurtaramazmış ne yazık ki.
  Söyleyecek ne çok şey var şu dünyada, ama biz yaşama sanatının mutfağından çıkıp, salona bile geçememiş, bir homosapiens mangaları çağındayız ne yazık ki, düşünüyor ama gerçekleştiremiyoruz, gerçekleştiriyoruz belki ama, düşüncelerimizin kırıntılarından eser yok!..
  İşte bazen ölüm yolculuğunun bir çözüm gibi görünmesi bundan kaynaklanıyordur belki de, derinlere indikçe insan küçülüyor, ufalıyor, toza, tozana dönüşüyor, bir dalga gibi boşlukta yayılarak solup, sönüp gidiyor, yok oluyor, bundandır ölümün güzellemesine cüret edebilen, dünyanın insanlarını anlayabiliyorum ben...

 Çünkü; 'Beni bende demen, bende değilim, bir ben vardır bende, benden içeri.'

 O zaman anlıyorum onları, savrulmalar ve kozmik dünyada bir toz gibi uçuşarak yitip gitmeler, inanın belki bir ironi sayılsa da, dünyada öldürülme lütfuna erişmiş efendimizin; 'Onu aradım, neredesin baba dedim, uçsuz bucaksız boşluklar ve uçurumlara yağan yağmurlardan başka bir şey göremedim' mottosundan çok daha derin şeylerdir...

 Ayaklarımı dünyaya bastığımda düşünebildiğim ya da okuyabildiğim şeyler gene de şunlar ama, işte bu dünyevi yaklaşımlarda sıkıyor beni; en iyisi karmaşanın, kaotiğin ve kozmikomikliğin kollarına bırakmak kendimizi... Düşüncenin hazzına bırakmak ve yaşamla şakalaşmaktansa, bir kaplan kelebeği gibi ölümle yüzleşmenin tadına varmak...

 Nevrotik gelebilir ama yok olmak, en büyük başkaldırı, en görkemli dönüşüm gibi geliyor bana, sapkınlığın incileri ya da ıssız yolakların ninnileri dememek gerekir buna, Vladimir Burkony, bir lanetlinin ölümü diye geçiştirilemez, yaşama meydan okuyabilmenin en bezdirici yolu da değildir bu biliyorum, ama benim için nedense ve neredeyse bir siyanürle, bir damlası dirimcil; arsenikle tanışmak ve bir zehre, yok oluşa  meydan okuyarak, zehrin kendisi olmak gibi geliyor bana bu, işte şimdi o sık sık sözünü ettiğim, Bach'ın, chorale prelüde F minör, o kutsevi bestesini dinleyebilirim...

 Birde, müziğin yanında ki şu dünyevi yazıya bakın, hangisi iyi ama, ölümün ve karanlığın metruk ve meşum yolculuğu mu, yoksa bir umar peşinde koşarak, yinelemelerin ve hiç bir yere varmayan söylevlerin, sığ rüzgarlarına kapılarak, sahillerde başı boş dolaşarak, iş yerlerinde gizlice ağlayarak ya da mutluluğun ıstırapları ve güzelliğin acılarıyla baş etmeye çalışarak yaşamak mı, 'Yaşamaktan' yoksun olmak mı, işte sorun bu... 
  Makarenko bu tür açına, bakar kör diyor...

 Gerçek, bir illüzyondur, yalnızca bir illüzyon. Einstein bunu söylerken, göreceliliğin yaratılışımızın ve yaşayışımızın birincil kuralı olduğunu anımsatmak istemiştir sanırım. Özü şu, göklerin terazisinde hiç kimsenin, hiç bir toplumun haklı ya da güçlü, doğru veya yanlış, iyi ya da kötü, özgürlükçü veya kölecil olduğunu kesenkes ve bir belit, bir tanrı buyruğuymuşçasına ileri süremeyiz. Işıktan geldik ışığa gidiyoruz. Karanlığa övgüler olsun çünkü o bize düş kurmasını öğretti. Biz kendi anlağımızın sınırları içine hapsolmuş, yinelemeden öteye geçemeyen tanrısal bir eşeyli hücre, kul sıfatını kendine şan edinmiş, evrensel birer köleyiz.

 Bütün canlılar savaşıyor. Aslan yaşamak için geyiği, geyik yaşamak için hemcinsini bertaraf etmek zorunluluğu duyabiliyor. Ölümüne olmayan şey, otçullar arasında; etçil ve hepçiller öldürmeyi kutsal sayabiliyor. İnsanoğlu hepçil. Üst varlık, tanrının eli ve gökler hakimi Gordon!.. Otçul günahkar değil mi, olur mu, otları, ağaçları, ormanları, kaynakları yok edebilir. Kendisine yönelik yok ediciliği olmaması bir teselli yalnızca, ama insan onu aşağılıyor, neden, çünkü insan vandal çatısıyla bir vahşi, hala bıraktığım yerde otluyor diye onu aşağılayabiliyor. Öküzün trene baktığı gibi bakıyor, inek gibi çalışıyor derken, artı değer sömürgeni, aylaklığın ve vahşetin kralı aslan, bayrakları süslüyor, ululanıyor. İneğin bayrağı neden yok, düşünüldüğünde en kutsal hayvan.
 Aşağılama yalnızca zararsızlara ve hatta yararlılara yönelik. Aslan gibi, kartal gibi, şahin gibi ne demek, hepsi ululama, kızıl derililerde bile böyle bu, çalan, öldüren ve başkasının varlığına hükmeden canlı, kutsal ve tanrısal sayılıyor. Bu açıdan bakıldığında değişmeyen bir uygarlık sisteminin yüzyıllardır süren kurbanlarıyız. Aya gitmiş olabiliriz, yeni yurtluklar bulmuş olabiliriz, ama hemcinsimize, benliğimize ve soyumuza yönelik barbarlık baş tacımız, bir terminatör oluşumuz birincil ilkemiz. Uygarlık sistemini değiştirmemiz gerekir demek bile çözüm değil, et ve kandan oluşan bir nesneyiz biz, et ve kandan besleniyoruz, öyleyse bunu mu değiştirmeliyiz...

 Çözüm üretmeye çalışan hiç bir varlık, gerçekte, kendi düşünce sisteminin üzerinde bir çözüm üretemez, onun ürettiği çözüm kendisinin bir benzeri, bir türevi olacaktır, kan ve et yığını olan canlı, ondan kopacak bir çözüm üretebildiğinde artık o olmayacaktır, insan olmayacaktır, robotlar dünyamızı ele geçirdiğinde ve kendini her koşulda yenileyebildiğinde, daha adil bir uygarlık içinde yüzebileceğimizi düşleyebiliriz, o zaman biz, biz olmayacağız ama, olsun, yazgılarının kurbanı olan bir insanlık ve bir uygarlık olarak özlemimiz bu değil mi, düşünce düşüncenin en büyük düşmanıdır değil mi, yazgımız bu bizim, somutun somuta olan düşmanlığı, soyuta yöneldiğinde, soyutun soyuta olan düşmanlığı gerçekleşebiliyor artık, çatışma, karşıtların işbirliği, monolog, diyalog, trilog ve sonsuz denizler...

 Ne ki Marks sorunu bir yakasından ya da başka bir açıdan çekiştirmeyi görev bilmiş; dünyamız toplulukları, başlangıçtan beri üstesinden gelemeyeceği sorunları gündeme getirmezler ve görünen; gerçek olsaydı eğer, bilime gerek kalmazdı. Bu yüzden biz, yineleme olmaktan öteye geçemeyen bir yaratılmışlar ligiyiz.

 Turing'in sonsuz karmaşadaki kompüter kablolarını çiplere indirgedik biz, sonsuz karmaşayı bir gün sıfırlayabiliriz, ama içimizdeki şiddet ve kana duyulan özlemi -belki de ana rahmine- bir gün dindirebilecek miyiz. Her şey giderek anlamsızlaşıyor, anlamsızlaşabiliyor, kendimizi düşüncenin derinlerinde-denizlerinde yitirebiliyoruz, öyleyse biz kimiz... Kanatları, kuşun tüylerinden yoksun, ayakları çelimsiz, tay hızında, karnı tırnakla bile delinebilir, en büyük zaafı; kalbi atım sayısının sonuna ulaştığında elveda diyebilen, beyni ise kafatası kemiklerinin zırhıyla kuşatılmış, uçmak isteyen  ama kafatasının sarmaladığı; kalenin burçlarına bir kere bile çıkıp, ötelere bakmaktan, bakabilmekten aciz, bir başsız kaplumbağa!.. Öyleyse şükürler olsun, öyleyse tanrımız bizi takdis etsin, öyleyse kozmosa selam dursun, hallelujah, heyamola!..

 Dünya tarih boyunca savaşların ortasında buldu kendini, savaş olmazsa olmazı bu canlının, bu hominidin tanrısı ve kulları bundan vazgeçemiyor, kurbanlar, ayinler düzenliyor, her defasında, bir ölü cinayet, bin ölü istatistik diyor, führer diyor, kral diyor, hükümdar diyor, bir kişi çıkıyor, milyonlara hükmediyor, tanrısı bile biricik, dediği dedik; görev paylaşımı nedir bilmiyor!.. Şu ortadoğu dedikleri, ortadoğu deyip geçmemek gerek, dünyamızı çok meşgul ediyor bu, her şeyi, hepimizi, geçmişte cennetin yurduydu, kutsal kitaplarda Eden Bahçeleri orada, kadim kültürler orada, Asur, Mısır, Babil, Sümer, Akat, Elam ve yüce Mezopotamya... İki ırmak arası!.. Geçmişteki kodekslere bakılırsa, yazı orada bulunmuş, gelmiş geçmiş en büyük sihir, Babil kulesi orada, tanrıya ilk meydan okuma, Nabukadnesor, Gılgamış, Firavunlar, Nemrud, tüm Abraham ve Sezarlar oradan geçmiş, İshak ve İsmael orada büyümüş, düşlerinYakup'u gökyüzüne ilk oradan tırmanmış, Salomon ve Samson orada boy vermiş, Salome, vaftizci Yahya'yı orada pişman etmiş, Goliath, Davud'a orada yenilmiş, exodus oradan başlamış, Musa başka dünyalar aramış çamurdan doğanın çocuklarına, dünyanın tinsel havzası, Adem'in doğduğu yer ve insanlığın doğduğu topraklar.

 Tek tanrılı dinlerin beşiği, Eden bahçelerinin tanrısal ormanları çürümüş, petrol olmuş, tanrının kanı, bir türlü paylaşılamayan, bütün peygamberlerin ana yurdu, Mekke, çöl cengaverlerinin kutsiyeti, Kudüs, Kenan ülkesi, babasız olan çocukcağızda, Golgotha tepesinin masumiyeti olmuş, bir türlü paylaşılamayan ve egemenlik savaşlarının simgesi bereketli hilal!.. Dinlerin egemen olmak istediği toplumlar, sosyal, siyasal, ekonomik yığınların düello ettiği, cihat ve fetihlerin, haçlı seferlerinin bitip tükenmek bilmediği bir arena... İnsanlığın kolezyumu...

 Sorun yalnızca ekonomik değil, kapitalist şovenizm değil, insanın ve toplumların şan ve hükümranlık kavgasının  yanında, tanrının sözcülüğünü üstlenme, onun insanoğullarına gönderdiği yetkili benim, benim sözüm geçerli gibi bir inisiyatif, otorite, göksel buyrultuların yeryüzündeki ileticisi, sahibi olmak gibi, bir ruhani kavgada var orada!.. Her şey iç içe ne yazık ki, karnımız doyduğunda her yerimiz açtır ve her türlü işbirliğine hazırızdır ve yapabiliriz de... Filistin bugün düşmanımız ama yarın dostumuz, İsrailoğulları lanetlidir derler ama, düşmanımın düşmanı dostumdur, Beyrut, hıristiyan, dürzi ve mehdinin kullarıdır evet ama bir denge unsurudur, bayram olacak ve içgüdülerimiz doyurulacak, ilahi gövdelerimizin gereksinimi dindirilecek ve ruhlarımız teskin edilecekse hepimiz katılabiliriz yortuya...

 Yenenler ve yenilenler kutlamalarda başı çekenlerdir!..
 Gelecekte ne olacak, kıyamet kopacak ve savrulan galaksinin rüzgarına kapılacağız, tanrımız soluk alıp dinlenecek, yeniden düşünecek ve ademi bu kez çamurdan yaratmak gafletine düşmeyecek, büyüyü birbirini yok etme denkleminden kurtarmayı deneyecek ve kendisi aradan çekilecek... Güdülme gereksinimi duyan hiç bir varlık kendi başına var olamaz. Belki de gelecek, deyim yerindeyse çözüme kavuştuğumuz bir asr-ı saadet günleri olacaktır, tansık gerçekleşecek, o yeryüzüne inecek, deccal gizlenecek ve sonsuz mutlan gerçekleşecektir.
 
 Ütopya!..

 Ah evet nasıl da düşünememişiz, bu kadar kolay mıydı, arkamıza bir kere dönüp bakmayı bile düşünememişiz, önümüzü görememişiz, yukarıya baksaymışız keşke, eyvah yerdeki çukuru...

 Ortadoğu dünyanın ve insanlığın özeti, iyi ile kötünün savaşı, tanrılarımızın düello ettiği yer, cennetin anayurdu, cehennem toprakları, Nemrut'un doğduğu, Semiramis'in göz yaşı döktüğü, onun baba diye haykırdığı ötekinin göklere el açtığı, songünün kabilesini albızın elinden aldığı, son gülden minik bir dünya, manik bir evren!.. Eğer dünya kılı kılına bir denkleştirme sistemiyle yeniden kurulmak istenseydi, ortadoğuya bakmak yeterli olabilirdi...

 İnsan kurtulduğunda, kurtulmayı başardığında ortadoğu diye bir yer olmayacak!.. Uygarlığımız ve onun varyantları, versiyonları, bir öncesini yinelemekten çıktığında, bir gün, ortadoğu, eski dünyanın bir anısı olarak sonsuza dek saklanacak, gelecekte insanlar, aydan, Venüs'ten, yeni güneşlerinin içinden gelerek, mavi topaza baktıklarında, ortadoğuyu arayacak gözleri ve işte diyecekler atalarımızın toprakları, birbirlerini öldürmeselerdi, biz olamazdık.

 Olmayacaktık!..


 Evren belki bir estet, belki de bir şiir, buradan görünen elem veriyor olsa da, şiirin şiiri de durumu özetliyor olabilir.

 'Altın bir sis, Batı Avrupa'yı ışıklara boğuyor  pencerede. Şimdi, tüm titizliğiyle el yazmayı bekliyor o,  değerinde, sonsuzca ağır gelen. Birisi Tanrı'yı doğuruyor karanlık kupasında. Tanrı'nın nedenselliğidir bir adam. O bir Musevi.  Elem dolu gözleri ve sarı yüzüyle, Zamanın yükünü taşıyor kitabının yapraklarında, sızıyor damla damla ırmağa, başı sonu olmayan sulara,  sonsuz bir akışla. Yorum yok. Görkemli ölçüp biçmelerle biçimlendiriyor o Tanrı'sını, büyülerle. Sağlığı bozulalı, hiçliğe kapılalı beri, Tanrı'sını kuruyor o,  paylar verip sözcüklere. O öyle tanınmış, kabullenilmiş biri değil, görkemli bir aşık. Umut aşkın varlığıdır  demiyor o, aşkın varlık olduğunu, biliyor o.'

Yüce kaygıları sürüyor...

'Burada alacakaranlıkta, yarı saydam elleri, parlıyor Musevi’nin kristal bardağında. Duygusuz bir uzantı, endişeyle renk veriyor, öğle sonralarında. Bütün günler, ikindileri, bitimsiz ve duyumsuz bir yinelemedir, birbirinin eşi sanki. Elleri uzayın gök yakuttan minerali, çakılmış, berkitilmiş sınırlar, varoşun duvarları gibi. Güç bela beliriyorlar, sessiz ve sakin adama, zamanlar kazandırabilmek adına. Düş kuruyor, tasımlıyorlar, dillerin tutulup, ışıltıyla izlenebilsin diye labirenti. Tanınmıyor olmak üzünç ve sıkıntı vermiyor ona (başka bir aynadaki düşlerin içindeki bir düşün yansımasıdır o), sevdalı değil, çılgınca ve delice sevmenin ürkek kadınlarına. Geçti o dönemler, özgürdür artık. Söylencenin ve sözcüklerin göz bağcılığı adına durup, ölene değin parlatıyor inatla büyütecini. Şimdi en büyük haritalar, eni sonu olmayan, ışıltılı, göz alıcı tüm yıldızlar, onundur artık.'
 Ne acınası düşünceler diyorum ben buna, çünkü bin bir yüzlüyüz ve gizlice ölmekteyiz biz ve gerçek meydan okuma aranıyorsa, açıkça ölmek yürekliliğini gösterenlere bakmak gerek, sağ kalanlara kahraman demek değil.
 Ne ki kesinlemelerimiz, güçsüzlük ve zayıflığımızın, yazıklamalarla dolu bir şatafat ve kibrin göstergeleridir, öteki adıyla ilahi yenilgilerimizin. Biz, bir bilinmezliğin kuşatması altındayız, ölüm bile bir kesinleme değildir, çünkü kesinlemelerimizin bir ucu sonsuzluğa açılıyor, bir bilinmezliğe varıyor. Tanrılarımızın ve belki de yanılgılarımızın üretimiyiz biz. Ama ortadoğu, bir kemanın inleyişinde, günah ve sevaplarımızın çekingenliğinde, dünyanın yaratılışı ve binbir gece masallarıymış...
 'Cariyem, gözümün nuru, baş tacım. Ben Maruf, senin kölen. Ey sultanlar sultanı, Kolların Nil ırmağı gibi. Karnındaki çukur nazarlıktır. Sağrın baş edilmez deltalar. Coşkulu, el değmemiş, verimli... Senin yılan kıvrımlı hilalin, Nil'in bereketidir. Petra vadisinin yamaçları, senin kalçaların. Uğrunda Tur dağına tırmandığım, diri gövden, helalimdir. Çöl gecelerinde  gördüğüm feracen, ibadetimdir. Ey Medine'de dilenciler içinde gezen, Cüzamlıları dudaklarından öpen, Kahırem!.. Firavunun şarıyla mehtabı tavaf edersin. Ey piramidin gölgesinde doğmuşları emziren. Göklerin yıldırımı sensin. Bulutların şimşeği sensin. Medyen'in kasırgası sensin. Ey bir görüşte vurulduğum zehir. Çiseleyen yağmur, ok kirpiklerindir senin. Kaşların Acem kılıcının yayı, Ak göğsün, Nil'in nilüferleridir. Gerdanında çölün serabı gizli senin. Beyrut'un bağları gibi gözlerin. Sen büyüleyicisin.
Kudüs'ün akasya bahçelerinden topladım seni. Taberiye'nın kuğuları kıskansın diye, Çölün kalbinden söküp almıştım seni. Göğsün piramitleri kıskandırıyor. Cennet sularında yüzen kuğular, Salınışını izliyor. Benim düşlerim hep seni arar. Senin bakışlarından ayetler iniyor. Öpücüklerinde dünya dönüyor. Zülfün, yoksulların dilindeki dualardır. Kalpleri eritirler.
Zümrüdankam, sülünüm, tavusum. Gönlümün Taklamekan'ı sensin. Çölün ceylanı sensin. Ey Galile denizinin kırmızı yunusları, Uruk diyarının kumruları... Mahinurum, Nerdesin! Ben seni ilahi gövdelerin acıları dinsin diye sevdim...'

60
Hepimiz çırılçıplaktık. Herkes böyle olunca, genç, yaşlı, güzelliğin hiç bir anlamı kalmıyor, birbirinin benzeri sayısız beden, genelde alabildiğine doğal ve tüylü...
Zaman; mukaddes azap...

Zaman içinde hepimizin çıplak olduğu bir yerde güzellik kavramı evrilecekti, bak kolu ne kadar uzun, parmakları ne kadar ince, bak saçları beline kadar iniyor, bak bacakları nasılda gergin. Güzellik kavramı tümüyle saçma ya da zamanın akışında değişen bir biçimsellik. Grek burnu varmış önceleri, kemerli olan, afro saç varmış farklılık belirtisi, hepsi tarihin akışında değiştiler. Güzellik kavramı demek ki zamana uymak demek.

İnsan önce yaşama içgüdüsüne güvenirmiş, sonra sevilmek istermiş, sonra değer verilmek, sonra bilmek istermiş, sonra güzelliği ararmış, en son aradığı şeyde kendini gerçekleştirme kaygısıymış. Bitkisel yaşama girmeden önce, doğaya mineral olmadan önce...

Hepimiz çırılçıplaktık ama biri aniden, eşitlik için boşuna hevesleniyoruz, öyle olsa tanrı tepemizde durmazdı diye bağırdı. Oysa pınarlar akıyor, çimenler ışıldıyor, kuşlar ötüyor ve bulutlar bir salıncak gibi, ordan oraya gidip geliyordu gökyüzünde... Hiç acıkmıyorduk nedense, ama her şey vardı yine de, bal çeşmeleri, süt dağıtan fıskiyeler, bin bir çeşit meyveler; rüzgarda, ağaçların dallarında, kuşlar gibi sallanarak, ağızları sulandırıyordu ve güneşte kızarmış, bir fener gibi yanıp sönüyordular.

Birbirini sevmiş olanlar el ele tutuşarak koşturuyorlardı, sanki ufuksuz, sonsuz bir düzlük, uzayıp gidiyordu alabildiğine, o kadar geniş ve bitimsizdi ki bulunduğumuz yer, yalnız kalmak isteyenler dilerse sonsuza dek biriyle karşılaşmadan yaşayabilirlerdi, bu yüzden birbirinden hiç ayrılmadan duruyorlar, şuradan doğuyor diyemeyeceğimiz güneşin batışını, bir tanrıça başını andıran ayın doğuşunu ve hiç bir yöne akmayan, rengarenk yıldızların göz kırpışını izliyorlardı bıkıp usanmaksızın...

Kant'ı gördüm bir ara, şakayla karışık dedim ki, seyre çıkarken, saatin 17 olmasına hala dikkat ediyor musun, uzunca bir gülümsemeyle yanıt verdi ve saatimi unutmuşum, burada zaman sonsuz değil mi dedi, gülümseme sırası bendeydi.

Hepimiz çırılçıplaktık. Boş, hiç bir gaile taşımadan yürüyor, koşturuyor, oturuyor, uyuyor, gülüyor, seviyor, seviliyor ve zamanın akışını izliyorduk yalnızca, bir ara yeşil bir koruluktan, bir uçurumun başına kadar yürüdüm, aşağıda büyük bir ırmak, coşku dolu, köpüklü dalgalarla akıp gidiyordu, havadan, kuş tüyü gibi adımlarla süzülerek karşıya geçtim, hiç bir konuda, hiç bir zorluk yaşamıyorduk, kuşlar ayağımızın dibinde ötüyor, melekler mırıltılarla şarkı söylüyor, tanrı arada bir yukarılardan, ak sakalıyla geçip gidiyordu.

Hiç bir derdimiz yoktu, anlatılacak hiç bir şeyimizde, acıkmıyorduk ama herkes dilediğini yiyebiliyordu, çayırlar yumuşak ve ılık bir koku yayıyordu havaya, her şey gözümüzün, kulağımızın, elimizin altındaydı, düşünebileceğimiz her şeye ulaşabiliyor, tasımlayabileceğimiz her şeyi yaşayabiliyorduk, her şeyi... Şimşek ve yıldırımlar bir oyuncaktı, gökkuşağı bir yaklaşıp, bir uzaklaşabiliyordu, çocuklar dilerse yanımıza geliyor, anne babalar şarkılarla, koro halinde yaşamlarını sürdürerek geçip gidiyordu.

Yorgunluk yoktu, korku yoktu, ağrı yoktu, düşünce yoktu, kıyas yoktu, emek yoktu, para yoktu ve sıcak gibi soğukta yoktu, belki de yok yoktu. Ne kadar zaman geçti bilemiyorum, sanırım zamanda yoktu.

Belki tüm olan biteni, o sonsuz mutlanı tam olarak anlatamıyorum ama sonumuzu çok iyi anımsıyorum, biri bir gün acayip bir şiir okudu ve ilk kez bir sözcüğü kaçırdı ağzından, dünyadayken yazmış...

''Bir bıçak saplı durur göğsünde, hangi su tasına uzansan boş; hangi pencereye koşarsan koş, aynı siyah güneş gökyüzünde. aynı siyah güneş, aynı siyah, aynı susayış, aynı koşuş, aynı...  of... hep aynı şey, aynı şey, aynı şey, aynı, aynı, aynı, aynı, aynı...''

Şiiri ben de bir yerlerden anımsıyordum, belki daha önce okumuşumdur, adam işte dedi, bizim durumumuz bu...

Bitmez tükenmez can sıkıntısı...

Herkes evet diye bağırdı, benim tanık olduğum, birlikte, ilk kez sesini yükseltiyordu insanlar... Bir kargaşadır başladı ve gariptir bana, çok uzunmuş gibi gelen zamanlar boyunca, aralarındaki görüşmeler sürüp gitti.

Sonra şöyle bir şey oldu, tanrının huzuruna çıkmaya karar verdiler ve bana yıllarca, yıllar kadar yıl gibi uzun gelen, bir zamandan sonra, melekler görüşmenin gerçekleşebileceğini söylediler.

Mahşeri bir kalabalık vardı ve tanrı, bize sonsuzluğun ötesindeymiş gibi gelen, koyu bir maviliğin içinden, pamuk yığınlarını andıran ve bir kuş tüyü gibi hafif, pembecil bulutların arasından, bir dev gibi göründü, şaşkınlığını belli etmiyormuş gibi geldi bana, aramızdan sözcü seçilmiş iki yurttaş yanına vardılar ve bugün gibi anımsadığım şu sözleri ilettiler...

 'Biz senin cennetini istemiyoruz. Çünkü kendimizi boş, gereksiz ve bir anlamdan yoksun, hiç bir işe yaramayan yaratıklar gibi duyumsuyoruz, biz bir şeyler yapmak, bir şeyler yaratmak ve gerekirse hiç bir zaman erişemeyeceğimiz, ulaşamayacağımız, kavuşamayacağımız olağanüstü varsayımlarla uğraşmak istiyoruz, biz olanaksızın peşinde koşmak, düşlerimizin bile sınırlarını aşabilecek olaylarla, olgularla bir arada yaşamak istiyoruz, biz kendi yarattığımız bir düzenin içinde, kendimizi aşarak, koşarak, uçarak var olmak istiyoruz. Sen bizi aldattın, zorluklar verdin çözümü olmayan, emekler verdin karşılıksız kalan, yazgılar verdin, acıyla dolup taşan...

Şimdi her şeyi veriyorsun belki ama biz bir varlık olmanın tadını alamıyoruz, karşıtların çelişkisini, tez ve antitezin senteziyle, bir yaratıcı olmanın kimliğini taşıyamıyoruz, cansız, taştan bir Pluton tanrısı mıyız biz, acıkmadan yiyor, susamadan içiyor, özlemsizce seviyor, çabalamadan ulaşıyoruz her şeye...

Sen aradan çekil. Senin dünyan bize hiç bir şey vaat etmedi, ilahi bir deneyin kobayı gibi, savrulduk durduk, ne bir şey başlayabildi, ne bir şeyi bitirebildik. Biz dünyamıza geri döneceğiz ama senin sınırlarımızdan içeri girmene izin vermeyeceğiz, senin cennetinle avunmayı sana bıraktık. Biz sonsuzluğa koşmak istiyoruz, orada ne var onu anlamak istiyoruz, biz bilginin açlığını çekiyoruz, biz bilginin ağacını bulmak istiyoruz, orada ne var onu görmek istiyoruz, biz seni istemiyoruz, biz senin bildiklerinle yetinmek istemiyoruz, biz senin sınırlarınla, senin kuramlarınla, senin kuralların ve yargılarınla yaşamak istemiyoruz...

Biz yeni dünyalar yaratmak istiyoruz. Canını aldığın varlıkların günahını, hep üzerimize yıktın, onların acılarını dindirmek ve onları yeni bir dünyada, düş kırıklığından uzak, hak ettikleri, düşündükleri ve düşledikleri gibi yaşamalarına ve ufukların ötesine dek ulaşmalarına olanak vermek, soydaşlarımızın çığlıklarıyla, acılarıyla, umarsızlıklarıyla ödeşmek istiyoruz. Biz başkaldırıyoruz ve senin yarattığın bir dünyanın, sorusuz, sorgusuz kulları olmak istemiyoruz. Senin, tek bir tanrının, bir mabudun hazzı ve gururu için, düşlerine prangalar vurulmuş köleler olmak istemiyoruz. Ve sen istesen de istemesen de çekip gideceğiz biz...'

Ve Exodus böyle başladı.

Uyandım...

Mutsuz ve umutsuz yaşamımda gördüğüm, sayısız karabasanlardan biri; pencereyi açtım, bir kumru güneşin doğuşunu kutluyordu ötüşüyle, bir görevlinin süpürgesiyle yıkanıyordu sabahın serinliği, bir araba geçti egzoz gürültüsüyle, kaldırımlardan neşeyle okula gidiyordu kızlar, bir kepenk gıcırtısı bütün mahalleyi sarstı ve inanılır gibi değil ama bisikletli Maria, benim canım arkadaşım, yoldaşım, birden köşeden çıkarak, el salladı.

Bana doğru geliyor...

Gördüğüm karabasanı anımsadım ve korkunç bir suçluluk duygusuna kapılarak, üstümü başımı yokladım, ezildim, ufalandım ve karayar bir kuyunun içine saklanmak ister gibi, alabildiğine utandım artık kendimden...

Kapıyı açmak üzere koridoru  geçerken, sanki görünmez, tuhaf bir şey kolumdan çekti...

Tanrı, bunun neresinde!..
61
Ağır bir grip geçirdim. Maria ilgilendi bir hafta boyunca, tanrı dünyayı yedi günde yaratmış ama yedinci günü dinlenerek geçirmiş, ben yataktan kalkamadım bile, Maria'nın benimle, benim Maria'yla, o derinlerden gelen, ruhsal bağımız olmasa ne olurdum bilemezdim, bazı dostluklar, tanımlanamaz özveriler üzerine kurulu, nasıl yoğruluyor bilinmiyor, daha çok Maria gösteriyor bu özveriyi, ben henüz kendimi sınamak fırsatını bulamadım sanırım, ama yüreğimden onun kadar bağlıyım Maria'ya, duyumsuyorum, derin bir dostluk besliyoruz karşılıklı ve ama o bunu kanıtlayabiliyor sürekli, insanın dünyadaki yalnızlığını, kozmik umarsızlığını derin bir dostluk, bir arkadaşlıkla geçiştirmek belki de olasıdır, ama mutsuz gönüller, bu neye yarar gibi içinden çıkılmaz, sürgit karamsar sorular üretebilir yine de, dünya  baş edilmez bir ikileme dönüşür böylelikle, ruhumuz ele geçirilmez bir kale olur ve yaşamımız boynumuzda taşıdığımız dokunulmaz, benliğimizi yakıp, yok eden bir muska, oysa dünya bir kişinin algılayıp, inatla tanıtlayarak, evet böyledir diye sanrılaştırabileceği, ne bir mücevher, ne de bir  cüruf olamaz, ama insan işte, en az onun kadar garip bir bileşen, kendinden çıkamıyor kimi zaman, çıkabilse gittiği yer esenlik dolu bir dağ başı ya da makinelerin işsiz bıraktığı bir cennet mi olacak, karmakarışık her şey, düşünce cehennem meleği gibi, gülümsüyor ama neyle karşılaşacağımız, nereye sürükleneceğimiz belli değil onunla, düşünce olmazsa olmazımız, dünya amansız  yurtlağımız, kozmos Havva anamız ve yarattığımız tanrıda babamız, biz ise bir türlü büyümeyen bir bebek; prematüre hem de, başını bile taşıyamıyor hala, kaldıramıyor ve bakamıyor karşıya bile, belki düşündüğünü sanıyor, üstelik sanısı gerçek olsa bile, değilse bile, değişkenlikle ve bilinmezlikle, zaman yolculuğunda, sürüklenip gidiyor olması, onun yazgısı, ne yapmalı; yaşamalı, zaten yaşıyor, düşünmeli; zaten düşünüyor, ölüp gitmeli; zaten ölüyor, haz almalı; alıyor, kederler içinde sürüklenmeli; bir o mu eksik, en büyük başarısı ne yazık ki...

 Biz soru bile üretemiyoruz henüz, ürettiğimiz soru, emin olamadığımız belirsizliklerin tanımı, içimizde var olan şeylerin çıkarımı, temel ve gerçel soru nerede ve o soru ne... Onu bilemiyoruz ki, tanrıya bağlanıp kurtuluşu aramışız ne yazık ki, gene de kaçınmak gerekir  kaotik yıkımdan, düşüncenin acımasızlığından, şeytanın oyunlarından, tanrının bitinsiz aldırmazlığından, ama olmuyor işte, çünkü onlar içimizde, bütün sorun kendimizden kurtulamadığımızdan mıdır peki, bilemiyoruz ki, deliliğin edimleri diyerek, geçip gitmekte var, köprülerin ortasından, sahillerin dalgasından ve bizi sevecenlikle kucaklamasını bekleyip, arzuladığımız, dünyaların, evrenlerin yarasından...
 Evde bir hafta boyunca kıpırdayamadım, eşik cini gibi dönüp durdum yatağımda, zorunlu olarak tuvalete kalkma dışında uyudum, gece Maria gidiyor ister istemez, geçen gün gece yarısı, kalkmak zorunda kaldım, ışığı yaktım ve ama öyle bir ateş ve sanrılar içinde sürükleniyordum ki, önümü hayal meyal görebiliyordum, uğulduyor ve başım benden uzakta öyle bir dönüyordu ki sanki, tutunarak ilerliyorum ve  nereye gittiğimi bilemiyordum, anımsadığım, açık mutfak kapısının yanından geçerken, öylesine içeri baktım, birde ne göreyim, bir gölge dışardan pencerenin pervazına tutunmuş, içeriyi gözetlemiyor mu,  inanın başı bir mefisto gibi görünüyordu loş ışıkta, yarı karanlıkta, sanki yalnızca dişleri sırıtan bir şey varmış gibi geldi bana, göz göze gelince birden başını eğerek yitti, ne bileyim, her zamanki gibi düş görüyorum sandım, ister istemez durdum ve geriye dönerek yine baktım,  davranışlarım, bilinçli bir akışın içinde olmaktan uzaktı, yarı korku, yarı kabus bir gel git arasında olabilirdim belki de, sonsuza dek buralarda yaşasam, ben bir yabancıyım yine de, elimde olmadan, geriye dönüp  baktığımda, adam üzerine geldiğimi düşündü sanırım, içerdeydi belki de ve ışığı yakınca, pencerenin pervazına tutunup dışarı çıktı, aman tanrım, kendini aşağıya bıraktı işte, apartman boşluğuna, oysa ortamın gerilimini ölçseler, benim düşmem gerekirdi aşağıya, gerilim derken, gerçekle, gerçek dışı bir sanrının içinde yüzüp gitmeyi söylüyorum inanın, adam bağırmaya, yakarıya başladı, epeyce bir süre yardım ister gibi inledi, işte hesap verme günü geldi, hiç beklemediğiniz bir sahnenin içine girip, melek rolüne mi bürünmeliydim ya da bir düzen bozuğunu yakalamanın hıncıyla gülümsemeli miydim veya tasımlanır bir olabilirlikler dünyasında, sağ duyuyla bekleyerek, olasılıkların kristal karmaşasında, bir seçeneğe bel bağlayıp, günahsız bir figür olmanın sakınımsız erincinde, olay ufkunun içlerinden, umursuzca geçip gitmeli miydim...
 Ben hangisiydim...
 Ağlamaya başladım, sinir krizlerinin eşiğinde olmak bir türlü peşimi bırakmıyordu ki benim, bir tehlikenin yanına gidip ona yardımcı olmak,  bir hesaba dayanmaksızın olsa da, görkü sana yönelse de, bir seçim zorunluluğunda bulunmak...
 Onun düşüncesi bir evdi sonuçta, yönelimiyse, eşyalara tutkun olmanın verdiği ıstırapları sürdürmek veya çarpım tablosunun yüz kızartıcı uçurumlarında, paydalardan arta kalanı, kendine mal etmeye çalışarak, dışlanmışlığın dayanılmaz ürküsünde, çarkların içinde, ufalıp, ezilerek, yok olup gitmek ve kimselerin başaramadığı bir yoksamanın, hiçsemenin eşliğinde, varlığını kanıtlamaya kalkışmanın acınası, benliğine, bedenine zorbalıklar bağışlayıp, dış dünyanın dikenli telleriyle, gülümseyerek söyleşen, bir anlamsızlıklar uygarlığının, bilinmezlikleriyle oynayarak, safçıl bilinenin sırtında at koşturmak ve belki de şaha kalkmak...
 Sözü uzatmak anlamın bozunmasına yol açabilir.
 Bir süre sonra, adama dedim ki, benim seninle bir sorunum yok, -ne demekse- neyin varsa al git,  merdivenlerin, apartman boşluğuna açılan penceresinden, açıkta duran mutfak penceresine geçerek, içeri girmeyi düşünmüş sanırım, büyük tehlike, çünkü, dünyaya meydan okumanın ve  ölümle şakalaşmanın daha ehven yolları var, ama tehlikenin sarhoş ettiği insanlardan tanırım, alışkanlıklarına tutkuyla bağlıda olabilirler, adrenalin yüklüdürler ve bu becerilerini, her  yerde yineleyebilirler, onlar için kalıpsal bir şey bu, açık duran pencerede, yüz vermeyen bir kızın geleceğinde, kalabalıkların içinde, doğanın pençesinde, neden korkmak gerektiğini bilmenin büyülü eğlencesinde...
 Benim ayakta duracak halde olmadığımı, nereden bilsin, cinlerle, perilerle, deccalım ve Mesih'imle üstüne geliyorum sandı herhalde,  merdiven penceresinin dibine koyduğu ayakkabı ve beze benzer bir kaç şeyle, yırtık bir gömleği girişe bıraktım ve bir yarı ölü gibi gidip yattım, kimseden ses çıkmıyor ki bu dünyada, kimseciklerden, inlemeleri bir süre sonra kesildi ve ayakta duracak halim yok, ateşim humma sınırında, ama apartmandan kimselerin böyle biriyle ilgilenmemesi çok şaşırttı beni, gerçekte bir günahla ortak olup, cebir dolu bir alışverişin işbirliğiyle kendinden geçme tutkusu, bir iyiliği, sevgiyi paylaşmanın çok üstünde bir alışkanlık ne yazık ki, adam bir süre sonra, acıları dinince  sanırım gitti ama o günden sonra içimde bir ikircim kaldı, acaba bir Kafka böceği gibi aşağı inip yardım mı etmeliydim, yardıma muhtaçların işbirliği onları kurtarabilir mi ki, kimse ilgilenmeseydi de, gerçekte belki bana düşüyordu gerekeni yapmak, yaşam işte, ötekilerin kayıtsızlığı ve yarı uykulara sarılarak gizlenmiş umursamazlığı ve benim mecalsizliğimle, sürüp giden bir karmaşanın düşünsel sanrıları, eğriyle doğrunun kendini kesenkes biçimde kollayarak yarıştığı bir çağlayanın azgınlığında, herkesin bir diğerini suçlayarak, akıp giden hayatın içindeki korkunç yalnızlığı...
 Ben şimdi adamın yanına nasıl ineyim, senin yüzünden oldu bunlar diyebilir, kendinden geçerek, cezaların uyuşturan sevdasına kapılabilir, olay ikimizin de yaşamında bir dönüm noktası olmanın acımasızlığıyla süslenebilir, gelin görün ki, ne olursa olsun, nasıl gerçekleşirse gerçekleşsin adamın  tavrı, edimleri ve bakışı, beni olayın istemsizce ya da bilinçle veya başka bir nitelemeyle bile olsa da, yaşamının içine aldı, benim anlağımı eğerek büktü ve sürükledi, keman bununla baş edebilir miydi, ideallerim bu anın neresinde duruyor, olayın gelişimi ya da şiddeti beni nereye sürükleyebilirdi.
 Basit ya da karmaşık bile olsa, bir sorun anlakta insanı nerelere sürüklüyor, somut ve soyut göstergeleri yazgımı belirliyor neredeyse, sanrılar başlıyor, düşmanlıklar oluşuyor, akış aksıyor, yöneliyor, değişiyor ve benim olaya katkılarım, gelecekteki olasılıklarımı açıkça belirliyor, yönlendiriyor ve belki de hiçliyor.
 İyi ya da kötü demek yetmiyor bu olguya, çekincelerin doğrultusunda, bilinmezliklerin kucağında yolculuk etmek, yazgımızın bir oyuncak gibi değişkenlikle sürüp gitmesini önermek; kimin işi diyorum ben buna ve şaşırmakla yetiniyorum yalnızca ve yeryüzüne doğru eğilerek, uçurumları inceliyorum artık, serinlik veren, yarı yeşillik, yankıların yitip gittiği uçurumları, coşku veren kahkahaları, eğlencenin ve aşkın görkemli serenatları ve açıkçası yaşamın düş kıran, düşlerle, düşüncelerle, hep el ele süren yolculukları.
 Minik manik bir evrende, neredeyse bir edim bile, bizi evrenin sınırları dışına sürükleyebilir, düşün evimizde; evrenin biri bizken, dünyamız başka bir evren, anın parçasında onu içine alan; kozmos başka bir evren ve hepimiz ona ve birbirimize bağlıyız henüz, kozmosun ötesinde ne var bilmiyoruz, ötesi var mı onu da bilmiyoruz, tanrının işbirliğiyle geçiştiriyoruz bilinmeyeni, aksi kanıtlanana kadar geçerli demek; onu güvenilir kılıyor, ötesi ne demek peki, bir bilinmeyenin tasaları, bir anlaşılmazlığın parçası olmak, bilinmeyenin bilinirliğini olası kılabilir, bir anlaşılmazlığın bir yanıyız biz, bir parçası, buradan sürdürerek, öbür yanını, giderek tümünü anlayabilir, soruyu çözebiliriz, çözebileceğiz, bir gün sorun çözülecek, yeni sorular doğurarak, o da yeni yanıtlar üretecek ve başlangıca döndüğümüzde anlıyoruz ki, soru dediğimiz şey, gerçekte salt biziz. Sorunun kendisi, yanıt üretebilir mi, belki de...
 Hafta başı, pazartesi günü, biraz canlandım ve yedi günlük bir akışın içinde, tüm ideallerini unutmuş, yaşamla bütün bağlarını  koparmış, sekteye uğramış, her şeyi nötralize bir dengeye kavuşmuş biri olarak, sokağa çıktım, bedenim biraz canlanınca, eski varlığıma dönmeye başladım, ideallerimi düşünmeye başladım, nevrozum gene başladı belki de ve yaşamsal bağlarım yeniden kuruldu, düşlerim gene ayaklandı ve insanlara uydum bütün gücümle, bir kurgu mu bu, bir biçim ya da algı oyunu, biz bu muyuz bir zorunlulukla, boyundurukla ya da bir iremin, bir estet hülyasının, bir meleksi olasılığın,  tanrıcıl bir ütopyanın sevdası mıyız biz, dedim ki kendime, yinelenip duran sorularda yorucu olabilir, temiz bir hava al ve kendini akışa bırak ve şakayla sürdürdüm, arada bir akşam ki olayı da anımsa...
 Ölümü arayışım ya da onu özlemek için bile olsa, ayakta duramamak, bir hafta boyunca yatağa tutsak olmak, ölüme daha bir yaklaşmak anlamına gelmiyor onu anladım, dirim içinde, bedenen sağlam ve ruhen coşkulu olmak gerek, benim için ölümü arayışım; yaşamla düello edebilmek, bu tür ölümü ve onu düş kırıklığına uğratarak, alt etmek ve bir biçimde öç almak o vefasız yosmadan; garip...
 Geceleri kendimden geçtiğimde,  Sahra kumlarından parçacıklar ve bir toz bulutunun içinde, acayip kılıklı, peçeli atlıların koruduğu kervanlar yaklaşıyordu içime doğru, bir tünel gibi açılan içimde, rüzgarlar esiyor, sayısız trenler, vagonlar  geçip gidiyordu, çölde bir vahada uykuya dalıyor, deve tüyü lifleri  dökülerek üzerimi kaplayıp, örtüyordu, beyaz bir kefene sarılı gibi görünmez oluyor, uykuya dalar gibi, ölüyordum neredeyse, sonra bir ormanın içinde, mantar sporları ve ölü menekşe yaprakları sarıyordu çevremi, bazen bir meydanda, silik, görünmez yüzlerle dolu bir kalabalık,  öldürmeye geliyordu ya da ne kadar koşsam bir adım bile uzaklaşamıyordum, acaba dedim kendime, reenkarnasyona inanmalı mıyım, çünkü bir önceki yaşamımdan esintilerdir belki de bunlar, ne bileyim, gariplikler, bu tür düşüncelere sürüklüyor insanı, çok önceleri, Prusya denen otlaklarda, taburlar arasına katıldım da, bir yatağan darbesiyle başımı uçurdular belki de benim, belki de Güceratlı bir tüccarın yetim çocuğuydum, belki de aydan gelip dünyaya yerleşen bir klanın başıydım ve ben  o zamanlardan kalma görüntüleri mi görüyorumdur sürekli, bazen inanmak için, olanlar size yardımcı olabilir ve ama inanmak istemeyen kadar kimse sağır olamaz demiş Mendeleyev, belki de insan kendi yazgısını, kimi zaman kendisi hazırlıyordur.
 Düşlerin sınırı yoktur, hayatınsa sınırları vardır, ama düşler gene de hayata yenilirler, bu bir paradokstur, sınır, sınırsızlığı içine alıyordur. İlginç olansa bunları bile karabasanlarımda görüp, düşünüyor olmam, düşler, düşküler iç içe yani, bir düşün içinde olduğumuzu düşünüyor ve ondan kurtulmayı düşlüyor, düşünüyorsanız, bir de bakıyorsunuz o da bir düşmüş meğer, minicik siyah kurumlar üzerinize yağarak, insan derisi döküntüleri ortalığı kaplarken, düşünüyorsunuz bunları ve kurtuluşunuzda, bir düş oluyor belki  o zaman...
 O zaman şöyle diyorum artık kendime, eğer bir  düş de, bu bir düş, uyanmalıyım işte derken, başka bir düşün içine sürüklenebiliyorsam, gerçekten uyandığımda, belki de ve ama neden başka bir düşün içinde  olmayayım ben...
 Genellikle böyle düşünenler, bu düşlerin içine girip, çıkmakta zorluk çekenler ama bunlara kapılanlar, çelimsiz bedeni yenik düşenler ve bu görüntülerin arzularıyla coşarak, hevesle dolarak, yolunu bu tür sapaklara çevirenler... Neyse ki üç başlı, kuyruğu mızraklı, çelik kırbaçlı zebaniler, gerçekten öldürmüyor ya da işte öldüm, artık bu düşten asla uyanamam diyemiyoruz, çıkmazların, labirentlerin,  paradoksların içinde sürüklenip gidiyoruz.
 Bizlerden uzak, hayvanların dünyası kim bilir nasıl, onların bakışlarıyla konuştuğuna inanıyorum -bu daha büyük bir gelişmişlik demiyoruz ama- mızmızlanırken,  gidiyorsun ha diye yas tutan köpekler bilirim ben...
Bazen yaşamı anlamak için tanrının da ötesine geçmeye kalkışıyorum, onun sınırlarında durmak, hepimizi teskin ediyor belki ama yatağa düşünce, tanrı uzaklaşıyor bizden, hayvanlar aleminin dili olsaydı, anlayabilseydik, belki de yaşamın gizi çözülebilirdi bilinmez... Akselerasyon ve tanrının işleri, her şeyi iyiye yormak için, ama dizginleri elinizden kaçırdınız mı,  hiç bir işe yaramıyor ve iyiliğin melekleri ve öğle üzeri, bir elişi tanrısının işleri, dört nala uzaklaşıyor bizden...
 Peygamberlerin çoğunda, saranın zorbalığı  -epilepsi- varmış, yalvaç uçurumu derlermiş, epilepsiden umarsız dertler içine gark olmaya, demek ki; sanrılara kapılmak elçilerin biricik işi. Beethoven'de işitme zorluğu çekerken, sanrılara kapılıyordu ki, işitip,  duyamadığı halde o besteleri yapabilsin, bir saranın travmatik fonetiği olmasın işleri, yaratım bir sanrının ve bir sara dünyasının işleridir belki de, okunaksı, anlaşılır, dinlenilir olmak en iyisi ama insanlar, anlam kaymalarından, tersi kadar hoşlanıyor olabilir, çünkü dünya gerçekte sıkıcı bir yer, sevinçte terk edilebilir, düşüncede, acılarda -zorda olsa-,  gerçekte  anlaşılmaz olanda yalnızca bu, arayıştır tüm gerçeklik ve haz derken, kendi kuyruğunu yiyebilen ve kendine yönelip, kendini de tüketebilen bir canavarla konuşuyoruz biz...
 Şöyle bir şey okudum, kim bilir, pek beğendiğimizde, bana bağışlandı bu bilit demek belki daha doğrudur. Zamanın birinde, bir çoban sürüsünü kaybetmiş, başlamış ağlamaya, yalvarıp yakarmaya tanrıya, köylüye ne derim ben diye, çığlıklarına köylüler gelmiş ve demişler ki; Sürün köye çoktan döndü, ağıllara  girdi  bile, yolunu kaybeden biri varsa, o da sensin. Ey Kenan'ın çobanı; Sen yolunu kaybetmişsin.  Kim bilir gaipten haber alıyor olmak, işte böyle bir şeydir, sesini duyurmak ve yol göstermek sevdasıyla, ermişliğin düşlerine kapılmak, varlık yokluk ikileminin umarsız yollarında, iyicil düşlerin pençesinde savrularak, yolun yordamın yalın ve soylu gözetiminden uzaklaşmak ya da kendini tanımanın gayya kuyularında, ateşler içine düşerek yanıp kavrulmak.
 İşte gerçekte belki de biz, hepimiz, yolumuzu kaybetmişizdir, yolunu kaybetmişlerin içinde, yolumuzu göstermeye yeltenenler, bizi nereye çıkarabilir ki, bir yanlışın içinde, hiç bir doğru bulunamaz, bilinir ki geçip giden çağlarda,  güneşin  ayetleri ve sağrısının çekiciliğinde ana tanrıça gibi parlayan dolunayın tüm surelerine karşın, bir adım bile ileri gidebilmiş değiliz.
 Biz, büyük insanlık...
 Perküsyon dinlerken, ilahi bir kemanı aramak, onu ararken, günahlarımızı çoğaltan piyano çalmak, sessizliğin seslerini yüceltirken, korkunç bir kakofoniye bulanmak huyumuzdur bizim. Yatağımda titrerken, bir gün düşlerime dönebilecek miyim acaba diye çok düşündüm, oysa onlarda bir anomaliydi gerçekte... Belki de bir zamanlar tanrıydık biz, insanlığa evrilip, yüceltildik onlara göre... Bize göreyse, tanrının günahlarını üstlenmek için aracı kılındık biz, kul olduk ve yenildik, kozmik takvimin göstergelerinde, evrenin uçurumlarına sığınarak, gizlenmeye çalıştık onlardan, kendimizden ve bir  vehme kapıldık, olanları ve olmuşu, sürgit  yineledik, taklit ettik baştan beri, başlangıçtan bu yana,  gözyaşlarımız belki de, o günlere yakılan ağıtlarımız, yasımızdır, biteviye  bir geçmişe ağlayışımızdır, tanrı bizi cennetten kovdu diyerek söylencelerle avunsak da, yerden göğe kadar kutsayıp, beğensek de kendimizi, bir trajedinin kurbanlarıyız biz ve yalnızca iyiliğin, iyi gün tanrılarının göstergeleriyiz.
 Biz cenneti, dünyadaki başarısızlıklarımız ve beceriksizliklerimiz yüzünden düşlemiş olabiliriz, burada ağlıyorsunuz ama üzülmeyin orada gülecek, düşlerinize kavuşacaksınız, umarsızlığınızı unutun, size vaat edilenleri bile  düşleyemediniz henüz.
 Tasasızlık özlemi belki de bir tür cennet, oysa gerçekte utanç verici bir şey bu, çünkü güneş doğmalı, ay yükselmeli, deniz kabarmalı, çiçek açmalıydı bu dünyada, göz bakmalı, kulak duymalı, dil konuşmalı ve el çalışmalıydı, bu olmadı mı, olmadıysa eğer, aksayarak yürüyorsa bu dünya, umutsuzluk oradan yükseliyor. Cennet, yeşil çayırlar, kımızı güller, leylaklar, begonviller, manolyalar, ulu çınarlar, pınarlar ve sedirler demek değil mi...   
 Oysa cenneti hak tanırlıkla düşleyebilmemiz için, bunların hiçbiri yeryüzünde olmamalıydı, çünkü yeryüzünde bu sayılanlar var ve dünya dillerimiz dönmese de, gene de tamunun ören yeri!..
 Düşünmek arayıştır... Bunun koşulları ve konumları var, değinmeler, evrensel ve gelenekseldir belki de, ama aşk, ölüm, zaman, acı, yaşam, sonsuzluk, eşitsizlik, aşkınlıklar, varoluş, hiçlik ve öze, cenine dönüş özlemi gibi, başlangıca, ilkinsil olana yolculuk hepsi, tümü iç içe...
Savaş ve barışta, bir paranın iki yüzü gibi yazgının kekre, esrik ve  birhoş çığlıkları arasında yer alıyor. Tarkovski, insanın sorunu; niçin var olduğunu bilememesi, algılayamamasıdır diyor. Ona göre her şey olduğu gibi kalabilir, kadın kadındır, erkek erkektir ama ruhani sorunlarımız var, niçin buradayız ve neden yaşıyoruz, onu bilemiyoruz işte diyor. İki insan, bir dünyaya sığabilir ama bir düşünceye sığamaz. Sığabilseydik sorun olmazdı belki ama her düşüncenin usandıran, bezdirici dolambaçları vardır.
Ayrılıklarımız, belki de bir düşüncenin, iki insanı bile barındıramayışındandır. Aynı dünyada yaşamamız olasıdır belki, ama aynı düşünceyi barındıran iki varlık olanaksızdır gerçekte. Düşünce farklılık için vardır.
 İşimiz zor...
 Sorular sonsuzdur belki ama yanıtlarımızda sonsuz, bu yüzden ortak bir noktada buluşamıyoruz, buluşsak da zaman ayırıyor, ayırabiliyor,  bizim yazgımız bu ama, sorunu nasıl çözebiliriz...
 Tanrı şunu diyebilir mi, ilkel çağlarınızda birbirinizi öldürdünüz, yok ettiniz, bakın şimdi öldürmüyorsunuz, büyük bir beyin olup, kafadan bacaklılara dönüştünüz, mutlu musunuz... Garip, böyle bir şeyi bugünün insanının isteyebileceğini sanmıyorum, soyumuz tükenmiyorsa, festival sürsün diye düşünebiliriz...
Çözüm yok, çözüm tanrıyla, zamanla, insanla, evrenle olacak gibi gözükmüyor, ölümü kanıksayan ve hiçliği, yok olmayı kutsayan varlıklar olmak koşuluyla yaratılmış olabilir miyiz, gökler panteonunda bir konsül kurulup, ortak bir görüşe varılmış ve başarısız olunduğunda kıyametin kendini göstermesi ve hidrojen dağının patlatılmasıyla, piyese son verilecek biçiminde bir manifestoya parmağını basmış olabilir mi tanrılar!..
Yeryüzüne inelim, denizlere kar yağacak, seçim yinelenecek, ölmüşlerse yenilenecek, oy verenler yine oy verecek, vermeyenler gene vermeyecek, abisal ovalar yeşerecek, güller gülecek, Khoury cinsi bukalemunun gizi çözülecek, sezyum atomunu sezdiklerinde köylüler delirecek, yılan yıldızları yine geri gelecek vb... Derinliğine düşünüldüğünde bir hiçlik ve olmuş bitmişliğin, sürgit dönen bir filmin suaresini andırır aynalardaki görüntüler!..
''Gelir bir dalgın cambaz. Geç saatlerin denizinden. Üfler lambayı. Uzanır ağladığım yanıma. Danyal yalvaç için. Aşağıda bir kör kadın. Hısım. Sayıklar bir dilde bilmediğim. Göğsünde ağır bir kelebek. İçinde kırık çekmeceler. İçer içki Üzünç Teyze tavan arasında. İşler gergef. İnsancıl okullardan kovgun. Geçer sokaktan bakışsız bir Kedi Kara. Çuvalında yeni ölmüş bir çocuk. Kanatları sığmamış. Bağırır Eskici Dede. Bir korsan gemisi! Girmiş körfeze.''
 Yaşamın, tüm olan bitenlerinin bir kaç dizeye sığdığını görebiliyor musunuz, biz ne yapıyoruz, Hamlet'te bir diyalog var; -Ne okuyorsunuz bayım. -Sözcükler, sözcükler, sözcükler... Bazen yaşamına son verenleri,  -özkıyım tutkunlarını- anlıyorum, bir şey değişmese de, bu harala gürele ve mutluluk veren afrodizyaklar, görkemli sofralarda bir ritüele dönüşen yoksulluklar, Jüpiter'den dönen uydunun bize verdiği gurur, kutuplarda yeni keşfedilmiş primat, barlarda kendisinden geçebilen cinsiyet, uçurumlarda baş döndüren sonsuzluk!..
 Bizi nereye götürüyor, yazmanın anlamı, konuşmanın anlamı ve sonsuzluğun kavramsallığında kendiliğinden bizi ziyaret edebilen susmanın anlamı, hiç bir çözüm üretemiyoruz biz.
 Bir anıştırma, buralı bir arkadaşım anlatırdı, her hafta sonu bir akademisyen, eğitimci, Şile kayalıklarına gidermiş ve kükreyen denize doğru, yüksek yamaçlardan haykırırmış; 'En büyük benim!..'
 Hepimiz için bir klişe, bin yıllardır değişmeyen, acaba orada, bizler Romüs ve Romülüs'ü besleyen vicdanın, kurt köpeği bile değiliz diyen biri çıkacak mı, olan biten Platoncu modernite, mağara söylemi bizi kurtaramaz, bizler hayvan değiliz, primatta değiliz, yalnızca bir anomali, bir sapmayız diyen... 
 Ne değişecek, hiç bir şey, işte düşüncelerimiz, bu denli kısır, bu denli aciz, bu denli hiçliğin içinde yüzen bir hiçlik. Bir şey değiliz, primat bile, biz var olmak için bir tanrıya sığınmış, tanrısını yaratmak-uydurmak zorunda kalmış bir hiçliğiz!..
 Nereye kadar koşacağız, nereye kadar konuşacağız, nereye kadar göz yaşı dökeceğiz, nereye kadar haykıracağız ve gülen gözlerimizin arkasındaki, kin, şiddet, vahşet, gammazlık, onulmaz gaddarlık ve barbarlık duygularımız nereye kadar sürecek ve biz gerçekte tüm bu oluntuların açmazlığında, ne zaman tükenecek ve ne zaman derin bir soluk alıp, varız diyebileceğiz...
 Biz Çar, Enola Gay, Küçük Çocuk, Tatlı Hala, Hiroşima, Taymır'daki yarımada, Nasa ve Ayşe tatile çıkabilir demekten ne zaman kurtulacağız. Üç boyutlu nesneler, yazılımlar yakında insanı üretecek, peki değişecek miyiz... Değişimden ne bekliyorsun diyecek kadar bir demans içindeyiz biz!..
 Yarattığımız bir şey yok, bulduğumuz bir şey yok, gördüğümüz bir şey yok, olanlar, olmuşların türevi!.. Garip nesneler ve kurduğumuz partiler; yinelemeler, derin bir köksüzlük ve kara komedyanın işlevinden başka bir şey değil!.. 
 Sorularımız sonsuz evet ama yanıtlarımız hep acımasız. Öyleyse kafesinde öten alaycı bir kuş değil de neyiz biz...
 Karşılıklı konuşmalarımız denge içinde, bakışlarımız hep dengeli, adımlarımız öyle, beklentilerimiz denge içinde, sınırı geçenler cezalandırılıyor ve topluca cezalandırma alışkanlığımız, tanrısal gerekçelerimizi süsleyen yortulara dönüşebiliyor!..
 Sanat, hiç bir şey, hiç bir işe yaramıyor, sanat sonsuzca anlaşılmaz ve ulaşılmaz boyutlara varmadıkça bir adım ilerleyemeyiz. Biz kimiz diyemeyiz ve biz yalnızca bir yinelemeyiz demekten kurtulamayız, vazgeçemeyiz!.. Geçmişe gömülerek, ona bağlanarak bir adım ileri gidemeyiz, gidebildiğimizde sonsuz mutlan ve kozmik korkaklığımızın pençesinde geri dönerek, yokluk ve hiçliğe dönüş özlemine de dur diyebilmeliyiz... Tanrım varsayımı var say!..
  İşte içimizden biri...
Biz buyuz ve anlak içi konuşmalarımız hiç bir şeyi değiştiremediği gibi, olan bitenin hepsi her şeyin, vahşice ve umarsızca bir yinelemesi...
Tanrı ve insan aynı şey bu durumda, savaş ve barış aynı şey, evren ve dünya aynı, birbirinin değişkesiz bir yansısı, yanılsaması!..

''Tanrım neler oluyor? Biz kaybediyoruz, o kazanıyor. Krallığından kovduğun evladın dünyayı yönetiyor. Her yerde onun izleri var. Dışarıya bak, dünyaya bak. Senin evlerinde sana sığınanlar metal kurşunlarla öldürülüyor.
 Kusuyorum. Soyut kusmuğumun içinde yüzüyorum. Nasıl bu hale geldim. Aynaya bakıyorum ve yine kusuyorum.
 Beni bu denli önemsediğin, seni bu denli önemsediğim için üzgünüm. Öyle öğrendim.  Ruhumu ona satarken farkında değildim. Sana inandığımı sanıyordum. Geceleri sana dualar ediyordum. Sonra sana kızdım. Neden engel olamıyordun ki... Sen değil miydin hepimizi seven. Hepimizi evladın gören. Beni neden sevmiyordun... Neden doyurmuyordun açları, neden susturmuyordun silahları, sonra anladım. Onlar için hiç dua etmiyordum ki ben. Tüm dualarımda ya terfilerim, ya başarılarım, ya sevdiklerim vardı. Bir öksüzlüktüm ben. Hiçbir akşam aç çocukları doyurmanı, evsizleri soğuktan korumanı istemedim ki senden. İstediklerim hep benim içindi. Sana kızmaya ne hakkım vardı ki...
 Evine geliyordum. Ama hep onun emrindeydim. Ruhum onundu. Bir bedenden bir bedene uzanıyor, etanolun uyuşukluğunda çılgınca dans ediyordum. Yanı başımda insanlar açtı, bilmiyordum. Dört bir yandan  çocukların ağlamaları geliyordu, duymuyordum. Ben daha fazlasını istiyordum. Onun bana sunduklarına ulaşmak istiyordum. Daha çok kazanıp, daha lüks yaşamalı, daha çok tüketmeli, daha çok sevişmeli, daha uyumlu gözükmeli, daha değerli olmalı ve bunun bedellerini ödemekten kaçınmamalıydım. Mutluluk budur sanıyordum. Ben böyleyken, sana kızmaya ne hakkım vardı ki...
 Evrende bir nokta kadar bile değilken, her şeyin benim çevremde döndüğünü sandım. En büyük, en güzel, en yetenekli bendim. En varsıl, en becerikli, en çalışkan, en çok alkışlanan olmayı hak ediyordum ama herkes kötü, her şey bir haksızlık sanıp yazgıma ve sana kızıyordum. Oysa her şey bir balondu. Belki de şeytanın kutsal şekeri...
 Dostlarımı aradım. Dostlarım olsun istedim. Dostlar nerede... Dost nerede... Dostluk acı istiyor. Dostluk dayanışma istiyor. Kaç yıldır dostlarım yok. Mey evlerinde içki içtiğim, gezip güldüğüm eğlendiğim insanlara, nasıl dost diyebilirim ki. O kadar yalnız ve o kadar koruma altındayız ki, dostumuz yok. Savaşta değilim ki, beni cepheden çıkartan adamı bileyim.
 Dostlarımı sınayamıyorum ki. Ödün vermediğin, kendinden vermediğin, özveride bulunmadığın birini nasıl dost tanımlarsın ki. Benim hiç dostum olmadı ama gördüm ki ben dost olamamışım ki... Vermek için almayı beklerken, nasıl dost bulabilirim ki... Ve nasıl sana kızabilirim ki, yalnız olmaklığımdan...
 Sevişmeyi unuttum, aşkı anımsamıyorum bile, en kösnül gecenin sonunda vecde kavuşurken acı çekiyorum, ya kamçıların biri, bir ben daha yaratırsa. Bir bencil daha. Şeytanın insanı.
 Uzaktan kumandam elimde, öyle kolay zaplıyorum ki. Ankorman kıza bakıyorum. konuşmacıya bakıyorum, ekranda savaş alanından cesetler var, çığlıklar var, on saniye sonra rengarenk bir faşing görüntüsü. Bu ne hız. Yetişemiyorum. Midem bulanıyor kusuyorum.
 Hamsterler gibi yaşıyorum. Bütün yaşamım. Koşturmacalarım, hedeflerim, üzüntülerim, nefretim, aşklarım... Kafesin içinde dönen tekerlekte, basamaklı çarkta, yollar nasıl da kısalıyor, sonsuzca, koşup duran hamster gibi. Yarın sabah öldüğümde patronlarım, övgülerle masamı doldurmak için, özgeçmişimi dolaptan çıkartacaklar. O çok ağlayacak. Ama nereye kadar... Hangi acı, hangi ölü unutulmadı ki, üstelik ben. Ben kimim ki... Bir kuşak sonra mı unutulmuş olacağım.
 Yitirilmiş bir dünyanın zavallısıyım. Dönüşüm yok. Pisliğin içinde yüzüyorum. Dibe doğru iniyorum. Yanılsamaların içinde her gün biraz daha dibe... Çıkış kapım çok gerilerde.
Eşyalarım, odam bulanıklaşıyor. Titriyorum. Sırılsıklam debeleniyorum. Yatağımın üzerinde, annemin karnındaymış gibi, cenin pozisyonundayım. Savunmasızım. Tüm kalkanlarım, tüm kozlarım yerde. Tek istediğim bana dokunman... Beni sevdiğini, beni unutmadığını ve en önemlisi beni affettiğini bilmek istiyorum. Kapını çaldığımda beni cennetine almanı istiyorum. Ben kötü değilim. İnan kötü değilim...
 Gözkapaklarım ağırlaşıyor. Derin bir soluk alıyorum. Karanlık, sisler içinde bir dünyada, başkalarına sövgüler düzmeden, lanetler okumadan dolaşıyorum. Korkmuyorum. İlk kez dinginlikle gülümsüyorum. Çocukluğumdan kopamıyorum. Annem, babam, bakkal İsmael, şekerlerim, işe yaramaz topum... Nasıl da gülüyorum. Bu çocuğu ben nasıl harcadım. O, ben olamaz. Çok geç biliyorum ama, sana karşı en büyük ve son günahımı işlerken, sevginin, özverinin, paylaşmanın, başkalarının ne demek olduğunu anlıyorum. Son günahımda arınıyorum. Beni bağışlar mısın... Onları bağışlar mısın...  Ne yaptıklarını bilmiyorlar ve hiçbiri kötü değil. Kurtar. Bağışla onları. Ağlıyorum. Affet. Lütfen Tanrım!..''

 İçimizdeki bir şiirle bitirmeliyim yine de... Ve her şeye sonsuzca ve kanımızın son damlasına kadar karşı çıkmalıyız. Çılgınlık ve işkence kıyamete kadar, bir kuduz gibi sahillerden, bozkırlara, gökdelenlerden, şatolara kadar sürsün.  Kanımızın içine, salyaların iştihasıyla, bulaşıcı, yok edici bir virüs gibi girsin diye!.. Ve bu uğurda, sonsuz bir erinç içinde, görevini yapmış olmanın bedbinliğiyle, ben farklıyım, ben başkayım, ben söylüyorum, ben biliyorum diyebilmek için ve öyle sanmaları için.
 Çevrede, hep başını eğenlerle söyleşmek, hep aynı kitapları, aynı şiirleri okuyup, o bildik kemanı, telin üstünde, sürekli titreyen ve inleyen, o Sırat'ı çalıp durmaktır belki de benim yazgım, benim yazgım, yalnızlık dolambacım ve umarsız çıkmazım belki de budur...

'Dostun evi nerede, diye sordu, günün battığı yerde süvari. Gökyüzü biraz duraksadı. Dudağındaki geçici ışık dalını, kumların karanlığına bağışladı ve Ağaca varmadan, Tanrının düşlerinden de yeşil, asma dallarının indiği bir sokak var. Ki orda bağlılığın tüyleri kadar mavidir aşk. Erişkinliğin arkasındaki o sokağın, ta sonuna kadar başını çevirme. Sonra yalnızlık çiçeğine doğru, yönünü değiştirir, İki adım kala güle, Mitolojik toprağın ölümsüz fıskiyesinde durursun. Orda yakalar seni ağdan bir korku. Gökyüzünün içten akışında, bir hışırtı duyarsın. Bir çocuğu görürsün, Yüksek bir çama çıkmış, ışığın yuvasından yavrular toplamaktayken, İşte ona sorarsın; Dostun evi nerede...’
Son yaklaşırken, düşünceler gemi azıya alırmış, hiç söylemediği  bir diskura kapılır, hiç kapılmadığı düstura gönül düşürürmüş insan...
Dostun evi nerede...
Öyleyse, benim özkıyımım kendimedir.
62
 Kafede buluştuk gene bizimkilerle, bu tür işlerin kompetanı, biz ona 'Büyük Makarenko' diyoruz, işte onun önderliğinde, deli dolu, gene  atıp tuttular önlerine gelene, küfür, aşağılama,  övgü, sövgü, düş, düşün, lanet, kehanet,  ide, ilenç, kin, doktrin,  tapınç, kutsama, hayranlık, aşağılama, aşk, meşk, savma, bozma, varlık, yokluk, oyun, tozun, uzay ve pazar, anlağınıza ne gelirse serbestçe konuşulabilir, fiziki dokunca ve vandalizm dışında. Yok, yok yalnızca, ortadan kaldırma yok, sözün sınırı yok ama bedeninizin sınırları içinde kalmak koşuluyla, sözünüzden hareketle, eyleme geçme yok, kafenin duvarındaki resmi indirip, çiğneme veya parçalama yok, o zaman o kişi dışlanıyor, ama istediği kadar konuşabilir, eleştirebilir ya da yerden yere vurabilirsiniz, ne bileyim ben, bu günümüz dünyasında bir çözüm gibi sanki, ama her zamanki gibi çözümsüzlüğün çözümüdür bu elbette.
 Picasso'yla başladık gene tartışmaya -yer değişmedikçe söz değişmez-, kafede ki o sıradan görünümlü ama kızgın adam bu kez şunları söyledi, hepimiz kompleksliyiz, kaybedenler kulübüyüz ne de olsa, onun için baştan aşağı yargılama ve argo baş tacımızdır, o zaman evlerimize doymuş bir ruh ve esnek, deşarj olmuş bir bedenle dönüyoruz, mutluyuz kısacası o küçük dünyamızda, belki bu da bir şeydir, kim bilir.
 'Çok berbattır, resimleri karikatürize ya da birer palyaço gibidir, Picasso iyi ressam değildi, sadece 20. yüzyılın başında farklı bir şey denedi, zamanla unutulacak, hatta komik bulunacak, bir ressam düşünün ne bilim kurgu var, ne fantezi ne de estetik, bu adam köyün berberinin biricik ressamı olabilir belki, dünyası bu denli dar; bir ressam daha inanın yok, sanki okuma yazmayı öğrenmiş ve sonra ermiş, görünür dünyamızın derinlikten yoksun, tek yalancı peygamberidir Pablo Tablo Bey, öyle diyorum ben ona, 'Picas' sevildiği sürece ilkel bir dünyanın içinde yaşadığımıza şaşırmıyorum ben, Noel'de satılan herhangi bir kartpostal onun resimleri kadar çekici gelebilir bana,  onları neden sergilemiyorlar, sanat tekelci ve endüstriyel çağın sanatı olmaktan çıkıp, dünyamız 'Anonim Sanat' çağına, bir tür ortakçıl üretim ve kutuplaşmanın dışlanabildiği bir yeniçağın, nicel algı paylaşımına geçebildiğinde, Picasso'nun resimden sermaye edinilebildiği çağların, dahası entrika dolu resmi tarihin, dilencisi olduğu anlaşılacak ve artık alayla alkışlanacaktır, Picasso ressam değil, resimden mülkiyetin kırbaç izlerini tanıyabilmiş, tadına bakabilmiş ve böylesi bir sihri ele geçirebilmiş bir tür Al Capone'dur o, yineliyorum ben bunu, onun gibi primitif resim yapan yüzlerce sanatçı var, peki niçin Picasso, yanıta gerek yok, piramidal kuramdır bu, en altta yüzlerce Picasso'nuz omuz verecek, tepede sembolik, kadın düşmanı bir adam poz  verecek ve küçük mavi topazımız, bildiğini okumayı sürdürecek, onu bırakın uzaydan inip gelseler, şu düzen ve şu sistemin işleyişine inanın, şaşırmaktan küçük dillerini yutacaklardır, her konuda böyle dünya, karıncalar imparatorluğuyuz biz, ama ezilen ya da kaybolup gidenlerin bu denli küçük hesaplarla kurban edilmesine gönlüm el vermiyor benim, kısacası Picasso benim için, sürüp giden pagan ve vandal çağlarımızın, komik, gülünç bir figürüdür, resimleri olmaz olsun, Picasso'yu bu denli dilimize dolamamızın nedeni, insanların, dar bir dünya, hapsedilmiş, koşullanmış ve manipüle bir bilinç ağıyla donatılmış ve düşünsel yapıları bir format ve algı operasyonuyla ele geçirilmiş ve elektronik, görsel ve yazılı dünyanın, her cins medyanın hükümranlığında ve bilinç evinin kuşatılmışlığında yaşıyor olmamızdandır.

 Adam belagata kaçtı gibi ama durmadı. Aydında gerici konumdadır bu dünyada, çünkü göreceli bir erkin, karşıtlığına soyunan birinin vaat ettiği, düşünsel ve uygulamalı yaşam biçiminin, bir denge getirebileceğini ne zaman gördük, politika kapanın elinde kalan bir işlevsel formasyon, bir iş türü, aydın iki şeyi eleştiriyor genellikle, bizler yani (gülerek tövbe dedi adam); Picasso (popülizm)  ve tanrı, şeytan -yani aşk ve ölüm- veya Mikelanj (sudan sabundan uzak aranjeler), aydının eleştiri alanı sınırlı, aşktan söz etse bile, hep pozitif konumda temaları var onun, sanata dil uzatamaz, eleştirisi kutsamadır inanın, aşka dil uzatamaz, ama politika konusunda yaşam boyu ahkam keser, çünkü hiç bir şeyin değişmeyeceğini en iyi aydınlar, sanatçılar, onlar bilir, onlar kendi varoluş biçiminin, bir logos (verili bilim) -onların mülkiyet kavgası vermediği ender vahalardan biri- ve serim alanlarının bekasını korumak için aslan kesilen gladyatörlerdir gerçekte ve arenanın gediklisidirler, bir gösteri, exodus değil, bir gösteriş, siniş  alanı!..
 Aydınların, sanatçıların ve sayısız bilmenlerin dünyası da  daracıktır gerçekte, onlar yönetenlere sürekli karşı çıkarlar, çıkarları çatışıyordur belki de, ama yığınlar bunu kavrayamaz, yığınların yüzünün güldüğü nerede görülmüş ki, bu tartışmalar, ağız dalaşları, zehri limidal, gramajı belirlenmiş kavgalar bir sonuca ulaşsın, radikal bir dönüşüme yol versin diye değildir,  bilim ve sanatın hokkabazları, kapılar ardındaki işbirlikçi cambazları, dış dünyaya belli bir profilin küçük prensi gibi görünmeye özen gösterirler, bu işbirliği sürüp gitmeseydi inanın, ya Spartaküs'den, ya 1789'un boş 'Bastille'i basan 'Guillotin'cilerinden sonra dünya düzelir ve ütopya sözcüğü de belki silinirdi yeryüzünden, arayış elbette sonsuzdur ama şuna inanmıyorum ben, kurbanlar verip kan akıtılarak barış arandığı sürece, bizim tanrımızın bile eli kanlıdır ve onunla öbür tarafta görüşeceğim ben...
 Adam epey saçmaladı ve giderek vulger bir söylemin boşboğazlığına soyundu, gülüp alkışladılar her zamanki gibi.
 Şöyle bitirdi sözlerini, daracık dağarcığının, yineleyip durduğunu dahi bilmeyen fütursuzluğunda, aydınların dışındaki toplum hep bilisizlikle suçlanır öyle mi, bir düşünelim, aydınlarınız egemen olsun dünyaya, anarşist Galile'nizin tilmizleri, Eppur si muove'cileri, gene de dönüyormuş desin ve Galile'den başka bu abra kadabrayı kimse bilmesin ha, sanki bilen yok, öyle mi, bir parsa savaşının çatışan gönüllü taraflarıdır bunlar diyemiyor hiç kimse, düz diyenlerin hegemonyasından, yuvarlakçı söylemlerin işbirlikçilerine geçti bu dünya, yarında amorfik bir yapının, mikroorganizmalardan oluşan, kof geoitini savunanlar ele geçirecek bu dünyayı, çünkü terk edenlerin indinde, primitif bir cisim, kozmik bir ölü bile sayılmayacak, düşünün ki aydınlar egemen oldu diyelim dünyaya, her yeri Picassolar doldursun, Bunuel ya da Fellini'nin filmleri izlensin yalnızca, Nazım ya da Mayakovski okunsun duvarlarda, bukalemun gözlü filozofunuz ahkam kessin yalnızca, şimdi soruyorum, bu bir kültürel faşizm ve azılı bir bağnazlık olmaz mıydı ve dünyamız ne kadar karanlık bir yer olurdu, gerisini siz düşünün.
 Biri sözünü kesti ve çözüm ne Numan dedi, nihayet bu adamın adını öğrendim, adam yüzü kasılarak yanıtladı soruyu; Bilmiyorum!..
Güldüm o an, çözüm tanrıyı yadsımakta değil, onun yokluğunda diye geçirdim içimden ve ne zaman görsem artık sempatiyle baktım adama ve görmese de selam verdim, inanın selamıma hiç bir zaman karşılık vermedi, ne mutsuz biri, kendine iman etmiş ama kararlılığına da hayranım, o gün eğer bir çözümden söz etseydi,  aşağılık biri olduğunu düşünecektim bu adamın, onu anlıyorum...
Söz dönüp dolaşıp evliliğe geldi, Estragonlardan biri ilginç sayılabilecek şeyler söyledi, evlilik dedi, global bir var oluş biçiminin, daracık bir alanda, çatışan bir çiftin, yalancı bir ikizin, varlığında sürüp gitmesi ve bir öze indirgenmesidir, dünyanın hatta evrenin minicik bir örneğidir, dünyanın yaşam biçimine öykünür, tüm insanlar ne yapıyorsa -o iki kişi- onu yapmaya çalışır, bu minik dünya peki, marjinal çıkışlara hiç mi özenmez, olur mu, global olarak tüm alışkanlıklarımızın yaşandığı, bu düette, deneklerden biri aradığı zulmeti bazen dışarda bulur ya da ister istemez dışardaki objeye, görüntüye ve imaja sarılır, gerçekte bu çok olağandır, çünkü yetersizlik ve doyumsuzluk kaçınılmaz bir şeydir insanın naturasında, benzerlerin, Janusların aksini arar durur umarsızca, zıt yönde giden iki doğru; paralel değildir düşsel saçıntısında,  bu bakımdan arayışların dışarıya taşmasına, bir takım sözel, eylemcil sızmaların, sosyal kaçamakların, tinsel varyasyonların kabarmasına; çatlaklar oluştu onların birlikteliğinde deriz biz, oysa alabildiğine doğal bir şeydir  bu ve bizler diğer her şeyde sürüp giden başarısızlığımızı, Meryem'in özverisine de yükleriz ne yazık ki ve onları resmi ya da psişik veya sosyobireyciliğin yolaklarındaki engebelerine sürer cezalandırırız, hegemonik ataerkilliğin pozitif dezavantajlarından biride budur, oysa yapmamız gereken şey bunları olgunlukla ve olabilirliğin burçlarında anlayışla karşılamamızdır, her iki taraf için sorumluluklarını yerine getirdikleri sürece ki bu yalnız çocuk ya da birlikteliğin gereksinim ve paylaşım alanında kendini gösterebilir, işte bu noktada taraflar sorumluluğunu sürdürebiliyorsa, evlilik hiç bir zaman bir deneyin negative olabilen iki tarafı gibi kabul görmemeli ve ilanihaye bir katalizöre gerek duymaksızın sürüp gitmelidir kanımca...
 Biri ben dedi  -bayağı sıkıcı bir dille-, hiç bir şey anlamadım bu sözlerden, ortada evlilik mi kaldı ki, hepimiz İsa'yız ve hepimiz iki Meryem'den biri değil miyiz artık dedi, herkes güldü ve gürültü patırtı arasında, Havva öldü nitemleri arasında, konu değişti ne yazık ki...
 Salt insanın varlığı da bir sanattır, biz bir sanat yapıtıyız sonuçta, kılcal boruların büyülü biçimde senkronize edildiği, ana arterlerin ustalıkla birbirine bağlandığı, minik ama büyüleyici bir kozmik çorba, kanatlarından yoksun bir kuşun us dışılığında,  'Uçan Hollandalı'yızdır bizler, insan mahallemiz gibidir, her şeyin bir yeri vardır ve aradığınız aynı yerde bulunacaktır her zaman, ceviz ağacıdır akciğer mahallemizde, -o kadar da değil dedi biri- onun için bu farikanın bir yaratıcısı olabileceğini kolaylıkla düşlüyoruzdur, bu durumda tanrının varlığına gönül indirmek bir zevk ve bir huşu olduğu kadar, bir tapınma ve adanmayla da sonuçlanabiliyor, hepsi insanın vandal çatısında, o çatkın, çatışkan yapısı sorgulandığında insan, göz alıcı bir varlıktır ve kimse kötücül bir amaçla tanrıya bağlanmış olamaz, inançsızlıkta bir direnç, bir karşıt duruş  görüntüsü verebilir ama o da tanrısal bir şeydir sonuçta, diyelim ki evrende yapayalnızız ve sonsuz bir yolculuğun içinde, yıldızları, parıldayan gökadaları ve sonsuza dek uzanan karanlık boşlukları izliyoruz ve bir yaratıcının olamayacağı kadar bir keşmekeş ve karmaşanın içinde olduğumuzu düşlüyoruz, bir tanrıya indirgenmiş ve her şeyin bağışlamış ve bağışlanmış olduğu bir varlığın, bu anlaşılmaz derinlik ve sonsuzlukta, monarşik,  tekil bir yapıya bürünmesi ve sorunun böylece çözülmesi ancak insani bir varlığın ve onun ilişiğindeki bir boyutun göstergesi olabilir, insan dışında tanrı yoktur, tanrı sosyalitedir, sosyal varlıktır, yalnızlık ağacına sarılmamızdır, bu durumda; kimlik aşımına uğrayan bir varlığın tanrısı da değişecektir zaman içinde ve doğallıkla tanrı kavramı evrilecektir ve sonuçta tanrı kronolojimizde yer alan bir sözcük parçasıdır, zamanla kadük olup, silinecektir,  belki bizimle varlığını sürdürüp gidecektir. Çünkü tanrı insanı yarattı ve söylencelerimizde önce tanrılar vardı, doğru, çünkü, insan insanı yaratıyor mantık silsilesinde, tanrılarında, tanrıları yaratmış olması gerekmez mi, her şey, her varlık küçücük bir tanrıdır belki de, ama ne çıkar bundan, bizi tanrı yarattı ya da yaratmadı diyelim ama biz tanrıya layık olamadığımız gibi, tanrının da bizi kusursuzlukla donatamadığı savı niçin olmasın ki, ben insanın başkasının canına kıymasını, evrenin boşluğunda tanrısal bir kaçınılmazlık ya da adaletin kibri veya yeryüzü yaşamının azizliği gibi varsayılabileceğini, tanrı vergisi bir düşünsel alanın sınırları içine koyutlayıp, algılamaya kalkıştığım oluyor da, bir insanın kendi canına kıymasını anlayamıyorum, bu bana tanrının ilkinsil bir günahı gibi geliyor yapıntıda, çünkü insanın kendine yönelik bir hiçliğe başvurabilmesi, gerçek anlamda tanrıya başkaldırmasının biricik örneği ve kahredici, bireyin tufani  bir tepkimesi, hepimizin bir kıyamete koşar gibi ölüme ve öldürmeye yönelmesi, tanrının kaprisi veya yenilgisi ya da gücünün yetmezliği veya kurgunun kaçınılmazlığıyla da açıklanabilir ama birinin kendine yönelik saldırısı, can tinine yönelmesi, tanrıyı yadsımanın, kozmolojimizdeki, en korkunç ve içler acısı, ürpertici bir belirgesi oluyordur kanımca, o oyunun kurallarına, düzeyin sınırları dışında ki bir başkaldırmadır ve tanrı her özkıyımda inanıyorum ki, kendisinden korkunç derecede kuşkuya kapılıyor ve belki de sonunun geldiğini düşünüyordur artık. Özkıyım; bir canlının kendi varlığına kastı ve yok edici noktasındaki cesareti, canlıların diğerlerine ya da hemcinslerine yönelik saldırının, ilahi bir düzenin kaçınılmaz sendromlarından ve amortisman payı gibi kabul gören aksaklıklarından biriymiş gibi yorumlanmasının önüne geçen, algı dışı nitelenebilecek ya da yaşamı hiçlemenin sınırlarını yerle bir edebilecek, bir tutumdur ne yazık ki, öznesine yönelen bir yok oluş duyumu, yaşamı ve tanrıyı ve hatta tüm ruhaniyeti yadsıyan ve eşi benzeri olmayan bir gösteridir, göksel yasaların hoşgörü payı, burada bir umarsızlığa dönüşüyor, ilahi düzen kendi normlarının dışına çıkan bir tavır sergiliyor özkıyımda, uçan bir güvercin kendini yok ederek (düşünmekle cezalandırılmış olmanın lanetidir bu, insan dışında, hiç bir canlı iki şeye; tövbeye ve canına kıymaya soyunamaz), kurgudan iğrendiğini  ortaya koyuyor ve her şeyi, herkesi çaresizlik içinde bırakabiliyor, tanımsız bir açık toplum sayrılığı bu, var oluşun, çözümü olanaksız ve  bir çözüm koyutlayamayacağı tek utancı bu, tanrı ve kul burada tümüyle yüz yüze geliyor ve başkaca hiç bir şey araya giremiyor, oysa diğer tutumlarımız, barbarca, çıkar ilintileriyle, tıynetle, zorlukla veya kaçınılmazlıkla gibi açımlara sürüklenerek, zamanın içinde eriyor ve yaşayıp gidebiliyor, özümsenebiliyor zamanla belki de, tanrının açık ve tek bir çıkmazı, aftan yoksun bir günahı, sonsuzlukta değişkesiz bir kusuru  varsa, yarattığı varlığın kendi canına kıyabilmesi, kendini yok edebilmesidir, bu tanrının diğer tüm hassalarına karşı yüz kızartıcı tek büyük hatası ve kendisinin bir türlü çözümleyemediği biricik utancıdır. Öyle ki özkıyım dışındaki her edimimiz dışa dönüktür. Tanrının kendisi ve yaratımladığı  varlık, her şeyi özümseyerek bir eriyiğe çevirebiliyor, belki de çözümleyebiliyor her şeyi, ama özkıyım onun ezeli ve ebedi bir yüz karası, onulmaz  utancıdır, orada tek bir suçlu ve  açıkça tek bir kusurlu var; Tanrı, tanrı bunu biliyor ve onun için kutsal kitaplarda yasakladığı şeylerin arasına sokmuyor onu, ne yapıyor, onu hakçası tam bir yadsıma ve kendine bir başkaldırma olarak görüyor, ağırsak biçimde değinmekten kaçınıyor, kendinden korkuyor tanrı, özkıyım noktasında foyasının ortaya çıkacağından korkuyor, çünkü her şey tanrının kuralları ve yargılarıyla sürüp gidiyor ve her şeyi anlıyor, anlayabiliyoruz, tanrıda öyle elbette, ama dilinin dönmediği ve kendisinin yüzleşmek istemediği biricik günahı, kural dışı biçimde yaratılmışa bağışlamış olduğu -kendisiyle yetinebilirdi-, o kutsal şeye (yaşama dedi gülümseyerek) açıkça karşı çıkması, kabul buyurmaması, istememesidir, tanrının kahrettiği ve gerçel, devsel  bir dinamonun işleyişindeki, hiç bir tepki veremediği, bir şey söyleyemediği, tek beşeri davranış budur,  tanrı indindeki  tek karşıtlam, tek küfürdür bu... Ama tanrı inancı gelecekte, bir kaç kişinin boynunda taşıdığı marjinal muskaya dönüşmekten kurtulamayacak ve kaçınılmazlıkla, mezarlarımızda ki ölülerimize ağıt yakacağız, yalnız çiçekleri sulayarak. Tanrının ölüleri çağı kapanacak.
 Biri benzer konuda o kadar ileri gitti ki, ikindi güneşi batmak üzereydi neredeyse, sandalyede uyuklayarak dinledi kimisi... Hiç kimseye alayla sen konuşma, böylesi bir doğaçlamanın anlaşılır yanı yok ki, nasıl olabilir ki, belleğinde bir kitabe mi bunlar ya da bizim kültür defterimizde  bunların yeri yok, denilemez ki...

 ''Rüzgâr, tanrının süpürgesidir. Ortaçağ Rafaelcileri tanrıyı gördüklerini, onunla konuştuklarını ileri sürerdi. Tanrı bu metin ya da diyaloglarda açıkça görünür tartışmalara neden olurdu. Bana benzeyesiniz diye yarattım sizi, ama siz beni kendinize benzetmeyi başardınız, onun için buradayım derdi. Ötekilerde konuşur dururdu, biz sana karşı duyduğumuz korkudan, hükmedici saygıdan kurtulmak için yaptık ne yaptıysak, günahkârlığımızın tanrısı budur. Cenneti yaratan kuşkusuz sevecen ve kesenkes iyi biridir, cehennemi yaratan tanrıysa, tartışmasız kötü, hatta görkünç biridir. Öyleyse tanrı vardır ama o -güvenilmez- biridir kaçınılmazlıkla, affedici ve cezalandırıcı olan biri yaratıcı olamaz ve kusur barındıran birinin, ruhu da anlaşılmaz  olmalıdır. Tanrının iki kitabı var diye düşünüyoruz biz, tansık dolu dünyasının betimiyle dolu anekdotlar ve kronik yargılarıyla bezenmiş dizin defteri. Ne yazık ki, yaşamı parçalayıp, darmadağın etmeye yaradı ikisi de...
 Onları ölümün kapısında karşılarken şunu demiştin; beni, kendinize benzettiğiniz için buradasınız!..  Zamanla  dışlanacağını bilse de, bu tanrıyı tümüyle yadsımaktır gerçeklikte... Onun için cennet ve cehennemi yaratmak zorundasın, omnipotans paradoksu gibi, kaldıramayacağın büyüklükte bir kaya yaratsan da yaratamasan da gücün sınırlıdır senin. Tanrı, merkezi her yerde, çevresi hiç bir yerde olan, sonsuz bir küreye benzer. Bu dünyaya ve evrene benzeyen bir yanılsamadır. Siz yalnızca kurnazlık yaptınız, inançlı olmak bu değildi, göz küredir bana baktığınızda, tanrınızda bana bakardı deseniz bile, bundan hiç bir şey anlayamıyoruz biz, karşılıklı bir belirsizlik ve güvensizlik içindeyiz. Gerçekte yaratıcıyı değil, yaratılanı, kendimizi us dışı bulduk biz. Başlangıçta yüreğimizle konuşuyorduk, her şey yolundaydı, sonra dili yarattılar ve kendimizi yitirdik. Rüzgâr, yağmur, orman, güneş, bulut ve kar atalarımızdı, meleğimiz kelebekti bizim. Oysa şimdiki atalarımız cromagnonlar...
 Tanrıyı yadsımaya kalktık ama uçsuz bucaksız uçurumlara yuvarlandık, inancı çürüttüğümüzde, birden kendimizin de yok olduğunu gördük. Bu doğrumlu bir tanrısallık değil, ölümü çağıran, şiddet içeren bir vodvil bu, atom maddenin en küçük parçasıysa, hepimiz aynıyız, sonsuza dek çoğalan şeylerin aynısıyız biz. Yeryüzü, evren, gene de çocuksudur, çocuk bir tanrının kusurlu ve eksilmiş bir utancı olmasın bu, yarıda kalmış olmasın. Bir şeyin daha iyisi ve görkemlisi tasımlanamadıkça, onun varlığından söz edilemez, düş içindesin ve daha kusursuz bir yapıntı her zaman vardır. Evrende öyle, tanrıda öyle, bizde öyle, varlığın koşulu budur. Bu olan biten bir illüzyon ve kandırmaca; gerekçelerin, yaratılışın içinde olmalı, varlığın içinde, yoksa sabit olan, stabilite olan, skolastik olan, yok olandır. Hiçlik o, evreni, tanrıyı, insanda bir tasım olarak düşünebilir, yaratabilir ama tanrının yarattığına ulaşabilmesi için; yaratılanın konum değiştirebiliyor olması gerekirdi.
 Tanrı değilsin, suretisin demek, evrenin tanrısal taslağı ve insan yapısı örgüsünü planlamaktan caydıramaz bizleri, Vrangel adasının güneşi, parsek, sekstilyon, kuantilyon hızınızdır, ışık hızı senin hızın olamaz. Tanrının hızı olabilir mi, hız yoktur tanrıda, o sınırsız bir hız olmalıdır belki de ve biz onu aşacağız, her yerde, her şey de olacağız. Öyleyse tanrı biziz... Yeryüzünde biricik bir dostum olsa, ama ona kimse inanmasa, kimse görmese, hiç yardım etmese, yalnızca onun şanlı, soylu biri olarak onsuz olamayacağımızı ileri sürsem, bu kimi mutlu eder. Ne kadar inandırıcı gelebilir bu, tanrı için söylenir bir şeydir ki bu, ayrım yok olmalı. Tanrı, bir insan var, onu yarattım diyor ama inanmıyorlar demek, neyi değiştiriyor ki. Her insan kendi tanrısını, öncüsünü yaratır, her tanrı geleceğini, geçmişini yaratır, nesi farklı bunun, madalyonun iki yüzü gibiyiz, ayrımında değiliz, bizi mutlu etmiyor bu, acılar içinde sürükleniyoruz, şiddet içindeyiz, goşistik bir umarsızlığın bileşeniyiz, bir elementin, bir madenin  iki yüzü gibiyiz, senin pençelerinde seni sorgulayabilmeliyiz. Birinden söz edebilmek onun varlığını kuşkulu kılar, varsayımlar alanına taşınmak salt insani bir şeydir.
Seni bulgulamış olmak oldukça zor, sonrasında varlığını, gerçekliğini duyurmak, kanıtlamak çok daha zor, olanaksız bu, bir paradoks gibi, kulları; yaratılmış olanlar, tanrısını seçebilir ama tanrı onları seçemez, seçememeli belki de tersinir bu, hangisi doğru. Neden hep İsrail tepelerinde, Arap dağlarında, çöl diyarlarında dolanıyor o, bir meczubiyet, bir acizlik bu, denize girerek saklanmışta olabilirdi, biz senin suretiniz, aynadaki biziz diyelim ya da sensin o, neden, bir kişinin dileyebileceği bir şeyi iki kişi, iki kişinin dile getirebileceğini dört kişi, dört kişinin yerine getirebileceğine, sayımsallar yükleniyor, bu ne kadar doğru. Bir Çar'a, Sezar'a görev dağıtıyorsun, sonra bunlar çalınıyor, vekili perde arkasında, yönteç o deniyor, vekilin kim. Bu nedir, yeryüzünde düşler içinde olan bizleriz de, gökyüzünün ortağı kim... Truva Atı'ından, ayın görünmediği bir gecede indi Akhalılar, bu öyküyü yaratan kim, tanrının çelişkisi miydi bu acımasızlık.
 Pöh, algı dışına yuvarlanmak hiç bir şeyi algılayamamak, tanrıların tanrısının tanrısı, bunun böylece sürüp gitmesi de bir sorun. İlahiyat, her tür teizm gerçekliktir belki ama, içerikten yoksun oluşu, çok acı ve yaratılmışı çığırından çıkaran bir kâbus. Okyanuslardaki kum sayısı kadar okyanuslar olsaydı ve onlardaki kum sayısı kadar, okyanus olsaydı, bildiğimiz şeylerin katlarından, gene de çok olacaktır bilmediklerimiz, bu tek bilitimizdir bizim. Var olmak, belki bir şeydir ama, var olmayan, hiçlik, tanımsız bir şeydir. Sana yakaran şu dil, ne Pavia kulesi, ne ardışık bir simgeler dizisidir. Düşüncede, bir biçimde dildir diyebildiğimizde, tanrıyı kolaylıkla var edip, hiçleyebilir miyiz. Kanın ve ilkesinin, otopyasının çağrısını yanıtlayan yüreğin sesine, kulak vermelerini istemişlerdir onlar tümcesi, ne anlama gelir, ayrıca biz insanız. Bundan beter ne olabilir ki...
Soruyorum, şuracıktaki  oy pusulalarının anlamı ne, toplu hezeyanlar neden mutlak biçimde soysuzluğu işaret ediyor. Bir gün şeytan, melek, insan, her şey tanrıya dönüşecekse, dur duraksız çığlıkların, umarsızca olan biten sıkıntıların, bunalımların, acımasızlıkların açımı nedir, bile isteye sunaklarda kurban adamanın adı, nasıl oyun olabilir, körpe bir deneye, yarı gülüt sınavlara nasıl mantıkla bakabiliriz. Roma imparatorluğunun, paralı askerlerin yerini, batının skolastik skeptizmi aldı deniyor, pilgrimist akınlar sürecek, ilkel kordalı doğu un ufak olup, parçalanacak, tanrıya inanmak, ona kanmak, sürgit Herakles'le işbirliği yapmak mıdır. Güçlüden yana olmaklığın koronası bu deseler, yoksullara nasıl anlatabiliriz bunu, ne yapabiliriz biz... Sıradan insanlar seni görünce, neden; gözlerini kapatıyorlar, çocuklar neden ağlıyorlar.
 Tek bir kişi düşledi başlangıçta seni, ama hepimizin anısı oldun. Özgür bir ruha sahip olamama, ötekinde var olma, güdüsel alışkanlık, korkunun içselleştirilmesi mi bu, tanrı neden vahşetle çağrılıyor, kötülükle anılıyor, kanın içinde dolanıyor. Bir yaratıcı kendinden üstün bir varlık yaratabilir mi, bu onu sınırlı kılabilir mi, olabilirse o daha güçlü biri değil mi, tanrı olağan dışı, anormalite, bu gözden kaçmanı ya da göz önüne alınmamanı gerektirmiyor mu. Belki de sonsuzluk, maddenin ruhu, var olan tek şeydir, yalnızca odur var olan ve var olan yalnızca tanrı, var olmayan yalnızca bizleriz belki. Belki tanrı yalnızca biziz ya da tanrının salt parçaları, sarkan, öylesi öğeleriyiz. Serebralizm nedir ki, bilgi sınırlı, bilgisizliğimiz, sınırsızlığın ötesi. Zamanı çürütürsek, tanrıyı da çürütmüş sayılabilir miyiz, yoksa değişen bir şey olmayacak mı. Duyu yoksa, hepimiz bir hiç ülkesi miyiz, algı yoksa, dünya da mı yok, öyle mi...
 Zamanın kayganlığında, varlık kesinlenemez. Başlangıcı ve sonu olmayan bir şeyden çıkarım yapılamaz, ikiye bölünerek iyi ve kötü ileri sürülemez, bağış varsa, günah olamaz, şeytanın ve tanrının olgusundan söz edilemez, sen varsın, ben olmasam da varsın, ama bunu ileri sürmek, bu tasımı algılayabilmek, birinin düşüncesini, idesini unutmaktan başka nedir ki. Ben yoksam, varlık, varoluş senin tininde saklı olan bir hiçlik belki de. Belki madde var evet, düşün- düşünce onun naif, primitif bir parçası, bir tanrılığa koşan, tanrısallığı arayan. Madde tanrının kendisiyse, cismani olması onun ilkelliği belki, gelişecektir belki de, belki kendini yoksayacak, tine dönüşecektir. Sarı bir üçgen miyiz biz, yoksa kelebekle dolu bir bahçe mi, zaman aynı anda, her yerde, her şeyde, homojen bir eşitlikle dağılmazsa bazen var, bazen yoksun ya da ne var ne de yoksun, belki de hiçliğin koridorlarında dolaşıyorsun. Ve bizim bütün bilgilerimiz bir düştür ne yazık ki. Mesellerde sürüp giden, bir üzünç bahçesi mi...
 Kafesinden değil de, teninden kurtulmak isteyen bir kuş gibi insan, olanaksız bir varlık, kim bilir evrenin daha nice köşelerinde, sürüp gidiyordur bu tartışmalar ve söyleşiler, öz kıyım işte bu noktada tanrı için gerçekten utanç verici bir şey, açımlamalar o kadar sonsuz, ölüm ve yaşam, varlık ve yokluk ikilemi o kadar uçsuz bucaksız olanaklar sunuyor ki şu varlığa, insana ve her yaratılmışa, belki tanrıya bile, ama arada insanın kendi canına kıyışı var ki, ne savaşa, ne kavgaya ne de düşünülebilecek her tür yarış, bilgi, arayış ve sözü edilebilecek ve düşlenebilecek, cinperilerle dolu, tanrısal  bir maceraya benziyor, özkıyımın anlamını kavrayabildiğimizde, belki de evrenin gizini çözebilirmişiz gibi geliyor bana, savaş insan varlığının  alışkanlığıysa, özkıyım belki de tanrının cinnetidir. tek yadsıma, tek kutsal karşı koyuş budur işte...
 Ve tanrının en büyük sorunu budur, büyük ya da küçük olmasından, değerler basamağındaki payından veya akıp giden zaman diliminde, bir çözüm üretme noktasındaki aksayışından  değil, kendisine yüklenen  bir yapım hatasının, arsızca yüzüne vurulmasından, hınçla...
 Kendi kendini yok edebilen hiç bir şey, tanrı yapıntısı olamaz.
Teoremde bu bir bilinmezliktir ama; bir düşünsellik, bir düşünseme ve çünkü bitinde sende bir düşüncesin...''
O gün eve döndüğümde, sabaha kadar keman çaldım,  neden bilmem, ruhum  bir mutluluk aylasıyla coştu ve içimi tanımsız, garip bir umut seli kapladı.
Özüm bir karar verdi sanıyorum...
63
Düşümde mi gördüm bilmem, adam dedi ki, ölüleri yıkarım ben, karşısındakine der gibiydi, oda ölü yıkayan biriydi sanki, onlara kulak verdim. Bulutların üzerinde bir diyalog gibiydi, aralarında şu konuşma geçti...
'Bugün bu adamı getirdiler. Kemancıymış, ex listesinde Vladimir Burkony yazıyor adı. Ukrayna doğumluymuş, doğu bloku parçalanınca ekonomik yoksulluk nedeniyle göçmüş buraya, taşı toprağı altın İstanbul'a, ucuz barlarda çalmış yıllarca, günün birinde Antalya'ya gelmiş, ama idealist adammış, Mozart olmak istermiş o, Mozart, ama yazgılarımız yaşamımızdır, bilinmeyen bir akışın kurbanları ya da kahramanlarıyız...  
 Sonunda sabrı tükenmiş, Mozart olamayacağını, yazgısının onu rüzgar gibi savurup duracağını anlamış ve insanın en son kaybettiği şeyi, umudunu yitirmiş günün birinde...
Yoksulluğun saltanat sürmeye yarar etanolunu sonuna kadar içmiş, yaşamına ara vermemiş böylelikle, sözde bir geçişi amaçlamış yalnızca... Ölmüş elbette, yoksullara, umutsuzlara ve acımasız tanrısına yakışır cinsten... Etanol ve Mozart, alkol ya da ispirto yazmaya yaklaşmaz bizimkiler, ince insanlardır, garip... Garip diyesim geliyor yalnızca, garip...
 Ama hiç bir şey bilinemez, hiç bir şey bilemiyoruz, olayın aslı nedir, nasıl oldu, ne zaman öldü, hiç bir şey bilemeden yok olup gideceğiz biz.
 Vladimir Burkony dün gece, yatağında ölü bulundu. Yaşamının en can alıcı tümcesi bu olmuş. O günden beri hep şu şiiri anımsarım, belki de bu tür ruhlar  için yazılmıştır, hiç üzülsün istemem ben ölüler, ona da okudum bu şiiri...
 'Hiç kimse, bu uçsuz bucaksız, el değmemiş ormanında, bu hesapsız dünyanın, hiç bir zaman göremez, kendi bildiği tanrıyı. Yalnızca rüzgarın taşıdığı, rüzgarın taşıdığıdır duyulan. Düşlerimizle yoğurduğumuz ne varsa, aşklarımız, inançlarımız ve her şey, geçer giderler bizim gibi...'
 Yaşam nedir, bir ölüm aralığı, belki bir düş ya da oyun, umudunu yitirmişlere yakışan şeyler, belki de doğru ama yaşama uyumla sarılanlar, koşanlar ve onun ayrımına varmadan, ona inananlar, tutkuyla bağlananlar yaşamı anlayamazlar, onlar yaşamın materyalleri olmakta ısrar ederler, yaşamın onları tükettiğini bilmezler, anlamak istemezler, yaşamı anlayabilmek için, onun karşısında durmak gerekir, belki de ona karşı koymak gerekir ya da... Henüz tanımlayamadığımız o şeyi yapmak gerekir. Bu adam yaşadı, kısada olsa, bize acıda gelse, anlamsızda bulsak; bu adam yaşadı, yaşamak için onun ayırdında olmak, onun ayırdına varmak gerekir.  
 Bu adam bir şeyi gördü, anladı ve bizim korkunç diye niteleyebileceğimiz bir tepki verdi, kimse onun yaşamadığını söyleyemez, bir iz bıraktı o, davranışı düşüncelerimizi yönlendirmeye kalkışıyor işte, yorumlar yapmaya kalkıyoruz, irdeliyoruz, küçümseme, hiçleme ve övgüye boğmakta var içlerinde...
Bir gün babamı da yıkadım ben, o günden beri ölüme ilişkin düşüncelerim, onu anlamak, hatta sevmek üzerinde yoğunlaşıyor, baba diyorum yanına bir gün geleceğim, öleceğim, bu daha ne kadar sürer bilmiyorum, acaba ölüm döşeğinde bir hiçliğe gideceğimden ve babama layık bir yaşam süremediğimden kuşkulanarak, korkuya mı kapılacağım bilemiyorum, baskın düşüncem şu ki ölümden korkuyor değilim, her gün ölü yıkayan biriyim ben, belki de yarı ölü olduğum için, işimi yapıyor ve ölümle şakalaşabiliyorumdur.
 Diyeceğim şudur benim, morgda parçalanmış cesetler, ikiye ayrılmış bedenler, gülümsemesi yarıda kalmış, çehresi asık insanlarda görüyorum, hiç bir anlam atfedemediğim nice ölüler, yüzü olmayan, kolsuz, bir yüreği kalmışlar, düşüncesi paramparça olup dağılmışlar, ne düşünmem gerekir diyorum kendime, az önce konuşuyordu bunlar, bir şeyi kesin bir dille, karşısındakine aman vermeyen bir şiddetle dile getiriyordu, gece sevişmişti belki de, belki de sevişmeyi düşlüyordu bu gece, kaç kereler para saymıştı acaba, kaç kereler hesap kitap yapmış, hareketlerini  gözden geçirmiş, poliçelerini kontrol etmişti, ırmak kıyısına gitmiş miydi hiç, çarpmayan elektriği bulmak istemiş, baharın geldiğini sezmiş, kırlarda, karlarda yürümüş müydü, tatlı çığlıklar arasında...
 Yaşamı aşağılamaya çalışırız, hiçlemeye çalışırız, umursamazca davranırız, öyküler uydururuz hep... Meksikalı bir balıkçı kahvede oturuyormuş, varsıl bir Amerikalı gelmiş, ne iş yaparsın demiş, adam balık tutarım, onu satar geçinirim, kalan zamanda arkadaşlarla oyun oynar, çocukların başını okşar, akşamları karımla sevişirim demiş. Amerikalı daha çok çalış, daha çok paran olsun demiş. Balıkçı, peki ne olacak demiş, öteki fabrikan olur, işçiler çalıştırır, paraya para demez, insanlara hükmeder, saltanat sürersin demiş. Balıkçı yine, peki sonra ne olacak demiş, Amerikalı bir an düşünmüş, daha bol vaktin olur, arkadaşlarınla oyun oynar, çocukların başını okşar, akşamları da karınla sevişirsin demiş.
 Yaşamı sıkça ciddiye alırız, hınca kapılırız, kindarlıkla süsleriz saatlerimizi ve üstünlük, güç, bilgelik ve ne aradığımızı bilmezlikle geçen bir yaşam ve sanki günahlarından arınmak istercesine buraya geliş, ellerime...
  Onlara son kez dokunurum, üzülme yalnız değilsin, dün gelende senin gibiydi, üzülme bedeninin ezilmiş oluşu, seni yüreksizin biri yapmaz, buraya tüm güzelliği ve sanki yaşıyor gibi bakışlarıyla gelende var, onlara  şaşırmıyorum desem yalan olur, tanrım nasıl yıkayacağım ben bunu, kendisi yapamıyor mu, toprak nasıl öpecek bu tatlı bakışları, nasıl öpecek.
 Yaşam ve ölüm iç içe, anlıyorum, anlıyoruz ama düşüncelerimizin yetersizliği korkutuyor beni, buradan gidiyoruz, acılarla, anılarla, alaylarla uğurluyoruz onları, serin bir gölgeliğin içine, yapayalnız giriyorlar hepsi, tanrım orada ne var, kim var, neler oluyor, bir dönüşüm belki, anlıyorum ama bunca düş, düşünce, bilgi, eylem birliği, içgüdülerin, içtepilerin edimleri ne oluyor, hepsi birer kütüphane bunların, hepsi yaşamın gizini barındırıyor, hepsi birer tanrı deyim yerindeyse, öyleyse tanrı sürekli kendisini öldürerek neyi amaçlıyor, daha iyisini mi...
 Yoksa vahşi içgüdüsünün, dinmez acılarının, acımasızlıklarının bitmez tükenmez devinimleri mi bunlar, ne var orada, ne var... Hiç bir zaman bilemeyeceğimiz bir şey mi...'
 Tıpkı ölüm gibi, adam konuşmasını burada birden kesti, bitirdi.  Konuşmasını sürdürseydi, ne söyleyeceğini, nasıl sürdüreceğini hiç kimse bilemezdi...
O susunca, karşısındaki başını eğdi; Ben dedi, annemi yıkamak zorunda kaldım bir gün. O günden beri ölüme ilişkin hiç bir şey düşünemiyorum. Yalnızca yaşıyorum.
 Fizyolojik anlamda dünyaya gözlerimizi yumduğumuzda, bunun gerçekte bir yok oluş mu, yoksa var oluş mu olduğunu bilemiyoruz. Fizyolojik, bedensel, cismani, tensel, et'ik, vücudi, bünyesel bir form, biçim, siluet ve bir görüntü olarak var oluş, gerçekte bir var oluş muydu ve var sayılabilir miydi ve var olan gerçekte ruh muydu, yoksa bedenden kopuş, gerçek bir var oluş, bir tutsaklıktan kurtuluş olabilir miydi...
 Bütün bunları tüm gerçelliğiyle bilebilseydi eğer, bu sözlerin, bu düşüncelerin, bu kavramsallığın üretilemeyeceğini ve kim bilir, anlağına düşmeyen, us dışı ve hiçbir zaman algılayamayacağı, nice düşlerden, düşüncelerden uzak, kendi dünyalarına sonsuzca kapalı, nice bilinmeyen ve sonsuzluğun, kendilerine hiç bir zaman gösterip sunamayacağı, olağan dışı sayısız matrikslerin ötesinde, bir şeyleri konuşup, düşünüyor olabileceklerini varsayarak ürperdi.
 Bu sulak toprakların canlıları ve bu karaların okyanusunun efendisi insanlar, gerçekte kimdi, neydi, organizma dedikleri bir şey, ilkel kordalı biçimler, oluntular,  düşüncenin bilisiz beşiğinde, trajikomik biçimde salınan yaratıklar mıydı yoksa kendileri; ayrıca soruların bir önemi olabilir miydi, sınırlarının içine hapsolmuş canlılar için bir kafes miydi bu sonsuz evren, soruların ve yanıtların çöküntüsü içinde, gülüyor, ağlıyor, coşuyor, görkemli acıların kollarında mutlu ve bir kırk ayak gibi her şeyden yavaş, tüm evrenin düşlerinin gerisinde kalan, bir motor nöron, bir sinaps gibi savruluyor ve boşluğa doğru bakışıp duruyorlar mıydı yoksa...
Gerçeğin hiç bir zaman kavuşulamayacak bir şey olduğunu düşündü, bir duvarın arkası, önünde ne olduğunu hiç bir zaman bilemezdi, duvarın ardı sonsuz enginlikler, derinlikler, coşkular ve dillere destan boşluklar, tinsel  okyanuslar, paradoksal denizler ve düş bahçeleri oluştursaydı bile...
 Öteki dünya, bu dünyanın kopyasından başka bir şey değildir mottosuyla biçimlenen ütopya, atopya, otopya ve distopyanın çocuklarıydı onlar. Düşünceleri kendi sınırlarının içine hapsolan birer cennetlikti her biri...
Var olan yalnızca düşünceydi belki de, düşünceden başka bir şey olamazdı evren. Hacimsel olan görüntüydü ve dur duraksız, görece, illüzyonal bir sanrıydı belki de, yokluğun kendisi; cismani olanın kendisiyle bütünleşen saf bir eşdeğeri olabilir miydi...
 Görünmeyen, tinsel, tözsel ve kavramsal dediği; düşünce ise, var olabilen tek şeydi anlamsallıkta, bunu seziyordu. Düşünce kendisinin dışında bir nitemdi ve verili olarak kendisinin varlığına, oluşumuna, sözel ya da kütlesel biçimine bağışlanıyordu belki ama onun minik-manik bir parçası olabiliyordu ancak.
 Gerçekte, var olan yalnızca düşünceydi.
 Düşünce varlıktı, varlıksa düşünce, öyleyse yokluğun ta kendisi diyebileceğimiz varlık, nasıl düşünce olabiliyordu. Düşünce savlayabileceğimiz her şeydi demek ki, düşünce başı ve sonu olmayan bir tasım, her görü, her hiçlik ve kendisini de yadsıyabilen bir olum, bir nenlikti artık.  
 Kendisi olanın dışındaki her şey, kendisi olmayanın; 'İçindeki' hiçbir şeydi. O tanrı ve hiçlik, galaktik kozmos ve tasımlanır evren, insan ve eşya, doğru ve eğri, varlık ve yokluk, içrek ve dışrak diyebileceğimiz tüm tözdü. Salt boşluk. Sıfır. Her şeyi kapsayan bir hiçlikti o...
 Sınırsız bir evrenin içinde yaşıyorsak, bilgimizde, bilisizliğimizde sınırsız olacaktır. Dünya, hatta evrenin mağaramız olduğunu kabul ettiğimizde, onun içinde yaşadıklarımız ve dışardan sızan ışıkta, mağara duvarına vuran gölgeler, bizim  gerçekliğimiz olacaktır. Gerçek olmadığını varsaydığımızda, birinin bunları bize, bir gerçeklikmiş gibi sunabileceğini de düşünebilmeliyiz, bizler kendi kendine hareket edebilen  bir enerji feneriyiz.
Bugün bize gerçekten daha 'gerçek' gelen şeyler var. Dünyamız ve yaşam belki de bir kurmacadır. İnsanın kendisinden başka inanacak bir şeyi olmaması acınası bir düzendir belki de, bizimde bir yazılım olmadığımızı nereden bilebiliriz. Yalnızca bir kemanın büyüleyici sesiyle, dünyayı bir ninniye, bir salıncağa boğmak isteyen ben, somut varsayımların, sonsuz büyük diye niteleyebileceğimiz evreninde, sonsuz küçük diye niteleyebileceğimiz bir isteği gerçekleştirememenin acısıyla, ölüp gideceğim. Gerçekte bu kadar basit bir şeyi gerçekleştirememek, beni korkunç biçimde şaşırtıyor ve kemanıma sarılıp, sonsuz bir uykuya dalmak istiyorum.
 Kim bilir ölüm,  sonsuz bir  barış, evrenin ötesinde, kozmik bir uyku ve başka tür bir uyanışın, gönülleri hoşnut eden şarkısıdır belki de...
64
 Bir anlamsızlık okyanusunun içinde, işsiz güçsüz, geçmişinden kopmuş, yurdundan uzak, bir arkadaş, bir yoldaş sıcaklığından yoksun, anne baba özlemini unutmuş, çoluk çocuk derdine düşme bahtına bile erişememiş, ruhunun uçurumlarına itilmiş, kendi karanlığında ezilmiş, geleceğini terk etmiş, ideallerini çiğneyip atmış biçimde sokaklarda, belki de yarı bilinçsiz, sağa sola bakarak ama bir şey göremeden, bir şey algılayamadan, başı boş bir aylak gibi, yaşama uzak, borularından kurtulmuş bir lanetli gibi, ölüme yakın yürüyordum.

 Birden yanımda  bir adam belirdi, dünya yuvarlak değildir dedi,

 Makarenko'nun kafesinde toplanan boş boğazlardan biri, bir iş tutturamamış, benim gibi içi ezik, derdini, bildiğini anlatacak insan aramakla ömür geçirmiş, ideallerine yenilmiş, sözünü dinleyecek taş bile bulamayıp, kendini uçlara, uçurumlara vurmuş bir meczup...

 Dünya dedi, belli bir uzaklıktan bakınca, diğer tüm cisimler gibi yuvarlak görünür bir nesne, oysa çukur ve tümseklerle dolu, engebeli bir arazi, aşağıları suların doldurduğu, yukarılarda insanın otladığı bir  yumru, bir gök cismi, uzayda dikdörtgen bir kutu bile, yetinir uzaklıktan bakınca yuvarlak görüntüye bürünür ama uzaklaştıkça biçimsiz, yönsüz ışıklar saçan bir noktaya dönüşür. Dünya yakından bakıldığında, Einstein'ın teoreması gereğince düzdür. Suları çekilmiş bir dünya, eğri büğrüdür, belli bir açıdan baktığınızda deltoid, konik ya da üçgensi bile görünebilir, kaldı ki tüm cisimler yuvarlak, düz, amorf ya da eliptik biçimler alabilir...

 Gezegenimiz mikrolektronik, virütik çağlara girdiğinde, -bu sözü kibirli bir eda ile söyledi- ona yuvarlak diyene,  düşmüş meleklerden biri gibi davranacaklar, çünkü maddenin organlarına, mikro düzeyde bakabilen göz, kulak ve beyin kanallarına sahip olacağız. Gözlerimiz mikroskobik, hatta teleskobik olacak, kulaklarımız dalga boylarını ayırt edebilecek, duvarın ötesini gören, düşünceyle iletişime geçebilen varlıklar olacağız. Dünyanın yuvarlaklığı, sansar dört ayaklıdır demeye benzeyecek, alfabetik bir algoritma, gereksiz bir anımsatma ve bir anekdotlar dünyası kalacak geçmişten, bir zamanlar dünya küre biçimindeyken diye başlayacak öyküler.

 Ortaçağda dünya düzdü, çünkü öyle bir düşünsel yapı ve bunu destekleyen  sosyoekonomik bir düzen vardı, gelecekte mikrolektronik, diğer bir deyişle mekatronik insanın dünyasında, esneyebilen, elementler eşliğinde, karbonifer güçlerin egemenliğinde, moleküler bir yığın olduğundan söz edilecek dünyadan ve bundan hareketle, homo home'lar, düşünceyle gerçekleştirebilecekler her edimini...

Dünya yuvarlaktır diyen bugünkü uygarlığımız, ortaçağda onun düz olduğunu savlayan dinsel paganizmin, günümüzdeki varyantıdır gerçekte, gelecekte dünyaya, bu yakıştırmayla bakan uygarlığımızı, geçmişine öykünen bir sistemin sözcüleri olarak değerlendirecekler, onlar bir geri dönüşü özlem diye niteleyebilirdi diyecekler ve bir zamanlar ona düz diyenler nasıl kargışlanmışsa, tıpkı onlar gibi küçümsenecek, kozmikomik gerekçelerle süslenerek, gülüp geçeceklerdir.

 Galile'de, papazlarda, cinci bilgenlerde haklıydı inanın, çünkü içinde bulundukları sosyonomik ağlar ve kültürel yapının birer sözcüsüydüler. Sonuçta dünya küre biçimindedir demek bir algı oyunudur, bugünkü bakışımız, yaşantımız, sınai ve endüstriyel varyantımız, bu boyda bir bakışı sergileyebilmektedir, onu aşacak bir uygarlık biçimini henüz üretemedik, gelişimini, mikro düzeye indirgeyebilmiş, moleküler bir uygarlıkta, dünya küre biçimindedir demek, bizler petek gözlü değiliz demek kadar gereksiz ve sıradan  bir algıya dönüşecektir, şunu unutmamalıyız ki, dünyaya önceleri bir biçim veremiyorduk, bir düşün içinde gibiydik, sanki mağaranın dışında ne var, hiç bir şey bilmiyorduk, sonra düz diye adlandırdık onu, denizlere bir süre giremedik, bin yıllar sonra kürevi dedik ona ve biz o denli bir orijinaliteden uzak yaratıklarız ki, henüz binlerce öngörü üretebilecek bir boyuta bile ulaşamamışken, ikinci adımda birden sendelemişiz, dünya evrenin ilkinsil yapıntılar döneminde, içten yanmalı bir motor, terk edilmiş şantiyelerden biriydi, bir biçim  vermeye bile vakti olmadı iskeleyi kuranların, unutulup gitmiş bir yer gibiydi demekte var!..

 Sözünü bağımlı bir sıcaklıkta dinler gibi yaptığım için, adam bu durumlarda hemen hepimizin başvurduğu bir yola girdi ve atalarından söz ederek, büyük haksızlıklara uğrayan, soylu bir geçmişin tilmiziymiş gibi, öykülerden söz etmeye girişti ve dinlemem için hiç çekinmeden dileyişlerde bulundu, eğildi büküldü, dinler gibi yaptım diyemem, dinleyecek halim yoktu zaten, o anlattı ben sakinlikle eşlik ettim, bir taşın dünyaya bakışı, bir sfenksin dünyadaki duruşu gibi dinledim onu, anlattığı, karmakarışık duyun ve düşüncelerini, karşısındakine gizlice empoze etmek isteyen birinin, garip bir titreşimiymiş gibi geldi bana, ama sözlerinin teması sonuçta, benim başıma gelenlerin bir türeviydi, hiç ilgimi çekmedi. Özneler değişiyor, gözyaşları semiriyor, coğrafyalar altımızdan kayarak, o bildik uğrular ve çatışmalarla,  yatak ve akış sözde yenileniyor ve üzerine epopeler, destanlar  bezenerek, bir vodvil, bir fabl, bir komedya, kusturucu gazla dolu, bir tütsü gibi yineleniyordu.
 Uyku tutmayan, cüceler tanrısının, öğleden sonra gördüğü bir düş gibi, bayıltan bir bungu, sanki pigmelerle, primatların savaşı, apolyenlikten çok uzakta, Yecüc Mecücle Mikail'in el sıkıştığı, vampirik bir manzara...

Eski'l bir dille, yeni bir şey yazılamazmış, o söyledi...

'Annemin, büyük-büyük babasının adıydı Habip... Sevgili demek... 1800'lü yılların sonuna doğru Beyoğlu'nda siyasi bir oluşumun partizanlarından  bir grubun saldırısıyla ölmüş, linç edilerek... Gece karanlığında, sokak ortasında...
 Güneş dünyayı aydınlatırken, uzay neden karanlıktır, işte bunun yüzünden, ölüm, diğer adıyla karanlık bizim yazgımız. Ondan kurtulmayı hak etmiyoruz. Sokak lambası yalnız çevresini aydınlatıyor, bir kaç adım ötesinde çığlıklar duyabiliriz. Işık düzgün doğrusal yayılan bir töz, etik değerleri ağır basıyor, karşısına bir engel çıktığında, yanından kıvrılarak geçiyor ama düzgün doğrusal olmakta zorluk çeken yaratıklar, bunu bir  eğim, sapma, kaçınma olarak algılayabiliyor. Ateş böcekleriyle dolu bu dünya, ama sonsuz karanlıkta bir nokta, parıldayan minicik bir mücevher gibiler, unutulup gidiyorlar. Kozmos uçsuz bucaksız bir gayya kuyusu, bilinmeyenlerle dolu bir krater, volkan, ona baktığınızda kendinizi bir daha anımsamayacak, sonsuzca unutacak denli bir ürkünün içine düşebiliyorsunuz. Zamanın bile  akmadığı kozmik canavarlar, kurt delikleri, sonsuzluğun sonunda başladığınız yere döndüğünüz  anlar, enfraruj ışıkları, mavi devler, kuasarlar ve nötron yağmurları... En güzelini Jesus söylemiş; onu aradım, neredesin baba dedim, uçsuz bucaksız boşluklar ve uçurumlara yağan yağmurlardan başka bir şey göremedim.
 Uzayda palet gibi uzamış ayağı, bir ördeği andıran dev suretleriyle, galaktik yolları adımlayan tepegözler var mıdır, at başı bulutsusunda kirayı ödeyemediği için yuvalarından kovulan  dünya irisi filler ve diğer tüm canlıları yiyip bitiren aslan ve ecinniler... Giordano Bruno, evrenin sonsuz olduğunu düşündüğünde, Copernicus'in görüşleriyle sınırsızlığı ileri sürdüğünde, tanrının işini zorlaştırdığı gerekçesiyle dili koparıldı ve insanlık tarihinin resmi  başkenti Roma'da, Campo dei  Fiori meydanında yakıldı. Ondan bize, geride kalan yalnızca şu sözcükler; "Ne gördüğüm gerçekliği gizlerim, ne de bunu açıkça dile getirmekten çekinirim. Aydınlık ve karanlık arasındaki, bilit ve bilisizlik  arasındaki yarışa,  her yerde katıldım. Bundan dolayı her yerde zorlukla karşılaştım ve bilisizliğin atalarıyla, anlayışsızlığın ve körlüğün denizlerinde yüzen  çoğunluğun öfkesine, göğüs germek zorunda kaldım ve hep öyle  yaşadım."
Bilisiz çoğunluğun saldırılarında ezilmekten hoşlanan bir avare miydi Giordano...
 Yeryüzünün cehennemlerinde, iki ayağı üzerinde durmayı başarabilen tek canlı insan, homo erectus, ardından hemen homo sapiens geliyor; Rodin, düşünen adam!.. İki ayağı üzerinde durabilen biri, kolaylıkla yıldızlara çevirebilir yüzünü, sırt üstü uzanarak binlerce yıl düşünebilir, korkar ve kuramlar ileri sürerek, gölgelerin dehşetine anlamlar yükleyerek artık ürküsünü dağıtabilir ama yazık ki hemcinslerine, diğerlerine korku salmaya başlar. Güneş tanrımız değil, dünya boşlukta rüzgar gibi uçuyor, kutuplarda ne gece var, ne gündüz, dünyanın merkezinde erimiş ateş tozundan bir güneş var, biz sönmüş yıldızların çocuğuyuz. Ürkü, bedenin gereksinimlerinden biri, adrenalin salgılamak için bir pompa o, ışık kaması gibi yüreğimize girdiğinde, kendimizden geçer, orgazm oluruz!..
 Evrenin yaşı, havarilerin sayısına milyar sözcüğü eklendiğinde ortaya çıkan bir yelkovan, on üç milyar, Judas dahil!.. Bundan ötürü bazı yıldızlar o denli uzak ki bizden, genişleyen bir evrende hala ışığı bize ulaşamayan tanrı parçacıkları var ve cüsseleri -bizim evreni- katlayabilecek sayısız gök adalar!.. Evrenin sayısı da sonsuz, çünkü iç içe... Uygarlık gözümüzü yıldızlara çevirdiğimizde başlayıp, hız aldı ve evrenin gizlerini bir bir ortaya çıkardığında insanlık, gelişim her seferinde biçim değiştirdi.  Yanılsama, yanılgı, yanlış bilgi, safsata, yalan, bilisizlik ve kötücül yaklaşımlar sanıldığı kadar kötü sonuçlar doğurmuyor görünür dünyamızda, her kötülük, her safsata ve -skolastizm- sabit düşünce ve hurafe bizi yeni düşünceler üretmeye zorluyor, karşıtların çelişkisi bu, diyalektik... Doğru bile eni sonu yanlışlanmaktan kendini kurtaramıyor, Copernicus  astronomide devrim yaptı, güneş dünyanın çevresinde değil, dünya güneşin çevresinde dönüyor dedi... Ptoleme, çağını beklemişti!..
 Bilemiyorum, mavi uydu, bir ana gezegen ya da güneşinin çevresinde dönüyordur belki ama, herkes birbirinin çevresinde dönüyor sonuçta, (ben Maria'nın, Maria onun,  o, Süheyla'nın ve Süheyla yinelemeye bir tepkime olarak, canı çektiğinin!..) algı kapıları günü geldiğinde, her şeyi değiştirecek ve her görüş yenilenecektir, dünya düzdü bir zamanlar, küre olduğunu anladık, ama çok daha ayrıksı bilgilere ulaştığımızda, amorf ya da göğül nesneler, geoit oluntular biçiminde varlığını sürdürürler diye, küresel görüşten uzaklaşmayacağımızı kim bilebilir. Doğa ve evren bir yinelemedir. Ekinsel okyanuslar, küresel olandan uzaklaşıp, moleküler ayrıntılara doğru yaklaştığında, dünya küre biçimindedir demek, alfabenin ilk harfi A demeye benzeyecektir, hiç bir işlevselliği olmayan bir bilit, atomik dünyalara ulaştığımız gün dünyamız göksel varlık, noktacıl bir nesne olarak tanımlanacaktır, ona küre diyenler, ahalinin hala iki ayak üzerinde durmaya çalışanları olacaktır artık!.. Direnenler kaybediyor!..
 (Araya girip, söylemiştin bunları diyecek oldum ama taşın dünyaya bakışına öykündüğümü anımsadım.)
 Bilgi, birikimimizle paralel olan bir olgu, bir oluntudur, ilk çağda bir otomobil gönderilseydi Fred Çakmaktaş'a, oda tatlı dilli Wilma'ya armağan etmezdi onu, doğada tuhaflıkla biçimlenmiş garip bir oluntu gibi, onu parçalar ya da uçurumdan aşağı atardı. Diyelim ki, iletişime yarar bir sabun köpüğü çevremizde dolanıyor, koklayınca açlığımızı gideriyor, dokununca uçuyoruz varsayalım  ama kimse bunu bilmiyor ve sabun köpüğüne yararsız, öylesi bir uçukluk gibi bakıyor dünyalılar, böylesi saçmalıklar!..
Neden, Fred Çakmaktaş otomobile ancak böylesine yaklaşabilirdi, algı sınırlarımızın ve kültürel enginliğimizin dışında kalan her şey saçma gelir bize, tanrı yanımıza gelseydi dediğimizde, hepimiz böylesi bir olasılığa, saçma diye bakabiliyoruz, saçmada olsa bir gün biri çıksa, dünyanızı ben kurdum, sizleri seralarda ben büyüttüm, Cengiz Han'dan, Napolyon'dan ben gözettim sizi, ama küçük baş hayvanlar, kümesteki canlılar gibi birbirinizi gagalayıp durdunuz, hep başımı ağrıttınız ama inanın zamanın akışında çok güzel şeylerde yumurtluyordunuz, onun için sizler için bir pişmanlığa,  kozmik uçurumların içlerine sürmeye, ortadan kaldırıp, yok etmeye kıyamadım ve işte bugün karşı karşıyayız, hoş geldiniz canlarım, canlılarım benim dese ne düşünürsünüz!.. Deliliğin edimleri bu demek, bir olasılık olarak, bizlerin deli olabileceğinin kanıtı olmaya bayağı yarayabilir!.. 
 Çünkü her iki görüşün de bir kanıtı ve bir karşıtlamı üretilememiş, bellek evimizde... Jüpiter'i görmedikçe yok demeye benziyor bu, hala yoktur belki de, ama olabilirde!..

 Avareler dünyamızın gelişmesine yol açıyor, kumrular gibi düşünüp, hindiler gibi dalıp gidenler, gözlerini gökyüzüne çevirenler kuramlar yaratıyor, bilgiler bilgisini aşıyor;  bir yanlışa düşenler, bizi uçuruma sürükleyenler, kuramsallıkta ilerlememizi sağlıyor, çünkü o yanlışlar, bizim yeni ve sonsuz denizlere dalmamızın payandaları, yeni yelkenlerin rüzgarla dolmasını onlara borçluyuz, yeni yollardaki  ayrıksılığı onlar sağlıyor, o yanlış bizi yeni arayışlara sürüklüyor, kozmik canavarlar bizi yok etmedikçe, bir hiç yüzünden birbirimizi öldürmedikçe, doğru yoldayız biz.
 Leibniz, olabilecek dünyaların en iyisinde yaşıyoruz dedi doğallıkla, doğru değildi belki ama bir kaç ayrıntı dışında, bizim düşmanımızın biz olmadığını anladığımızda, bir ok gibi ileri fırlayabileceğimizi düşünebiliriz ve geçmiş yüzyıllar, bugün ve yarın için, yalnızca göz yaşlarımızı tutamıyoruz biz... 
 Oysa her şey o kadar kolay görünüyor ki, o kadar!..  Güzellikler o denli yakınımızdaki... Gerçeğin örtüsünü kaldırabildiğimizde, gerçeği görebileceğiz!..
 Görüyoruz ama gösteremiyoruz biz, söyleyeceğiz  ama dilimiz tutuşuyor, umarsızca bakınıyor ve yalnızca göz yaşlarımız yar oluyor artık bize!..
Büyük, büyük babam Habip yüzbaşıymış gerçekte, okuma yazması olan, kültürel donanımlı ve dışadönük biriymiş anlaşılan, söylentilere göre Kırım'a gitmiş, oradaki çarpışmalara katılmış, Osmanlı'nın çöküşü döneminde Dersaadet'e dönmüş ve ileri gelenlerin düzenlediği  bir toplantıdan sonra; geceleyin  düzenlenen  baloya katılmış. O dönemin, sırmalı üniformaları içindeki her kaytan bıyıklı gibi yakışıklı, gösterişliymiş. Belki de Abdülmecit'e armağan edilen bir piyanonun eşliğinde boy göstermiştir, herkesin gözleri önünde bir Ermeni kızıyla dans etmiş, onlar ne denli güzel insanlardır, Esmeralda kırmamış, karşı çıkanlara bile dudak bükmüştür eminim.  Balo Pera'daymış, Pera Palas'da...
Ama ortalık kaynıyor, Arjantinlinin öyküsü değil ki olanlar, edebi paradokslar ve etnik, Arabi ya da mitik metaforlarla süsleyelim her şeyi... Aç bir kurt gibi... Herkes birbirine içten içe kinli, herkes yüzyılların hesabını sorabilmek için hazırlıklı ve temkinli... Gecenin ilerleyen saatlerinde Habip'in bu gösterisi, bir gözdağı gibi algılanmış elbette ve iç-güdüsel bir meydan okuma... Dışarda erketede durup onun çıkışını gözleyenler, kısa bir süngünün parıltısında, koltuk altına gizlenmiş bir hançerin sıcaklığında onu bekleyenler, bir yazgının gongu vurmuşçasına, elbette muradına ermişler.
 Bir canı canından alanlar, bir soluğu durduranlar, bir gırtlağın tadına bakıp,  bir çeşmeden akar gibi horlayan,  kanın coşkusuna kapılanlar, dediklerine göre, son iç çekiş köyüne yaklaşan Habip'in gözlerinde, dünyaya doymamışlığın üzünçlerle dolu kederini görmüşler...
 Gecenin karanlığında, parsın ağzında  gözü parlayan bir karaca gibi görmüşler; gözlerinin dönüşünü!.. Bilinci yitmek üzereyken, bir türlü anlaşılamayan bir sesi,  gaipten gelen bir inleyiş gibi duymuşlar, boğazının hırıltısını!..
 Onu sonsuzluğa yollayanlar, Ermeni komitacılar, Yunanlı efsunlar, Bulgar casuslar ya da yedi düvelden bir ayrılıkçı, işgalciler, kavgacılar olsa ne yazar...
 Bilimde safsatadır, barışın, güzelliğin, kardeşliğin peşinde; Silahlar, gardiyanlar, krallar ve kaplanlar üretir. Yüzyılların akışında  bir yinelemedir bilim, taşla saldırır insana önce, oka geçit verir sonra ve top devreye girer aralıkta, sonunda kendiceğizini bile yadsır ve Hiroşima diye haykırır, yarın bilim bize ne sunacak  bilebilir miyiz, öngörebilir miyiz!..

 Biz, biziz!..

 Dünya merkezli bir evren düşündük, olmadı, güneş merkezli bir dünya düşündük, olmadı, evren merkezli süt yoluna inandık, gene olmadı... İnsan öldü, insan yandı, insan haykırdı, insan göz yaşı döktü, insan çığlıklar attı gene olmadı!...
 'Gelecek için gökten ayet inmedi bize, onu biz kendimiz vadettik kendimize!..'
 Habip'in bir kuşak sonrasında İlyas, kırk iki yaşında -kırk sekiz diyende vardı-, ikinci kez, altı çocuğunu geride bırakarak, 1914 harbi için Narlıdere'ye ulaştığında, lekeli hummadan üç gün içinde öldüğünü, kırk yıl sonra öğrendiler, ne ölüsü geri geldi, ne de dirisi!.. Oysa dört yaşında ki Ömer'in elini tuttuğunda çabuk dönerim  demişti.
 Olaydan önce, Pera Palas'ın revaklı salonunda atışmalar olmuş, herkes birbirine çullanmış bir ara, silahlar patlamış mı, çığlıklar havada uçuşmuş mu, bir pala savrulmuş mu, bilen var mı!.. Ceylan gözlü Carmen yüzünden sanabilirsiniz olayı, hayır içgüdüler, madalyalar, ayrı ayrı ülkelere bölünmüş gezegenimizde, 'bir avuç dolar',  bir avuç toprak yüzünden...

 Gerekçeler neye yarar!..

 İnsanlar, halk avcıları, hala buğday soyludur, emek kutsaldır, sevgi yücedir, barış gelecektir diye şiirler yazıp, şarkılar söylüyorlar, yinelemeler ki damarlarımızda akan kan da öyledir, neye yarar, her kuşak aynı şarkıları dinlemekten, aynı şiirleri okumaktan bıkmadı mı!.. Ne yazık ki bir aldatı ve bir önceki yaşanmışlığa dönüşüyor bunlar, hiç bir şey değişmiyor, hiç bir şeyi değiştiremiyor insan yavrusu...

 Yüz yıllardır...

 İnsanlığın sorunu, hiç bir şeyi değiştirememek ve yinelemeyi, avunmayı, yaşamı bilmek!.. Neyi değiştirebiliyor ki, ama değişmeyeni değiştirmek için, belki de unutmayı öğrenmesi gerekiyor!.. Ayrıca psişik kurtuluşu değil, maddi varlığı ve gerçekliği benimsemesi gerekiyor belki de, unutuş gerçeklik barındırmalı ve her şey açık seçik anlaşılmalı!.. Tartışılmalı, belki de umarsızlık, yanılgılar üretiyordur hala!..
 Düşünceye değer veren bir tanrımız ve insana yakışır bir yer olsaydı dünyamız... Habip ölmezdi!..
 Bu anıların, anıştırmaların, kaygıların, acıların onunla ne ilgisi var... Olur mu!..  Dünyamız yaşayanların değil, ölüp gidenlerin uygarlığıdır hala... Habip, ey sevgili, günahın neydi... Bir hay huyun içinde, toprak  kavgaları ve ölülerin kutsanışıyla dolup taşan bir mezbaha, bir kapital ve bir borsa cenneti ve artı değer talanının paylaşımında salınıp duran, yanıp tutuşan bir kılıç suyu artığı, bir dehşet planeti!..
 O kırk iki yaşında, bir ömrün, bir baharın ortasında, hemcinslerinin naraları arasında, kolları bacakları ayrılıp, teni ekimozlar, göğüs kafesi darplarla  süslü olarak, bir soğuk hava deposunun girişinde haftalarca donmuş ve yapayalnız bedeniyle, kimsesizler mezarlığına gömülmeseydi eğer...
 O tarihte bir ölü bir yerden bir yere taşınamıyordu, ölüm haberi zaten aylar alıyordu, olan bitenler bir hurafe, bir söylentiydi, gerçekliğin boyutlarını kimse bilemiyordu...
 Ama şu bir gerçek ki o, onlar ölmeseydi,  Ayanlar avlusundaki sandukasında bulunan, Tercüman-ı Ahval gazetesi, bugün hala yaşıyor olabilirdi. Bir tarihin bitişiyle; görüngüsü, kültürel yapısı ve onların hayran olunası tanrısal birikimleri de yitip gitti ve her şey -eski bir şarkıda olduğu gibi- yeniden başladı...

 Tarih, sonsuzca bir yinelemedir!..
 Her yıkım, yazık ki, yinelenen bir yapıma dönüşüyor.
 Bitimsiz, kısır bir döngüdür belki de bu.
 Bilinmez...

Oysa yitirilmemiş bir düşünce, bir ses, bir bakış, dünyayı değiştirebilirdi...''

Onunla Kasımpaşa tersanesi sapağında ayrıldık. Akşam eve dönerken Makarenko'yla karşılaştım, yarın dedi Antalya'ya gidiyoruz, hiç renk vermedim, o kadar mutsuz ve umutsuzum ki, sanki arada bir nöbet geliyor bana, gittik Antalya'ya, neyin var bile demiyor artık Makarenko, beni iyice tanıdı ve sesini bile çıkarmıyor, anlıyor, belki de hak veriyordur kim bilir, Maria ile vedalaştım giderken, öptüm, sarıldım ona, benim biricik dostum, arkadaşım, yoldaşım, candaşım...

Günlerdir çalıyoruz, gazinolarda, otellerde... Para kazanıyoruz. Para kazanıyoruz. Para kazanıyoruz.

Hiç bir işe yaramayan!..

Mozart'ı anımsamaya dahi engel bu para, Mahler'i anlamaya da engel, Bach'ı çözmeye engel, benim ben olmama engel, o kadar garip bir şey ki para, tam bir tansık, o her şeyi sağlayabilir, onunla her şeye ulaşabilirsiniz belki,  ama çok bilinmeyenli korkunç bir denklem var bu gerçeklikte, para bir katalizör belki, uyumla uyuşturan bir deva ve bir tanrı belki de ama, işte, garip bir şey var ki yine de bunda, garip, anlaşılması olanaksız bir şey var, çözümü olanaksız, paranın da üstünde bir göz belki, töz, sanırım tanrı filanda değil o, bir mekanizma, bir işleyiş, görünmeyen, bilinmeyen, anlaşılmaz bir gölge, her yere giriyor, tüm dehlizlere, deliklere,  kovuklara, odalara, katlara, yatlara, aparatlara sızıyor ve her alanda, her oluşumda, her düşün, düşüncenin, varsayımlar varsayımının tam ortasında, o kavranılmaz kararını veriyor.
 Ne kadar yalvarsanız, ağlasanız, haykırsanız ve naralarla başkaldırsanız boş, kimseler görmüyor, bilmiyor, sezmiyor ne olduğunu, ortada hiç bir şey olmamış gibi, bir şey duruyor, işte onu ancak olayın öznesi ve bir tür objesi  olan varlık seziyor ve olan biteni kimseye anlatamıyor o da, anlatsa da kimse anlamıyor onu, anlayamıyor, anlamak istemiyor, toplu bir kıyımın, bireysel kurtuluş arayışlarına benziyor ortam ve sonuç, umursanmayan ölüm geçitleri, yürüyen ceset birlikleri, kutlama konfetileri ve derin bir yok oluş, karar korkunç bir sona yarıyor böylelikle ve ölüm geliyor, garip...

Üç gün sonra  unutuluyor ölen, mahallede bir kişi eksiliyor nasılsa, bir fırıncı ölüyor belki, bir bakıyorsunuz ertesi gün yerinde kızı duruyor, bir kasap ölüyor, işyeri üç gün kapalı, herkes anlayışlı, ama üç gün sonra hiç görmediğiniz bir oğul iş başında, dünyanın birebir insana gereksinimi yok ki, ulu düzen işliyor nasıl olsa, bir senfoni orkestrasının, trombon çalan yaşlı ustası ölüyor diyelim, yedeği bekliyor kapıda, hiç bir şey aksamıyor bu dünyada, hiç bir şey, savaşlar bile, kıyamlar bile, her şeyin yerine yenisi geliyor ve belki yok olup gitsek de biz, üç gün sonra çayırlar yeşerebilir yine de, ertesi gün sular şırıldayarak akabilir, volkanlar patlayabilir ve tanrılar iş başına koyularak, yeni bir dünya yaratabilir, öyleyse kan ve gözyaşının hiç bir etkisi yok, her şey bir oyun ve de ölümcül bir tiyatro, bitip tükenmeyen bir Jumbo, devran ve deveran nasıl olsa!..

Kan ve gözyaşının, tanrılar için hiç bir önemi yok.

Gece uykuyu ararken, bir böcek çıktı karşıma, otel odasında, devasa bir böcek,  ıstakozla, akrep, carabusla, ahtapot, kuyruksuz bir kertenkeleyle, minik bir fare arası bir şey, bana bakıyor, konuşacağız neredeyse, gülüyor gibi sanki, gözlerim nemli, diyor ki bana, senin tasaların bizde yok mu, biz de ölüp gidiyoruz dünyada, hiç bir iz bırakmadan, üreyemiyoruz bile bazen, çiğneyip atıyorlar bizi, ama garip bir bileşen var, bütünleştirici ve biz gene de çekip gitmiyoruz dünyadan, yok olmuyoruz, üreyip, çoğalabiliyoruz gene de, kalorifer peteğinin gözden uzak çıkıntılarında, su borularının altlarında, toz toprak arasında, tavandaki  sundurmanın içinde, elektrik kablolarının bağlantı yerlerinde, eski boruların eklentilerinde, ağaçların tepesinde, otların dibinde, öteki çilecilerin tüylerinde, düşünebildiğiniz her yerde...

 Biz ne yapalım bu dünyada, yaşayarak ölelim, ölüp gidelim öyle mi, bizimde bir uygarlığımız olmalı, bizde evrilmek ve bir şeyler katmak, katışımda bulunup,  yaratmak istiyoruz bu gezegende, yer yüzünün ısıdan yoksun, soğuk köşelerinde, biz de varlığımızı duyumsamak istiyoruz ama hiç bir şey yapamıyoruz biz, hiç bir şey yaratamıyoruz ki, başlangıçtan beri duran ovanın eşliğinde, yüz yıllardır, kendimizi aşmadan, salt yineleyerek olan biteni, üremek yalnızca, yemek, içmek ve başkaca hiç bir şey bilmemek, bilememek, ne acı şey, ama biz kendi  sınırlarımızın dışına çıkmadan, çıkamadan yaşamak zorundayız, sezgilerim bu yönde, ne yazık ki...

İşte uygarlık bunun dışında bir şey, siz toplum olarak ayrıksı  olanı yaratıp, üreterek bu dünyanın efendisi olabiliyorsunuz, efendiliğine soyunabiliyorsunuz, ne mutlu size, hepiniz ayrı ayrı, örneğin seni mutlu edemiyorlar belki, ama totalde büyük bir iş yapıyorsunuz, küçük evrenler yaratıyorsunuz ve olanaksızca, gözlemliyoruz biz bunu ve size büyük bir hayranlık duyuyoruz yine de, imreniyor, bir kıskançlık besliyoruz şükran dolu, kıyametsi kalabalıkta, bireyin başarısının bir önemi yok belki de, siz bir düşsellik olup, bir tanrı kadar kuvvetlisiniz, üzülmemelisiniz, insanlık çok büyük işler başarıyor,  bir tanrı gibi yaratıyor o, ama senin bunun bilincinde olarak,  mahvolup gitmen elbette üzücü, ama bunu diğerlerinin anlamasını bekleme, bu korkunç bir bencillik olur, bir çoğunluğun tansıması bu evren, nasıl ölüp gidenler için sonsuza dek ağlatılar sürmüyorsa, senin üzüntülerin içinde, insanlardan bir sitemkarlık bekleme, şu var ki, bizim kederimiz, yarı tanrı sayabileceğiniz insanoğlunun diğer fertleri arasındaki, var oluş savaşları ve yaratım kaygılarından, tasalarından çok daha elem verici, bir kimliğimiz yok bizim, kategoriyiz biz, yıkıcı, küstürücü, kahredici bir şey.

Ağlama, bizi düşün, zamanlar boyunca kendini yinelemek ve salt üremekten başka bir görevimiz yok bizim, melek ve şeytanımız bile yok, salt bir yaratıcı ve bildik işlerimiz var bizim, bir gün yazgımızı değiştirme arzusunun özlemini, bizde duyuyoruz inan ki, kim bilir böceklerin efendi olduğu bir dünya, ne zaman gelecek, ne zaman kurulacak, o günü görürsem eğer, görecek olursak biz, inan seni yanıma alabilirim ve dilediğin gibi bir dünyan olabilir, kemanınla yeni bir evren yaratabilir ve  belki de dilim varmıyor ama, erinç içinde ölebilirsin de... Söz veriyorum.

Bu düşler, bu kabuslar benim kederimin ve gözyaşlarımın kıvılcımı olmaktan başka bir işe yaramıyor, prangalarımdan kurtulamıyorum, düşüncelerim beni acımasız bir cenderenin içinde, sanki tutsak alıyor ve kurtar beni tanrım diye yalvarıyorum artık...
65
Bir veda nasıl olmalıdır diye düşündüğüm oluyor, bir veda şarkısı... Müzik uğruna yitip gitmiş bir yaşam ve yitirilmiş bir insan...

'Müzik tanrının düşüncesiydi ve evren kadar sonsuz ve çıldırtıcıydı ve ona rağm olacak dört kadim unsur ateş ve toprak rüzgar ve yağmur ve  ey sen Havva'nın çocukları ve Talmud'un sırları ey ben ölümü duymazdan geldim ve kavmimi bildim ve ey tanrının oğulları ve  Furkan ve  İncil ve babadan izinsiz meleklerle yatanlar ve ey kötü ruhlar çöllerde gizlenen kim ekmek ve tuzla ve otla beslenen kim ve  sen ey Meryem ve Amen ve Sarah o bir resuldü gemiyle gelen ve Nuh'du güvercinler besleyen ve İbran ve ey Pilatus babasızı çarmıhlara geren ve gecede parlayan mavi  ispirto ve putperestler daimonesler ve Yakup'un düşlerindeki  merdiven ve  iyicil güçler bir kurban kanı inleyen violinler ve gözden düşmüş melekler ve ey olumlu yargılar ey tanrının katlarından kovulan ey zincirlere vurulan ve ey  iğrenç kanatlı ve ey  pusuda gizlenen bukalemun bakışlı ey kıyamet ey Samuel  ey Elyaza ve ey  iblisler ey deccal  ey Mehdi ey Mesih ve  Azazel ey Kore ve ey Zophas  ey ruh göçüren ey Satan ve ey yılan Eden bahçeleri ey bilgi ağacı ve ey kuyruklu maskara ve işte o tanrıya öykündü ve meleğe büründü ve işte ay göründü  ey Hunok ey Edom ve Marki de Sad' ey yıldızlar ey kozmik vargılar ve kahramanlar ve en büyük isyankar ve Hacer ül Esved ve Bakunin ve işte ilk özgür düşünen ve ey  şeytan ve  dekadan ve Lilith ey üvey annesini baştan çıkaran ey ozan ve ey hermetik ey Hieronymus ey Füssli ey musalar  ve esin perileri ey cennetin melekleri ey cehennem gökleri ve hazırol kalbim ey Smetena  ve Rubikon'u geçen Sezar ey puhular ey sanata başkaldıralım dediğim ve ey çağlar boyu sürecek işbirliğim ey kök sürgünlerim ey Francis Bacon ve Sylva Sylvarum ey göklerden işittiğim ey Vulgata ey Excalibur ve kutsal kase ve ey ters yüz edilen ey Kanossa kapısında bekleyen ey okkült manyetizma ey vecd halim ey bedenimden ruhumu götüren ve  ölümün güzel bahçeleri ve ey cennet ve adını bilmediğim evrensel ahenk ey yankılar ey uçurumlar ve ey Kiev ey Voznosenski ey Alyoşam ey kulağı hoşnut kılan ey  Estragon ey Godot ve ey kutsal uyum ey matematik ve Sisam  ey sayısal gizemcilik ey Pythagoras ve ey sessiz gecenin varlıkları ve ey kapılar ey geceleyin altın anahtarın içimde şıkırdıyor dediğim ve ey tövbe kapısı ey ecinniler ve ey kumarbazlar ey suç ve ceza ey değişmez yasalar ve hiyeroglif ve ey Sion yıldızı ey güney haçı ve Sirius ey karanlık suretim ey sıratlardan geçtiğim ey temel yasalar ey gizler ey kilimlerdeki tazılar ve ey ilkçağlar ey dört iklim ve kuartetler ey gospel ve göğün altında yüzen caz ve ey güneşler ey Brahe ey Kopernik ve Kepler ve ey gezegenler ey uyumun yasaları ve ey Harmonia Mundi ey kutsal cevher ve yüce ruhlar ve ey anılar ey kaoslar birliği ey iffetin yurdu ve Christmus ey ilahlar ve ilahiler ve ey Jesus  ey rondolar ve soneler ve ey süitler ey karanlık dönemler ey büyülü zamanlar ve  takdis ayinleri ey solfejler ve perdeler ve majörler ve minörler ve ey akort edilmiş kozmos ey karmaşalar ey Proxima ey falsolar ve ey sümbülün sesi ve Pandemonium ve ey meleksi ey gardenyalar ve begonviller ve ey İskenderiye ey Alkeon ey Pygmalion ve ey Ksenefon ve Tetis ve Prokopius ey sahte Dimitri ve ey Vladimir Burkony, bisikletli Maria ey Makarenko ey Tamara ey Mehveşim ey İsa ey tunççağım ve ey arenalar ey panayırlar ve ey Marsyas ve Orpheus ve Eurydike ve ey balolar ve valsler ve Polska ey oyunlar ey Asılmışların Baladı ve ey  şarkılar ve salsalar ve ey manastırlar ve keşişler ve zangoçlar ve ey iki büklüm müminler ve tüccarlar ve tecimenler ve bezirganlar ve ey Elhamra sütunları ve  çölün serabı ve Granada ve kum tepeleri ve palmiyeler ve Guadalkivir ey Ganj'ı zehirleyen zehir ey İndüs ey Amazonlar ve ey hiyerarşik Arşipel ve  Moğolistan ve ey Nagazaki ey yuvasından atılan ey kapılardan kovulan ey dünyevi yaşam ve ey Mississippi ey Antlar ve ey yeraltındaki şeytan ey kiliseler ey elçiler ey çan ve mabetler ve minareler ey gezginci ozan ey Horasan ve ey bakışların kırdığı likör bardağı ey şeytanın korosu ey tabakalar ey katlar ve sınıflar ey içinden çıkılmaz teoloji ey hipotenüs ve hipotezler ey postulalar ey homosapiens ey tek boynuzlu at ey Beşir Fuat ve Mayakovski ey Yesenin ve su içen hayvan ve gölgelerde yitip giden hayat ey yorgun tanrı ey zaman ey saltanat ve ey şadırvan ey bakılışı güzel ey ceylan ve kimliksiz kategoriler ey karmaşa ey akbaba ve ey usul ve  füru ey son iç çekiş köprüsü ey maskeli balo ey şölen ve ey kervan ve  figürler ve ey duvar ve maskeler ve sihirbaz ve ey gongun çalgıları ve ey konuşan maymun ey Hernani ey yaban tavşanı ve ak domuz ey doğum ayları ey fırtınalar ey rüzgarlar ve okyanus ve ey kasırgalar ey yalnız insan ey acılar ve ey pranga ve bukağılar ve forsa ve ey ferman ey korno ve minik flüt ey kutsal keman ey ruh ikizim ey İbrahim  ey sofralar ey kurbanlar ve ey karanlık gece ey Ortaçağ ey veba ey bilinmeyen bilmece ve ey şatolar ve cumbalı konaklar ve giyotin pencere ey gotik çağlar ey Raskolnikov ve ey Rilke  ve Lili Brik ve Luksemburg ve ey Liebknecht ve  simya ey büyücülük ey karabasan ve karakoncolos ve ey Reşat Nuri ve Homongolos ey imansız kurmaca ve ey Flaman folkloru ve Ekaterinburg ve ey güzel yurdum Ukrayna ey trombonlar ey klavsenler ve narin flüt ve  haberci zurna ey düş görücüler ey Beyrut ey Okkült bilge ve ey kabala ey şarkılarla yeri titreten ey Aretha ve ey Lesboslu dul ey Marsilio Fisino  ve Asklepius  ve ey Strabon ve  Japon elçileri ey Çin ninnileri ve ey Kamboçya gülleri ey tılsımlar ey kara büyü ey lisyantuslar ve Agrippina ve Kösem ve ey Katerina ey korkunun zanaatı ey Kologna ve  krizantem ve ey sardunya ey Mısraim ey Luristan ve sarı Pakistan ve sonsuz Sibirya ey Venüs'ün evleri ey Titan geceleri ve ey Zenon ey kripton ey güveylerin Vegası ve ey Medine çölü  ve Apselom diyarı ve ey paradoksların dünyası  ey tanrılar ey krallar ey mabeyinci ey postacı ve ey peruklu kraliçe ey çariçe ey ece ve ey sonsuz gece ey gelecek ve ey dünya toprağı ve ey borsa ey poliçe ey hanutlar ve Kremlin ey Trafalgar  ey Tianenmen ve Manhattan ey Jüpiter ey varlıklar ey helezoni ey evrenin merkezi ey kutsal hibrit ey fragmanlar ey konçertolar ey Bahçesaray ve ey tanrı ey insanlar ve yaşamlar ey görmezden geldiğim ey ölüm ve artık hiç göremeyeceğim Arsenim ve ey yalnızlığım ve canım anneciğim ey kız kardeşim ey yağmur altında sırılsıklam okulum ey yokluğun simgesi ey  sonsuzluk ey  mut verici akustik ey Dara ve ey sofistike şey ey azize ey Sophie ey sıygaya çekileceğim gün ey inançlar ağı ey retorik  ey ürperten otel odaları ve kuşku çağı ey sevgiler ve savaşlar barışlar mutluluklar ve ey acılar ve umutlar ve ey tüm sıradanlıklar ve bitmek bilmeyen sonsuz gelecek ve duvara yaslı öksüz kemanım... 

Hoşçakalın...'



66
Canına kıymış.

Ölmüş...





















SON






43 yorum:

  1. Selamlar Dostlarım, 4 yıldır birlikte olduğumuz sevgilim beni başka bir erkek için terk ettiğinde o kadar bunalıma girdim ki, bana geri dönmesi için yalvarmaya çalıştım, reddetti ve artık bana karşı bir şeyler hissetmediğini söyledi. Birlikte yaşadıklarımızdan sonra, geçmişte paylaştığımız onca aşktan sonra üzgün bir adam oldum, onsuz hayatımı hayal bile edemezdim çünkü ona olan sevgim, bir gün bunu yaşarken herhangi bir nedenle takas edilemeyecek kadar paha biçilemezdi. İnternette DR AJAYI hakkında eski sevgilimi geri getirme gücüne sahip olduğuna dair bir yorum gördüm ve onunla iletişime geçerek kendim denemeye karar verdim ve hemen cevap verdim ve bana neler yaşadığımı anlattı ve bana anlattı. bana diğer adamın ona voodoo büyüsü yaptığını ve bu yüzden ona gösterdiğim ilgiye rağmen beni ona bıraktığını ve sevgilimi geri kazanmama yardım edeceğine ve aynı zamanda bana karşı koyamaması için ona ölü bir büyü yapmama yardım edeceğine söz verdi. gelecekte, üç günden kısa bir süre içinde adam sokakta kimliği belirsiz adamlar tarafından vuruldu ve beş gün içinde kız arkadaşım evimde işten dönmemi bekliyordu ve ben bunu yaptığımda özür dileyerek yalvarmaya başladı, o da özür diledi. başına ne geldiğini hiç bilmiyordum. Teşekkürler DR Ajayi, şimdi kız arkadaşımla mutluyum ve her şey yolunda gidiyor. Herhangi bir intikam büyüsü ve eski geri büyü için Dr Ajayi ile drajayi1990@gmail.com aracılığıyla iletişime geçin. Ayrıca +2347084887094 numaralı telefondan da Whatsapp'tan ulaşabilirsiniz.

    YanıtlaSil
  2. Büyülerin var olduğunu veya işe yaradığını kabul eden dünyadaki son kişi bendim, ta ki Dr. Ilekhojie'ye yönlendirilene kadar. Partnerimle barışmama yardım edeceğine söz verdi. Boşanmadan 3 ay sonra depresyon ve konsantrasyon eksikliği nedeniyle iş yerimde küçültüldüğüm için denemekten başka seçeneğim yoktu. Hayatım her geçen gün tükeniyordu ve ne yapacağımı şaşırmıştım. Mutluydum ve işimden zevk alıyordum ama aniden boşanmadan sonra perişan oldum çünkü hızlı ve kısa bir süreçti. Sadece Dr. Ilekhojie bana bir yol gösterdi ve ona inandığım için mutluyum. Daha geçen hafta burada pozisyonuma geri terfi ettim ve Dr. Ilekhojie adlı bu adamla kendi deneyimimi paylaşmak için buradayım. Her durumda her zaman bir çıkış yolu vardır. Dr. Ilekhojie ile +2348147400259 numaralı telefondan veya WHATSAPP MESSENGER aracılığıyla iletişime geçin ve gethelp05@gmail.com adresine e-posta gönderin

    YanıtlaSil
  3. İyi günler, ben karımla bir süredir anlaşmazlık yaşayan evli bir adamım çünkü çocuk sahibi olamıyoruz. Kör olmuştum ve karıma her şeyin sebebinin o olduğunu söyleyerek ona hakaretler yağdırıyordum. Ama ailemdeki sorunların sebebinin başkası olduğunu hiç bilmiyordum. Bir gün, olanları düşündüm ve karımı arayıp sorunlarımızın nereden geldiğini sordum. Ne diyeceğini hiç bilmiyordu, bir erkek olarak artık dayanamıyordum, bu yüzden beni Dr. Ajayi adında spiritüel bir adamla tanıştıran bir arkadaşıma durumu anlattım ve pişman olmayacağım bir çözüm sundu. Spiritüel adamla iletişime geçtim ve durumumu ona anlattım ve bana fedakarlık için gereken şeyleri söyledi. İşte bir ay geçirdikten sonra karım hamile kaldı ve bunun için çok heyecanlıydım çünkü ailem için yaptığı harika şey için doktor AJAYI'ye teşekkürler, uzun zamandır beklediğim şey buydu. Hayatınızdaki sorunlar konusunda utangaç olmayın Dr. Ajayi ile Viber / Whatsapp: +2347084887094 veya E-posta: drajayi1990@gmail.com üzerinden iletişime geçin

    Aşağıdaki büyüler için de onunla iletişime geçebilirsiniz

    aşk büyüsü
    piyango büyüsü
    intikam büyüsü
    koruma büyüsü
    ve hayatınızda size sorun çıkaran başka herhangi bir şey

    YanıtlaSil
  4. 2 yıl boşandım. Bunun için yalnızlık ve acılar çektim ve ailem olmadan işlev görmem zor olduğu için yardım ararken çok para harcadım. Ortak bir arkadaşımız aracılığıyla Dr. Ilekhojie'yi buldum ve onunla iletişime geçtim. Bana yeni sonuç alan birinin kanıtını gösterdi ve arkadaşım kendi arkadaşının başarılı olduğunu söyledi. Ona tamamen güveniyorum çünkü ruhum bana onun gerçek olduğuna dair bir işaret verdi. Bana ayrıntıları sordu ve bizi tekrar bir araya getirmek için bir ritüel gerçekleştirdi. Kocamın üçüncü gün dönmesini beklememi söyledi ve tam olarak söylediği gibi oldu. Şimdi 4 ay oldu ve her şey hayal ettiğimden daha iyi gidiyor. Yardımınız için teşekkür ederim Dr. Ilekhojie. Ayrıca Dr. Ilekhojie'den doğrudan E-postası: gethelp05@gmail.com veya WhatsApp/Viber +2348147400259 aracılığıyla yardım alabilirsiniz

    YanıtlaSil
  5. Dr. Ilekhojie ile çalışmaya başladığımdan beri hayatım daha iyiye doğru değişti. 2015'te oğlum olduğundan beri, her zaman kaybeden ve bir ilişkide veya evlilikte sunacak hiçbir şeyi olmayan erkeklere ilgi duydum. Bir iş arkadaşım beni Dr. Ilekhojie ile tanıştırana kadar yıllarca böyle devam etti. Bana, yüksek değere sahip erkeklerin her zaman karşıma çıkmasını sağlayacak zararsız bir ritüel gerçekleştireceğini açıkladı. Herkesin söylediğinin aksine, iyi bir adam bulmayı zor bulmamın nedeni çocuk sahibi olmak değildi. Bana yapmam ve sağlamam gereken her şeyi söyledi ve bir hafta içinde başarılı bir cerrah olan şu anki kocamla tanıştım ve 3 ay geçti ve hayatımızı değiştirdi. Dr. Ilekhojie işini bitirdikten sonra seçebileceğim çok şey vardı, bu benim için bir rüya gibiydi. Şimdi hayalimdeki adama sahip olduğum için başka hiçbir şey hakkında endişelenmeme gerek kalmadığı için yerine getirdim. Ayrıca yardım için doğrudan onunla iletişime geçerek isteklerinizi de iletebilirsiniz. Whatsapp +2348147400259 veya E-postası: gethelp05@gmail.com

    YanıtlaSil
  6. Hayatımın bittiğini hissettim ve çocuklarım bir daha asla babalarını göremeyeceklerini düşündüler. Sadece çocuklar için güçlü olmaya çalıştım ama kalbimi işkence eden acıları kontrol edemedim, kalbim acıyla doldu çünkü kocama gerçekten aşıktım. Birçok seçeneği denedim ve birkaç kişi bana yardım etmeye çalıştı ama başaramadım. Yalnız bir gece internette gezinirken içgüdülerimin anında bana yardım edebileceğini söylediği Dr. Ilekhojie ile iletişime geçtim. Uzlaşma için gereken çalışmaları yaptı ve aylardır uzakta olan kocam geri döndü. İlişki veya evlilik sorunu yaşayan herkes Dr. Ilekhojie ile iletişime geçmeli çünkü o tüm sorunlarınızın çözümü. İşte iletişim bilgileri. WhatsApp +2348147400259 veya veya E-posta: gethelp05@gmail.com

    YanıtlaSil
  7. Dr. Isikolo ile çalışma deneyimim sayesinde, sizin için görünürde olmasalar veya şahsen görmesenizler bile, sahip olduğunuz her türlü sorunu çözmek için ellerinden geleni yapabilecek çok iyi ve dürüst insanların olduğu sonucuna vardım. Bir kadını doğru yönlendirmenin ne anlama geldiğini tam olarak kavrayamadığım ve erkeklerin asla anlayamayacağı bir şekilde kablolanmış olduklarını kabul edemediğim için evliliğimi kaybettim. Eşimin başkasına kaptıramayacağım iyi bir kadın olduğunu bilerek Dr. Isikolo'dan yardım almak zorunda kaldım. Benim için zor bir durumdu ve bana sorunları çözmemde yardımcı olurken çok fazla şey ortaya çıktı ve sonucun etkisini sadece 48 saat sonra aldım çünkü bana güvence verdi ve eşim artık evde. Dr. Isikolo, siz ve eşiniz arasındaki sevgiyi ve bağı yeniden kurmak ve onları hayatınıza geri döndürmek ve sonsuza dek birlikte mutlu olmak için seçebileceğiniz en iyi seçenektir. Kendisini WhatsApp üzerinden +234-8133261196 numarasından arayabilir/mesaj atabilir veya isikolosolutionhome@gmail.com adresine e-posta gönderebilirsiniz.

    YanıtlaSil
  8. Size kocamla paylaştığım mutluluğu geri kazandıran birini tanıtıyorum ve bunun için sonsuza dek minnettarım. 10 yıllık kocam evlilik sorunlarım nedeniyle beni terk ettiğinde neredeyse 6 ay boyunca çaresiz ve moralsizdim. Evliliğimi kurtarmak için elimden gelen her şeyi yaptım ve Dr. Ilekhojie ile iletişime geçene ve o beni kurtarmaya gelene kadar hiçbir şey işe yaramadı. Bizi barıştırdı ve kocamla paylaştığım sevgi ve mutluluk birkaç gün içinde geri geldi. Gerçekten birine yardım edebiliyorsa kulağa garip geliyor biliyorum ama istediğiniz sonucu alacağınıza dair sizi %100 hayal kırıklığına uğratmayacağından emin olabilirsiniz. Ona bunu yapma şansı vermeye istekliyseniz size de yardım edebilir. +2348147400259 numarasından mesaj atın veya gethelp05@gmail.com adresine e-posta gönderin

    YanıtlaSil
  9. Karımla uzun yıllar paylaştığım neşe ve mutluluğu kaybetmek beni paramparça etti ve bir erkek olarak eksik bıraktı. Her şeyi doğru yaptığımı ve onu doğru yöne yönlendirdiğimi düşünüyordum, ta ki hayat ve sorunları ortaya çıkana ve beni terk edene kadar. Sorunları birçok kez çözmeye çalıştım ama hiçbir şey işe yaramadı ve bu sırada başka bir şehre gitti ve bu da onu geri kazanmamı daha da zorlaştırdı. Ayrılıklarımızın büyük bir kökü haline gelen yanlış anlaşılmalara izin vermek zorunda kalmamdan nefret ediyordum. Beni anlayan ve sorunları çözmeme yardımcı olan Dr. Lukas ile iletişime geçmek zorunda kaldım. Gerçekten harikulade bir deneyimdi ve Dr. Lukas harikalar yaratıyor ve en önemlisi, karım bana ve kızıma geri döndü ve bu sefer paylaştığımız sevgi ve mutluluğun sonsuza dek süreceğine ve hiçbir şeyin bizi asla kıramayacağına inanıyorum. Eşinizle ilgili sorunlarınızı çözmek için yardıma ihtiyacınız varsa Dr. Lukas ile iletişime geçin. WhatsApp iletişim bilgileri: +44-7469-341745 veya ona şu adresten e-posta gönderin: okukutemple@gmail.com

    YanıtlaSil
  10. Eşimin tamamen bir yabancıya dönüşmesini ve beni ve çocukları terk etmesini izlediğimde neredeyse evliliğimi kaybediyordum. Bir baba ve koca olarak evliliğimi sürdürmek için elimden gelen her şeyi yaptığımı bilerek çok öfkeliydim. Yaşadığımız korkunç kavgalar beni travmatize etti ve bir erkek olarak düzgün çalışamadım. Onu bunu yapmaya iten şeyin ne olduğunu bulmaya çalışmaya devam ettim ve bu da beni Dr. Isikolo ile iletişime geçirdi. Evliliğimi mahvetmek ve onu benden almak isteyen bir adamın büyük manipülasyonu altında olduğunu öğrendiğimde şaşırdım. Dr. Isikolo araya girmek ve sorunu çözmek zorunda kaldı ve böylece onun üzerinde kullandıkları karanlık büyü tılsımının pençelerinden kurtulmasını sağladı. Dr. Isikolo'nun yardımıyla ailemi tekrar bir araya getirebildiğimi bilmek bana mutluluk veriyor ve ona sonsuza dek minnettarım. E-postası: isikolosolutionhome@gmail.com veya ona +2348133261196 numaralı WhatsApp'tan mesaj atabilirsiniz.

    YanıtlaSil
  11. Kocam beni terk edip başka bir kadınla birlikte olmak için Yeni Zelanda'ya taşındığında kalbim kırılmıştı. Hayatımın bittiğini hissettim ve çocuklarım babalarını bir daha asla göremeyeceklerini düşündüler. Sadece çocuklar için güçlü olmaya çalıştım ama kalbimi işkence eden acıları kontrol edemedim. Hayatım üzüntü ve acılarla doluydu çünkü kocam birlikte olduğum tek adamdı. Birçok seçeneği denedim ama geri dönmedi, ta ki beni Dr. Ilekhojie'ye yönlendiren bir arkadaşımla tanışana kadar, kocamı uzlaşma ritüelinden sonra geri getirmeme yardım etti. İkimiz de şimdi mutlu bir şekilde yaşıyoruz ve evliliğimizde her şey büyük ölçüde düzeldi. Bu adam güçlü ve size yardımcı olabilir. İşte iletişim bilgileri. Onu arayın/WhatsApp'tan yazın: +2348147400259 Veya ona e-posta gönderin: gethelp05@gmail.com

    YanıtlaSil
  12. Evliliğim, kocamla yaşadığım bitmek bilmeyen sorunlar ve zorluklar yüzünden çöktü. Arkasına bakmadan beni terk etti ve ben aylarca yalnız kaldım. Ailesi araya girdi ve yine de hiçbir şey değişmedi. Duygusal olarak yıkılmıştım ve tekrar aşkı bulma umudumu kaybetmiştim çünkü o bir erkekte istediğim her şeydi. Birçok insan gibi ben de Dr. Ilekhojie'yi internet aracılığıyla tanıdım. Sorunlarımı uzun uzun konuştuk ve evliliğimi yeniden kurmak için ihtiyacım olan çözümü bulacağıma dair bana güvence verdi. Güvenilir olduğuna dair kanıtım olduğu ve hiçbir şeyi geciktirmediği için prosedürlerine uymaktan başka seçeneğim yoktu. Benim ve kocam için bir uzlaşma ritüeli yaptı ve paylaştığımız sevgi ve mutluluk geri geldi. Dr. Ilehojie'nin söz verdiği gibi tam 3 günde oldu. Gerçekten harika bir yardımcı. Herhangi bir sorununuz varsa, +2348147400259 numaralı WhatsApp'tan ona ulaşın veya gethelp05@gmail.com adresinden e-posta gönderin.

    YanıtlaSil
  13. Farklı erkeklerle zor zamanlar geçirdim, gerçek aşkı ve gerçek kabulü buldum ta ki hayatıma giren ve beni kelimelerle anlatılamayacak kadar seven kocamla tanışana kadar. 2 yıl birlikte yaşadık ve çok fazla tartışma çıkana ve yollarımızı ayırana kadar mutluyduk. Devam edebileceğimi düşündüm ama ona derinden aşık olduğumu ve sonsuza kadar onunla olmam gerektiğini fark ettim. Yardım aramaktan başka seçeneğim yoktu ve bu da beni başkalarına nasıl yardım edebildiğini bilerek Dr. Ilekhojie ile iletişime geçmeye yöneltti. Bana dikkatini verdi ve bizim adımıza bir uzlaşma ritüeli gerçekleştirdi ve sonuç ortaya çıktı ve bana geri döndü ve tekrar barıştık. Şimdi aşk ve mutluluk geri geldi ve söyleyebileceğim tek şey Dr. Ilekhojie'nin bana ve dünyadaki diğer insanlara yardım etmekteki özverili davranışını gerçekten takdir ettiğimdir. Burada, gethelp05@gmail.com e-postasını veya +2348147400259 WhatsApp adresini bırakıyorum

    YanıtlaSil
  14. Maddi bir miktar kazanamadığım konusunda şikayette bulunduğum bir arkadaşımla tanıştım ve beni piyango büyüsü konusunda kendisine yardımcı olan Dr. Ilekhojie ile tanıştırdı ve 500.000 dolar kazandı. Kendisi aracılığıyla kendisiyle iletişime geçtim ve bana piyango büyüsünü benim için yaptığında büyük kazanacağıma dair güvence verdi. Piyango büyüm için gereken her şeyi alması için kendisine 48 saat vermemi istedi, bu yüzden 48 saat bekledim ve kalbim ne kadar isterse ona göre bir bilet almamı söyledi. Bir Powerball bileti aldım ve çekilişler geldiğinde milyoner oldum. Şimdi neredeyse evsiz kaldıktan sonra işimi kurmak için yeterli param var. Teşekkürler Dr. Ilekhojie, minnettarım. Şansa ihtiyacı olan herkes için iletişim bilgilerini buraya bırakıyorum. Ona +2348147400259 numaralı telefondan ulaşın veya gethelp05@gmail.com adresine e-posta gönderi

    YanıtlaSil
  15. Kocamın anıları hala içimdeydi ve onu ne kadar sevdiğimi ve özlediğimi fark ettim. O gece çok sevdiğim adamı kaybettiğimi düşünerek acı acı ağladım. Ne yapacağım konusunda tavsiye istedim ve bir arkadaşım bana DR Ilekhojie'nin iletişim bilgilerini verdi, kendisine danıştım çünkü birçok insanın barışmasına yardımcı oldu. Sadece 4 gün içinde onunla bir barışma duasıyla karşılaştım ve hayatımda her şey iyiye doğru döndü. Şimdi tekrar kocamla mutlu bir şekilde yaşıyorum, yeminlerimizi tekrar yenilemeyi planlıyoruz. Bugün burada Dr Ilekhojie'nin bozulmuş bir ilişki veya evlilikteki tüm sorunların çözümü olduğuna tanıklık ediyorum. Herhangi bir soruna çözüm için onunla iletişime geçin. Whatsapp +2348147400259 veya E-postası: gethelp05@gmail.com

    YanıtlaSil
  16. Hayatımda zor bir dönemden geçiyordum ve bu durum eşimle olan birlikteliğimi büyük ölçüde etkiledi. Çok fazla duygusal sorunumuz ve mücadelemiz vardı ve bu tek başına birbirimizin ihtiyaçlarına daha az dikkat etmemize neden oldu. Sorunlarımı çözmeye ve ayağa kalkmaya çalışırken, evliliğimi yeniden şekillendirebilmek ve daha iyi işler hale getirebilmek için, eşimin etrafında onu yanlış etkileyen ve onu terk ederek yanlış tarafı almasına neden olan kadınlar vardı. Sadece bu olay beni yıktı ve onun doğru duyularıyla yaptığı her şeyi yapmadığından emindim. Barışı sağlamak için elimden geleni yaptım ama asla işe yaramadı ve sorunu çözmemi mümkün kılan Dr. Isikolo ile iletişime geçmek zorunda kaldım. Benim için çalıştı ve benimle eşim arasındaki sevgiyi ve bağı yeniden sağladı ve eşim eve döndü. Çalışmasının sonucu söz verdiği gibi sadece 48 saat sonra ortaya çıkmaya başladı ve cesurca söyleyebilirim ki aramızdaki her şey yolunda ve ikimiz de birlikte mutluyuz, Dr. Isikolo'nun sorunlarınızla size yardımcı olmak için güvenebileceğiniz iyi ve dürüst bir adam olduğu bilgisini doğrulamak için buradayım. Doktor Isikolo'ya isikolosolutionhome@gmail.com adresinden e-posta gönderebilir veya +234-8133261196 numaralı WhatsApp'tan mesaj gönderebilirsiniz.

    YanıtlaSil
  17. Dr. Ilekhojies'in iletişim bilgilerini internette bulduğumda. Evliliğimde karşılaştığım şeyleri ona anlatmam gerektiğini görmem için tamamen yıkılmış bir noktaya gelmem gerekti. Yatak odası dolabımda bir savaş odası yaptım ve doğrudan Kaynağa gittim! Birçok kez zor oldu; kocam hala evdeydi ve destek olmuyordu ve hala boşanmak istiyordu, ancak sahip olduğum azıcık şeyin beni ve kızımı geçindireceğini biliyordum. Sonra aniden bu geçen cumartesi günü geldi, Dr. Ilekhojies'in uzlaşma büyüsü onu bizi terk edip etmeyeceğine veya evliliğimiz üzerinde çalışıp çalışmayacağına karar verme noktasına getirdi. Sadece uzlaşma büyüsü sayesinde hala evlenmek istediğini söyledi ve Hemet Kaliforniya'da satın almak üzere olduğu bir evin sözleşmesini iptal etti! Gerçekten de, Dr. Ilekhojies'in uzlaşma büyüsüyle hiçbir şey imkansız değildir. ASLA pes etmeyin!” Evliliğinizde sorun yaşıyorsanız Dr. Ilekhojie ile iletişime geçin. Whatasapp/Viber +2348147400259

    YanıtlaSil
  18. Karımla Alaska'da çalışırken ve yaşarken tanıştım. Evlendiğimizden beri, başka bir eyalette zirveye çıkmaya karar verene ve orada kendisine daha yakın olan biriyle tanışana ve sonunda onunla kaçana kadar her şey yolundaydı. Eve geri dönme çabalarım boşa çıktı ve ailesi bizi yeniden bir araya getirmek için ellerinden geleni yaptı ama hiçbir şey işe yaramadı. Herkes gibi ben de Dr. Isikolo ile iletişime geçtim ve sonunda harikalar yarattı ve şimdi karım bana geri döndü. Onunla kaçan adam tarafından hipnotize edildiği ortaya çıktı. Duygularımın beni ele geçirmesine asla izin vermediğim için mutluyum ve onunla evliliğimi bitirdim. Dr. Isikolo güçlü bir büyücüdür ve sonuçların 48 saat sonra ortaya çıkacağını söylediğinde ona güvenin. Herhangi bir yardıma ihtiyacınız varsa hemen onunla iletişime geçin: isikolosolutionhome@gmail.com veya +2348133261196 numaralı telefondan WhatsApp'tan mesaj atın.

    YanıtlaSil
  19. Evliliğim, kocamla yaşadığım bitmek bilmeyen sorunlar ve zorluklar yüzünden çöktü. Arkasına bakmadan beni terk etti ve aylarca yalnız kaldım. Ailesi araya girdi ve yine de hiçbir şey değişmedi. Duygusal olarak yıkılmıştım ve tekrar aşkı bulma umudumu kaybetmiştim çünkü o bir erkekte istediğim her şeydi. Birçok insan gibi ben de Dr. Ilekhojie'yi internet aracılığıyla tanıdım. Sorunlarımı uzun uzun tartıştık ve evliliğimi yeniden kurmak için ihtiyacım olan çözümü bulacağıma dair bana güvence verdi. Güvenilir olduğuna dair kanıtım olduğu ve hiçbir şeyi geciktirmediği için prosedürlerine uymaktan başka seçeneğim yoktu. Benim için bir uzlaşma ritüeli yaptı ve paylaştığımız sevgi ve mutluluk geri geldi. Dr. Ilehojie'nin söz verdiği gibi tam 3 günde oldu. Gerçekten harika bir yardımcı. WhatsApp +2348147400259 üzerinden iletişime geçin veya gethelp05@gmail.com adresinden e-posta gönderin

    YanıtlaSil
  20. Uzun yıllardır süren evliliğim, kocamla hiç istemediğim boşanmaya yol açan bitmeyen bir sefaletle doluydu. Her şey çöktü ve ayrı yollara gittik. Hayatıma devam etmeye çalıştım ama benim için çok zordu çünkü hala kocamı seviyordum ve kızım babasını özlediği için her zaman ağlıyordu. Yardım aramaktan başka çarem yoktu ve bu da beni DR Ilekhojie ile iletişime geçmeye yöneltti. Çalışmaları hakkında çok sayıda olumlu yorum gördükten ve ona ulaştıktan sonra, uzlaşma ritüeli ile beni ve kocamı barıştıracağına dair bana güvence verdi. Bana kocamın boşanma konusundaki fikrini değiştireceğini ve geri döneceğini ve tekrar mutlu bir aile olacağımızı açıkladı. Hepinize Dr Ilekhojie sayesinde sevginin ve mutluluğun yeniden sağlandığını ve yeniden bir araya geldiğimizi söylemekten mutluluk duyuyorum. Kimseye yardım etmek için asla çok meşgul olmaz. Bu yüzden siz de yardıma ihtiyacınız varsa hemen onunla iletişime geçin. 'Sadece WhatsApp +2348147400259 üzerinden ona mesaj atın

    YanıtlaSil
  21. Kocam beni terk edip başka bir kadınla birlikte olmak için Yeni Zelanda'ya taşındığında kalbim kırılmıştı. Hayatımın bittiğini hissettim ve çocuklarım babalarını bir daha asla göremeyeceklerini düşündüler. Sadece çocuklar için güçlü olmaya çalıştım ama kalbimi işkence eden acıları kontrol edemedim. Hayatım üzüntü ve acılarla doluydu çünkü kocam birlikte olduğum tek adamdı. Birçok seçeneği denedim ama geri dönmedi, ta ki beni Dr. Ilekhojie'ye yönlendiren bir arkadaşımla tanışana kadar, kocamı uzlaşma ritüelinden sonra geri getirmeme yardım etti. İkimiz de şimdi mutlu bir şekilde yaşıyoruz ve evliliğimizde her şey büyük ölçüde düzeldi. Bu adam güçlü ve size yardımcı olabilir. İşte iletişim bilgileri. Onu arayın/WhatsApp'tan yazın: +2348147400259 Veya ona e-posta gönderin: (gethelp05@gmail.com

    YanıtlaSil
  22. Začala jsem si všímat podivného chování svého manžela a o několik týdnů později jsem zjistila, že můj manžel se s někým vídá na svém pracovišti. Začal se vracet domů pozdě z práce a se mnou nebo dětmi skoro netráví čas navíc. Někdy jde ven a asi týden se ani nevrátí domů. Začal jsem mít velké obavy a potřeboval jsem naléhavou pomoc, abych zachránil své manželství. Když jsem jednoho dne procházel internet, narazil jsem na webovou stránku, která naznačovala, že doktor Ilekhojie může pomoci vyřešit manželské problémy a obnovit vztahy. Kontaktoval jsem ho, řekl mi, že někdo jiný přerušil spojení mezi mnou a mým manželem, a rozhodl se provést rituál smíření, aby to napravil. Poskytla jsem vše, o co požádal, a během 3 dnů začal můj manžel trávit tolik času doma a dokonce mě vzal ven na noc jen my dva. Od té doby se vše vrátilo do normálu a moje rodina je opět šťastná. To vše díky doktoru Ilekhojie. Kontaktujte ho s žádostí o pomoc. Jeho e-mail/ gethelp05@gmail.com a Whatsapp: +2348147400259

    YanıtlaSil
  23. Eşimle aramızda büyük bir kavgaya yol açan bir yanlış anlaşılma oldu ve o evden ayrılıp babasının evine geri döndü. Duygularımın beni ele geçirmesine izin verdim ve ondan kalıcı olarak uzak kaldım. Başka bir adamla görüşmeye başladığında işler daha da kötüye gitti ve ben bundan hiç haberim olmadı. Sorunu çözmeye ve onu eve geri döndürmeye çalıştım ve bir daha geri dönmedi. Daha sonra olup biten her şeyi öğrendim ve onunla evliliğimi düzeltmek için yardım almaya karar verdim ve bu da beni Dr. Isikolo ile iletişime geçirdi. Beklendiği gibi benim için çalıştı ve sorun çözüldü ve eşimle yeniden bir araya geldim. Dr. Isikolo'nun söz verdiği gibi 48 saat sonra eve geri döndü. Evliliğimdeki sorunumu çözdüğü için ona sonsuza dek minnettarım. Lütfen hızlı ve acil Yardım için onunla iletişime geçin, ona e-posta gönderin: isikolosolutionhome@gmail.com veya Viber'dan veya WhatsApp'tan mesaj atın: +2348133261196

    YanıtlaSil
  24. Eşimle başka bir bölgede çalışırken ve yaşarken tanıştım. Evlendiğimizden beri her şey yolundaydı ta ki o başka bir eyalette zirveye çıkmaya karar verene ve orada kendisine daha yakın olan biriyle tanışana ve sonunda onunla kaçana kadar. Eve geri dönme çabalarımın hepsi boşa çıktı ve ailesi bizi yeniden bir araya getirmek için ellerinden geleni yaptı ama hiçbir şey işe yaramadı. Herkes gibi ben de Dr. Isikolo ile iletişime geçtim ve sonunda harikalar yarattı ve şimdi eşim bana geri döndü. Onunla kaçan adam tarafından hipnotize edildiği ortaya çıktı. Duygularımın beni ele geçirmesine asla izin vermediğim için mutluyum ve onunla evliliğimi bitirdim. Dr. Isikolo güçlü bir büyücüdür ve sonuçların 48 saat sonra ortaya çıkacağını söylediğinde ona güvenin. Herhangi bir yardıma ihtiyacınız varsa hemen onunla iletişime geçin: isikolosolutionhome@gmail.com veya Viber'dan mesaj atın veya +2348133261196 numaralı telefondan WhatsApp'tan yazın.

    YanıtlaSil
  25. Geçmişte kocamla sorunlu bir ilişkim vardı ve bu ilk kocamla boşanmama yol açtı. Kocamın anıları hala içimdeydi ve onu ne kadar sevdiğimi ve özlediğimi fark ettim. O gece çok sevdiğim adamı kaybettiğimi düşünerek acı acı ağladım. Ne yapacağım konusunda tavsiye istedim ve bir arkadaşım bana DR Ilekhojie'nin iletişim bilgilerini verdi, kendisine danıştım çünkü birçok insanın barışmasına yardımcı oldu. Sadece 4 gün içinde onunla ruhsal bir barışma duasıyla karşılaştım ve hayatımda her şey iyiye doğru döndü. Şimdi tekrar kocamla mutlu bir şekilde yaşıyorum, yeminlerimizi yenilemeyi ve tekrar evlenmeyi planlıyoruz. Bugün burada Dr Ilekhojie'nin bozulmuş bir ilişki veya evlilikteki tüm sorunların çözümü olduğuna tanıklık ediyorum. Herhangi bir soruna çözüm için onunla iletişime geçin. Whatsapp +2348147400259 veya E-postası: gethelp05@gmail.com

    YanıtlaSil
  26. Eşimin tamamen bir yabancıya dönüşmesini ve beni ve çocukları terk etmesini izlediğimde neredeyse evliliğimi kaybediyordum. Bir baba ve koca olarak evliliğimi sürdürmek için elimden gelen her şeyi yaptığımı bilerek çok öfkeliydim. Yaşadığımız korkunç kavgalar beni travmatize etti ve bir erkek olarak düzgün çalışamadım. Onu bunu yapmaya iten şeyin ne olduğunu bulmaya çalışmaya devam ettim ve bu da beni Dr. Isikolo ile iletişime geçirdi. Evliliğimi mahvetmek ve onu benden almak isteyen bir adamın büyük manipülasyonu altında olduğunu öğrendiğimde şaşırdım. Dr. Isikolo araya girmek ve sorunu çözmek zorunda kaldı ve böylece onun üzerinde kullandıkları karanlık büyü tılsımının pençelerinden kurtulmasını sağladı. Dr. Isikolo'nun yardımıyla ailemi tekrar bir araya getirebildiğimi bilmek bana mutluluk veriyor ve ona sonsuza dek minnettarım. E-postası: isikolosolutionhome@gmail.com veya ona +2348133261196 numaralı WhatsApp'tan mesaj atabilirsiniz.

    YanıtlaSil
  27. Yasal sorunlarla mı karşı karşıyasınız? Yanlışlıkla mı suçlanıyorsunuz? Haksız yere mi yargılanıyorsunuz? Davanızın kazanılması imkansız mı görünüyor? Dr. Ilekhojie'nin size yardım etmesine izin verin ve özgür olun. Hakkınızdaki suçlamaları düşürme büyüsü, yasanın yanlış tarafında yakalanmış olsanız da veya haksız yere suçlanıyor olsanız da işe yarayacaktır. Suçlamalarınızı düşürmenize yol açacak büyüleri tamamlamak için hangi ritüelleri kullanmak istediğinize karar vermek size kalmış çünkü hemen hemen her ritüelde, aleyhinizdeki suçlamaları düşürdüğünden emin olabilirsiniz. Dr. Ilekhojie, hepsi arasında en güçlüsü olarak kabul edilir. Bugün mahkeme davanız için en iyi ritüeli öğrenmek için lütfen onunla iletişime geçin.

    DR. ILEKHOJIE
    İLETİŞİM 【+2348147400259】
    Web https://gethelps.online

    YanıtlaSil
  28. Hayatımda zor bir dönemden geçiyordum ve bu durum eşimle olan birlikteliğimi büyük ölçüde etkiledi. Çok fazla duygusal sorunumuz ve mücadelemiz vardı ve bu tek başına birbirimizin ihtiyaçlarına daha az dikkat etmemize neden oldu. Sorunlarımı çözmeye ve ayağa kalkmaya çalışırken, evliliğimi yeniden şekillendirebilmek ve daha iyi işler hale getirebilmek için, eşimin etrafında onu yanlış etkileyen ve onu terk ederek yanlış tarafı almasına neden olan kadınlar vardı. Sadece bu olay beni yıktı ve onun doğru duyularıyla yaptığı her şeyi yapmadığından emindim. Barışı sağlamak için elimden geleni yaptım ama asla işe yaramadı ve sorunu çözmemi mümkün kılan Dr. Isikolo ile iletişime geçmek zorunda kaldım. Benim için çalıştı ve benimle eşim arasındaki sevgiyi ve bağı yeniden sağladı ve eşim eve döndü. Çalışmasının sonucu söz verdiği gibi sadece 48 saat sonra ortaya çıkmaya başladı ve cesurca söyleyebilirim ki aramızdaki her şey yolunda ve ikimiz de birlikte mutluyuz, Dr. Isikolo'nun sorunlarınızla size yardımcı olmak için güvenebileceğiniz iyi ve dürüst bir adam olduğu bilgisini doğrulamak için buradayım. Kendisine isikolosolutionhome@gmail.com adresinden e-posta gönderebilir veya +234-8133261196 numaralı WhatsApp'tan mesaj gönderebilirsiniz.

    YanıtlaSil
  29. Uzakta mı kalıyorsunuz ve onu şahsen ziyaret edemiyor musunuz, mahkeme davasını kazanmak için ritüeller Dr. Ilekhojie tarafından sizin adınıza yapılabilir. Büyüler ritüelleriyle birlikte genellikle hiçbir yere varmayan davalarda kullanılır. Dr. Ilekhojie güçlü veya kazanılması daha zor görünen davaları çözmeye yardımcı olur. Dr. Ilekhojie, sizinle veya size karşı herhangi bir yasal sorunda bulunan herkesi manipüle etmeye yardımcı olmak için büyüler ve ritüeller yapacaktır. Günün sonunda çileyi veya kararı kazanabileceksiniz. Dr. Ilekhojie ile acilen iletişime geçin. Whatsapp veya Viber: +2348147400259 veya E-posta: gethelp05@gmail.com veya Web sayfası: https://gethelps.online

    YanıtlaSil
  30. Nişanlımla tanıştığımda hala üniversitedeydim. Uzun süre çıktık ve birlikte yaşadık ve ilişkimiz ebeveynlerimiz tarafından onaylandı. Anlaştık ve her şey mükemmeldi. Eğitim için seyahat etti ve o zamandan beri her şey bizim için bir daha asla iyi olmadı. Orada bir kadınla görüşüyordu ve paylaştıkları şeylere çok bağlıydı ve beni resmin dışında bıraktı. Sorunu çözmek için elimden geleni yaptım ama Dr. Isikolo'yu duyana kadar hiçbir şey işe yaramadı. Onunla iletişime geçtim ve neler yaşadığımı anlattım ve söz verdiği gibi yardım edeceğine söz verdi. Bana verdiği talimatlara uydum ve nişanlımla yaşadığım sorunu çözdü ve şimdi bana geri döndü ve bir ay içinde evleniyoruz. Dr. Isikolo'ya teşekkürler. Herhangi bir yardıma ihtiyacınız varsa hemen onunla iletişime geçin. e-posta: isikolosolutionhome@gmail.com veya +2348133261196 numaralı WhatsApp'tan mesaj atın.

    YanıtlaSil
  31. Karımın kendisine yedirilen yalanlar ve asla doğru olmayan güvensizlikler yüzünden uzaklaştığını gördüğümde mutsuzlukla evliliğimi ve güzel yuvamı kaybettim. En başından beri asla aldatmayacağıma yemin ettim ve mutlu bir yuva kurmak için yerimi korudum ama ne yazık ki o bana asla yeterince güvenmedi. Onu geri kazanmak için aylarca dolaştım ve ailesinin müdahalesi de dahil olmak üzere çeşitli kaynaklardan yardım istedim ama hiçbir zaman başarılı olamadım. Daha erken bir aşamada kendisiyle iletişime geçtiğimde şüphe ettiğim Dr. Ilekhojie ile iletişime geçtim. Umudu canlı tutmalı ve bana her şeyi açıkladığı şekilde prosedürlere uymalıydım. Bana 3 gün sonra döneceğine dair güvence verdi ve bu gerçekleşti ve oğlumun ve benim annesinin evde olduğunu bilerek ne kadar mutlu ve minnettar olduğumu ifade edecek kelimeler bulamadım. Hayatımıza mutluluğu geri getirdiğin için teşekkürler Dr. Ilekhojie. Yardıma mı ihtiyacınız var? Bu harika Dr. ile Whatsapp +2348147400259 veya E-postası: gethelp05@gmail.com veya Web Sayfası aracılığıyla https://gethelps.online adresinden iletişime geçin

    YanıtlaSil
  32. Bunu dünyayla paylaşmak bir ayrıcalık. Sana gelen tüm övgüleri hak ediyorsun. Dr. Ilekhojie, internetteki karşılaşmamızdan beri benim için bir nimet oldu. Her şeyi tek başına o biliyor. Nezaketi, ilgisi, dürüstlüğü ve kendisiyle temas kuran herkesin hayatındaki yardımları için onu çok seviyorum. Dr. Ilekhojie olmasaydı, bu zorluğun üstesinden nasıl gelebilirdim. Büyüsü beni 60 Milyon Dolarlık LOTTO MAX kazananı yaptı ve tüm hayatımı güzel ve muhteşem hale getirdi. Bana piyango oynamam için verdiği sayılar, çimden zarafete kadar hayatımı değiştiren bir sayıydı ve ona sonsuza dek minnettar olduğumu söylemek istiyorum. Bunu okuyan ve yardıma ihtiyacı olan herkes ona ulaşabilir Web sitesi: https://gethelps.online VEYA Whatsapp/Viber: +2348147400259

    YanıtlaSil
  33. Selamlar, buna kimin ihtiyacı olduğunu bilmiyorum ama eminim ki birileri benim Dr. Ajayi'nin yardımıyla bulduğum gibi yardım bulabilir. 5 yıldır çıktığım bir erkek arkadaşım var. Bir sabah uyandı ve bana ilişkinin bittiğini söyledi. Bir ay boyunca gözyaşları içindeydim. Çok kafam karışıktı ve kalbim kırılmıştı. Kız kardeşimi ve en yakın arkadaşım Jana'yı benim adıma yalvarmaları için gönderdim ama o ilişkinin bittiğini ve benden bıktığını söyledi. Dr. Ajayi'yi duyduğum çok güzel bir güne kadar, sitesinde bazı tanıklıklar okudum ve denemeye karar verdim. Kendisiyle iletişime geçtim ve bana büyü yapması için yapılması gereken şeyleri söyledi, ilk başta yapıp yapmamam gerektiğini düşündüm, denemeye karar verdim. Büyücü Dr. Ajayi'nin bana yapmamı söylediği şeyi yaptım, sonra 7 güne kadar arayla hiçbir sebep olmadan beni terk eden erkek arkadaşım bir akşam evime geldi ve beni geri almak için yalvardı, hatta kardeşiyle geldi ve af diledi. Çok fazla acı çektikten sonra erkek arkadaşım yine de geri döndü. Çok mutluyum, hepsi Dr. Ajayi sayesinde. Herhangi bir büyü çalışması için onunla iletişime geçebilirsiniz. İLİŞKİ sorunlarınızın üstesinden gelmenize yardımcı olacağına inanıyorum.

    E-posta: drajayi1990@gmail.com
    Viber / WhatsApp: +2347084887094

    YanıtlaSil
  34. Evliliğimde her şeyimi verdim ama o yine de beni ve çocuklarımızı terk etti. Ailesi benim için savaştı ve yine de hiçbir şey değişmedi ve o kırgın ve üzgün bir şekilde ayrıldı. Bir gün her şeyin bizim için düzeleceği ve size geri döneceği umuduyla devam etmeyi başardım. Çocuklar için harika bir baba ve onun bize geri döneceğine dair büyük bir inancım vardı. Sorunu nasıl çözeceğini gerçekten bilen Dr. Isikolo ile iletişime geçecek kadar şanslıydım ve bunu yaptı ve şaşırtıcı bir şekilde kocam bana geri döndü. Bunun nasıl mümkün olduğuna hala şaşırıyorum ama bu gerçekten doğru. Çalışmasının sonucunun 48 saat sonra ortaya çıkacağı kesin. Kocam geri döndü ve daha iyisini biliyorum ki Dr. Isikolo gerçekten herkesin güvenebileceği dürüst bir adam. Partnerler arasındaki sorunları çözme ve onları tekrar bir araya getirme işinde iyi. Ona e-posta gönderebilirsiniz: isikolosolutionhome@gmail.com veya WhatsApp üzerinden +2348133261196 numarasından mesaj atabilirsiniz.

    YanıtlaSil
  35. Merhaba millet, adım Martha, dünyaya Dr. Ajayi adlı büyük ve kudretli büyücüyü anlatmak istiyorum. Kocam beni aldatıyordu ve artık bana ve çocuklarımıza bağlı değildi, ona sorunun ne olduğunu sorduğumda bana olan aşkını kaybettiğini ve boşanmak istediğini söyledi, kalbim kırılmıştı, bütün gün ve gece ağladım ama o evden ayrıldı. İnternette bir şeyler arıyordum ve büyük ve güçlü büyücü Dr. Ajayi'nin benimki gibi benzer bir durumda olan birçok kişiye nasıl yardım ettiği ve evlerinde huzuru nasıl sağladığı hakkında bir makale gördüm. E-posta adresi oradaydı, bu yüzden ona sorunumu anlatan bir e-posta gönderdim, kocamın 24 saat içinde bana geri döneceğini söyledi ve ne yapmam gerektiği konusunda bana talimatlar verdi, bana yapmamı söylediği her şeyi yaptım. Ertesi gün, en büyük sürprizim, kocamın eve dönmesi ve ağlayarak beni affetmem ve onu geri kabul etmem için yalvarmasıydı. Herhangi bir sorun için bir büyücünün yardımına ihtiyacınız varsa, E-posta ile iletişime geçin: drajayi1990@gmail.com veya Viber/Whatsapp: +2347084887094

    YanıtlaSil
  36. Aile olarak sahip olduğumuz sevgiyi bozmak için çok fazla küçük kavga ve tartışma yaşadım. Önemi olmayan küçük şeylere her zaman öfkeliydim. Duygularımın beni ele geçirmesine izin verdim ve ondan ve çocuklarımdan kalıcı olarak uzak durdum. Başka bir adamla görüşmeye başladığında işler daha da kötüye gitti ve ben bunu hiç bilmiyordum. Onu ihmal ettim ve başka bir adamın kollarına ittim. Daha sonra olan biten her şeyi öğrendim ve evliliğimi düzeltmek için yardım almaya karar verdim. Çok geç olsa da sorunun ben olduğumu fark ettim. İş yerindeki bir arkadaşım beni Dr. Ilekhojie ile tanıştırdı ve bana karımın beni hala sevdiğini ve geri dönmek istediğini söyledi. Evliliğimizi bir haftadan kısa bir sürede düzelten bir uzlaşma ritüeli yapmama yardım etti. Dediği gibi, kaybolan bağımızı geri getirecek ve öyle de oldu. Teşekkürler Dr. Ilekhojie. Herhangi bir sorununuz varsa ona bağlanın. WhatsApp'tan ona ulaşın: +2348147400259

    YanıtlaSil
  37. Büyücü gibi davranan insanlara dikkat edin ve burada üçü tarafından dolandırıldım, bir arkadaşım beni 3 aydan fazla bir süre bizi terk ettikten sonra çocuklarımın babasını geri almam için bir uzlaşma ritüeli gerçekleştiren Dr. Ilekhojie'ye yönlendirene kadar 1.570 dolardan fazla kaybettim. Eski sevgilim tamamen geri döndü ve barış ve uyum içinde yaşıyoruz. Her şey düzeldi ve insanlara kaybettiğim tüm paraya rağmen gerçekten mutluyum. Bana sadece yaklaşık 350 dolar ücret aldı ve bununla ihtiyaç duyulan her şeyi satın aldı ve hepsi bu kadar. Yardıma ihtiyacınız varsa, ona ulaşın ve size yardımcı olacaktır WhatsApp +2348147400259

    YanıtlaSil
  38. Ilekhojie hakkında çok sayıda tanıklık gördüm, harika bir piyango büyücüsü, bir piyango büyüsü yapmanıza ve piyangoyu kazanmanız için doğru sayıları vermenize yardımcı olacak, ilk başta inanmadım ama hayat zorlaştıkça denemeye karar verdim, onunla da iletişime geçtim ve ona bir piyango kazanmak istediğimi söyledim, benim için kullandığım ve oynadığım bir piyango büyüsü yaptı ve 300.000 $ (ÜÇ YÜZ BİN DOLAR) kazandım. Dr. Ilekhojie'ye çok minnettarım ve bunu piyangoyu kazanmak için tüm gün uğraşan herkese bildiriyorum, inanın bana piyangoyu kazanmanın tek yolu bu, bu hepimizin aradığı gerçek sır. Zaman kaybetmeyin, siz de kazananlardan biri olmak için bugün onunla iletişime geçin iletişim bilgileri aşağıdadır. E-posta: (gethelp05@gmail.com WhatsApp: +2348147400259

    YanıtlaSil
  39. Rüyamdaki erkeği elde etme ihtimalim olduğunu bilseydim, vaktimi bir sürü aşağılık adamla harcamazdım. İşe başladığım ilk günden itibaren patronuma anında aşık oldum ve bir yıldan fazla bir süre boyunca bu daha da derinleşti. Çok zengin, mütevazı ve bekar biriydi. Onu kendime benzetmek için elimden geleni yaptım ama hepsi boşunaydı. 3 ay önce, Dr. Ilekhojie'nin bir yorumunu ve işinin ne kadar etkili olduğunu gördüm. Ona ulaştım ve durumumu ve patronumun bana neden ilgi duyması gerektiğini anlattım. Benim adıma dua etti ve birkaç gün içinde patronum beni bir randevuya davet etti ve bugün itibariyle mutluyuz, aşk içindeyiz ve o benim başıma gelen en iyi şey. Tüm bunlar Dr. Ilekhojie'nin yardımıyla mümkün oldu. Benim gibi yardıma ihtiyacınız varsa, doğrudan gethelp05@gmail.com e-postası veya +2348147400259 numaralı Whatsapp'ından ona ulaşın

    YanıtlaSil
  40. Evliliğinde umutsuzluk hisseden herkese umut vermek için hikayemi paylaşmak istiyorum. Bir zamanlar, eski eşinin müdahalesi yüzünden kendi kocam tarafından evliliğimden kovulmuştum. Yüreğim parçalandı ve aşağılandım; ihanete uğramış hissettim ve duygusal olarak uğruna çalıştığım her şeyi kaybettim. Aylarca, kocamın kalbinin geçmişin manipülasyonlarıyla sürüklenip gittiğini izledim. Kırılanı düzeltmek için her şeyi denedim ama hiçbir şey işe yaramadı. İşte o zaman ruhsal yardıma yöneldim ve acımı anlayıp bana rehberlik eden Dr. Ajayi adında güvenilir bir büyücü buldum. Güçlü ve dikkatli ritüeller sayesinde, bizi ayıran olumsuz etki kırıldı. Yavaş yavaş kocamın kalbi yumuşadı ve gerçeği yeniden görmeye başladı. Bugün, yeniden bir araya geldiğimizi söylemekten mutluluk duyuyorum; her zamankinden daha güçlü ve daha bağlıyız. Dr. Ajayi sadece kocamı geri getirmekle kalmadı, aynı zamanda sevgiyi, huzuru ve ailemi de geri getirdi. Benim gibi zorlanıyorsanız, pes etmeyin. Dr. Ajayi ile e-posta yoluyla iletişime geçin: drajayi1990@gmail.com veya Whatsapp/Viber üzerinden mesaj gönderin: +2347084887094

    YanıtlaSil
  41. 12 yıllık evliliğimizin ardından eşim aniden boşanma davası açtı ve üç çocuğumuzu da alacağını söyledi. Kalbim kırıldı. Yalvarma, danışmanlık, uzun konuşmalar gibi her şeyi denedim ama hiçbir şey işe yaramadı. Duygusal olarak kendini geri çekmişti ve dünyam başıma yıkılıyormuş gibi hissettim. Dr. Ajayi adında güçlü bir büyücü hakkında bir paylaşım gördüğümde çaresiz ve kırgındım. Ona ulaştım ve kaybettiğimiz aşkı geri getirebileceğine dair bana güvence verdi. Benim için bir aşk büyüsü yaptı ve birkaç gün içinde bir değişiklik görmeye başladım. Eşim yavaş yavaş tekrar açılmaya başladı. Konuştuk, ağladık ve bana hala beni sevdiğini söyledi. Boşanmayı iptal etti ve işleri yoluna koymak istediğini söyledi. Şimdi evliliğimizi yeniden inşa ediyoruz ve çocuklarımız tekrar mutlu. Dr. Ajayi'ye minnettarım. Sadece eşimi geri getirmekle kalmadı, ailemi de hayata döndürdü. Acı çekiyorsanız, pes etmeyin. Umut var. Herhangi bir sorun yaşıyorsanız ve kalıcı bir çözüme ihtiyacınız varsa, Dr. Ajayi ile Whatsapp/Viber üzerinden +2347084887094 veya E-posta: drajayi1990@gmail.com adresinden iletişime geçin.

    YanıtlaSil
  42. Voodoo'nun piyangoyu kazanmak için kullanılabilecek kadar yaygınlaştığına inanamıyorum. İnternette, bana 200.000 dolarlık Powerball piyangosunu kazandıran bir voodoo ile yardımcı olan Dr. Ilekhojie adlı bir büyücünün yorumunu gördüm. Ayrıca, milyonlar için gitseydim ben de kazanacağımı söyledi. Ancak sorun şu ki, büyüyü yalnızca bir kez kullanabiliyorsunuz, yani voodoo'ya aykırı olduğu için ikinci kez oynama şansınız yok. Spiritüel adamın dediğine göre, şimdi mutluyum ve evimin peşinatını ödeyip öğrenci kredimin büyük bir kısmını kapatabildim. Dr. Ilekhojie, ister fiziksel ister ruhsal olsun, yaşadığınız her türlü yaşam sorununu çözmenize yardımcı olabilecek güçlü bir spiritüel kişidir. Ona tamamen güvenebilirsiniz. Whatsapp / Viber: +2348147400259 veya gethelp05@gmail.com adresinden e-posta gönderebilirsiniz

    YanıtlaSil
  43. Kocamı, yaşadığı bölgede çalışmak için yurt dışında bir kadına kaptırdım. Bir arkadaşım bana ikisinin birlikte çekilmiş fotoğraflarını gönderene kadar olan bitenden haberim yoktu. Sonradan kocamın bana karşı soğuk davranıp beni terk etmesinin sebebinin bu olduğunu anladım. Kocam adeta hipnotize olmuştu. Yardım arayıp da bulamadığımda Dr. Ilekhojie ile iletişime geçtiğimde her şeyi anladım. Bana geri döneceğini ve aşkımızın ve mutluluğumuzun geri geleceğini söyledi ve bunu yaptı. Sonuç 3 gün içinde kendini göstermeye başladı. Şimdi kocam geri döndü ve Dr. Ilekhojie'ye dürüstlüğü ve desteği için ne kadar teşekkür etsem az. WhatsApp +2348147400259 üzerinden mesaj atabilir veya gethelp05@gmail.com adresine e-posta gönderebilirsiniz

    YanıtlaSil