1
Vladimir, koş tavşanı getir!..
Babam toprağın buz kestiği tepelerden ateş etmiş, yamaçtan aşağılara doğru kaçmaya çalışan tavşan, bir süre tepetaklak olduktan sonra, akıp akmadığı bellisiz, alabildiğine sessiz ırmağa düşmüştü. Çizmelerimle aşağı doğru yalpalayarak koşuyordum ki, kurt mu, tilki mi olduğunu anlayamadığım bir hayvan, ırmağa atılarak yaklaşmaya başlayınca bakakalmıştım. Uzaklardaki babam olayı izliyordu, ama bulutların arasından, arada bir görünen güneşin hayalete çevirdiği yeryüzünde, bir yarı tanrı gibi görünüyordu gözüme, hareketsiz öylece duruyordu. Arkasında güneş bir kurs gibi parıldıyor, bulutlar birer hale gibi süzülüyor ve sanki tanrıya yaklaşmakta olan biri, bir gölge, elinde ok ve yayıyla ayaklarını açarak, bir Titan gibi tüm görkemiyle, ışıltılı yeryüzüne ve belki de tüm evrene meydan okuyordu.
Çok gururluydum. Kurt çapul çupul yüzerek geldi ve ağzına aldığı tavşanla karşı kıyıya doğru yüzmeye başladı, az sonra, silkinerek, güneşte parıldayan su zerrelerinin gözümde altınsı bir ayla, pare pare parıldayan kristal bir ayna oluşturmasına aldırmadan uzaklaşıp gitti. Babama mahcup olmuştum, tam dört kişi ava çıkmışlardı, su yolunun kıyısından doğru, Anatoli'de katılmıştı sonra, sabahtan beri ne bir şey yakalamış, ne bir şey vurabilmişlerdi, tek umutları tavşanda ime time karışıp gitmişti işte...
Babamın en yakın arkadaşı Natan'dı aralarında, çok geçimsiz, nobran, nalet bir adamdı, uyuz herif!.. Babam neden severdi onu, kendisinde olmayan pek çok özelliği onda buluyor, kendini onunla tamamlıyordu belki de, ben kuşkuluydum, başarısız geçen bir avı hazmetmesi güç olacak, bu herif vallahi herkese ateş edebilecek tıynette biriydi. Az sonra yan taraftan bana doğru geldi, düşlerimden sıyrılmıştım, üzülme dedi, tavşan kurda, kurt ayıya, ayı arıya, arı bala, bal yaşama yem olur. Gülümsedim ama söylediğinde kesinlikle bir yeknesaklık varmış gibi geldi bana, bu adam sağlıksızdı, kesin olan bir şey var ki, yaklaşımlarında bir orantısız bağ ve anlam bozunması kaçınılmazdı, yukarı doğru çıkmaya başladık, taşlar buz tutmuş, toprak kayıyordu, elimden tuttu Natan... Vay be, ne iyi herif bu yahu!..
Tepede babam gülerek bizi bekliyordu, avcı değil av olduk dedi, kurdun kalbini kazandık. İki komşumuzda gelmişlerdi, birinin elinde çalı horozu vardı, hiç ses duymamıştık, acaba ölüsünü mü bulmuştu kuşun, babamın sormasını bekledim ama kimse oralı değildi, kuşun renklerine hayran kalmıştım, ipek parlaklığında, kuru yaprak renginde tüyler, gizlice dokundum giderken, elim yumuşak derin bir duyumsamayla ürperir gibi oldu, yaşamı anlamak için birinin ölmesi gerekli ha diye düşündüm, birinin ölmesi, tavşanı kurdun yavruları bitirip tüketmişti bile belki de, annem ve iki kardeşim bizi bekliyordu oysa, tavşanı kaynatacak ve ellerimizi yalayarak yiyecektik onun yağlı etini...
Babam tavşan yağsız olur dedi, ödüm koptu, düşlerimde geziyor oluşum ve kendi kendimle konuşmalarımı duyuyor sandım, aşağılara doğru indik, ters taraftan, çam ormanını arkamıza alarak, seyrek ağaçların olduğu tarafa yöneldik. Natan ormanda avlanmak en zorudur Vladimir dedi, orman kendini avlar, sık ağaçlar, kovuklar, kuşlar, çatal boynuzlar, her şey birbirine karışır, geriye yalnızca tüyler kalır, tüyler, parıldayan, göz alıcı şeyler, her şey uçuşur, kaçışır ormanda, bir anımsamadır artık, bir anı, ormanda avlanayım deme sakın, kendini vurursun!..
Seyrek eğrelti otlarının, kurumuş at kuyruklarının, tilki kuyruğu çamlarının arasından art arda geçiyorduk, bir kafile gibi, en arkadaydım ama korkuyordum, arkamdan başka biri geliyor sanki, beni tutacak, ağzımı kapatıp kaçıracak ve babamgil geriye dönüp baktıklarında kimseyi göremeyecek. Bir gün saksağan yavrusu yakalamıştım, dikenli bir ağacın tepesinde, eve getirdim ama annem yenmez onun eti diye bağırdı, babam yenir dedi, ne yaptığımızı tam anımsayamıyorum ama annemin kuralları vardı yaşama ilişkin, babam her zaman duruma göre kararlar verirdi, ortama göre, kazasız belasız yaşamak diye bir kavram var, ama annem daha sertçildi, babamı evirip çeviren biri...
Karın solumasında, tabanların çıtırtısında, şu adamları arkadan izliyorum, onlar böyle bir izlemeyi hiç bir zaman algılayamazlar, sırtlarından doğru bakıldığında kim bunlar, öncelikle birbirlerine benziyorlar, babam hangisi gerçekte, iyi kötü av ceketi giymiş her biri, pantolonları dar gibi, çizmeleri var, ellerinde uzun şeyler, çok tehlikeli, onlarla beraber yaşayabilmeleri çok ilginç, bir yok edici ve buna karşın, hiç bir zaman yok olmayan birer cisim bunlar, yok ettikleri şeyleri de yok edemiyorlar, biri asabi gibi görünüyor yüzünü görmediğim halde, gergin. Biri hımbıl derler ya argoda, yere yakın bir silueti var, erken ölecek gibi, diğerleri şimşek ve yıldırımların baskısıyla karşılaşmazsa, bu öncelikle aralarından ayrılacak gibi. Biri iri yarı ama etleri fazla gibi duruyor, çok azda olsa bedeni sallanıyor, babam zayıfça, uyumlu ama, yaşça en gençleri olduğunu zannettiğimse, en neşelileri ama onlara hep başını sallıyor, bu tavrı ilerde bir alışkanlığa dönüşebilir mi, hepsi yürüyorlar, aynı türden yaratıklar, onları algılıyorum, küçük ayrıntıların boşluğunda, aynı devinimleri sürdüren, bakıldığında usa sığmaz derecede garip canlılar, biraz düşünüldüğünde her şey çok normal, ben nasılım acaba, onlara göre ufacık, paytak bacaklı, sürekli başı okşanan, oysa adaşlarım, arkadaşlarım arasında sözüm geçiyor benim, ama bunların arasında hiç bir hükmümün olmayışını ilginç buluyorum, biri bana doğru dönüp baktı, onun beni o an algılayışını hiç bir zaman anlayamayacağım, keçiyolundan balık gözüyle bana bakan biri, objektif gibi, ben neyim acaba ona göre, güneş ışığının hafifçe yüzüne vurduğu, küçük boylu, umursuzca onları izleyen biri, ama görüntüm nasıl, o beni nasıl görüyor.
Oradan kendime ömür boyu bakamayacağım, kendimi karşıdan tüm insanların beni gördüğü gibi göremeyeceğim, nasıl algılandığımı o görüntünün ne olduğunu bilmeden yaşamım geçip gidecek, kendimizi hiç bir zaman göremiyoruz, aynada yüzümü görüyorum yalnızca ama dokunamıyorum, ama başkaları bana dokunuyor, bende onlara dokunuyorum, algılıyorum onları, insan bu, ağaçların arasından çıkıp gelen bir yaratık, herkes gibi, ben onu görüyorum ama o kendini göremiyor, hep başkalarını görüyoruz biz, sonsuza dek, kendimizi hiç bir zaman göremeden, kim olduğumuzu bilemeden, yalnızca soyutlamalar ve düşünceler üreterek sona eren yaşamımız, kendini görüp algılayamadan, düşüncesiyle varlığını başkasına kabul ettirmeye çalışan, onların gözünde cismani varlığını kabul ettiren, duyumsatan bir insan.
Onlar için ben gerçekten varım, benim için onlar gerçekten var ama ben kendim için gerçekte tam olarak var mıyım, onlar sen yoksun deseler ne yaparım, ben kendimi göremiyorum ki, tam olarak algılayamıyorum ki, yani bütünüyle uzaktan şöyle gelen birini görmek, etiyle kemiğiyle... Sanal bir fotoğraf, bir kamera görüntüsü varım demeye yetmiyor bana, onların ruhu yok çünkü, ben karşımdaki insanın beni nasıl algıladığını merak ediyorum canlı bir varlık olarak, tam anlatamıyorum ama tam anlatamamak, işte anlatmak istediğim bu, hiç bir şeyi tam anlatamamak, varlığın birincil sorunu...
Ben kendim için bir tümellik ve bütünlük duyumsayamam, başkaları tam olarak varlar benim için, yürüyor, bana bakıyor, atlıyor, konuşuyor ama ben onlar için bu algıyı kavrasam da, kendim için duyumsayamıyorum, ben onlar için var olan biriyim, kendim için var değilim, ilginç geliyor bu bana, kendime dokunsam da o dokunuşu uzaktan, evrensel, tümleyici bir bakışla göremediğim sürece ben başkaları için var olan biriyim, kendim için değil, ilginç diyorum, bilemiyorum, ilginç... Hepimiz başkaları için yaşayan yaratıklarız, onlar için varız, kendimiz için var değiliz, karşımızda biri olduğu sürece varız biz...
Suyun kenarından gidiyorlar, iri bir mantar buldum ağacın altında, zehirlidir belki, göstersem onlara, ama onlar kuşun peşinde, tavşanın, geyiğin ve sürüyle domuzun, küçücük bir mantar beni gülünç kılacak onların gözünde, dokunmuyorum bile, ilerde köy yolunun, ovaya açılan kesiminde Maria bisikletiyle gidiyor, ne diri bir kadın, kuru, keskin bir iskelet gibi, bisikleti çok ustaca sürüyor, geçen gün bostanların arasında yakalamış bekçi onu -hırsızlıkla suçluyor ilk fırsatta-, biraz hırpalamış tabi, Maria tarlanın içinden geçiyordum ben diyor, ona olan kinini hiç bir zaman unutamayacak biliyorum, aşağılaması, bir öç vesilesine dönüşecek zamanla, yıllarca bekleyecek ve kasaba pazarında onu yaşlı ve bitkin gördüğünde bir imada bulunacak ona, yanından geçerken, kesinlikle... Böyle bir hesaplaşma insanlık adına niçin tutuşturucu bir tutsaklıktır acaba...
2
Bir gün neden köpekleriniz yok sizin demiştim avcılara, bolluktan demezler mi, av çokmuş nasılsa. Köpeğimiz vardı bizim, zağar cinsinden, alçak boylu, herkese sevecen davranan, saf bir köpek, evde dururdu hep, onu sağa sola götürmeye kıyamazdık, o kendince gezerdi ama, sürekli kuyruğunu sallayan bodur, anlamsızca insanlara bakan, sonra yine başını eğip, sağı solu koklaya koklaya uzaklaşan bir yarı melek...
O ilerleyen zamanda öldü ne yazık ki, bir gün kayboldu evden, her köpeğin başına gelir bu, köpekler bir gün kaybolur gider, hepsi yarım bir masalcık, daracık evler köpeklerle doluydu, av köpeği cinsinden biri neden yoktu bilmem, avlanmanın kolaylığındandır belki, dedikleri gibi, ırmak balıkla dolu, ormanlar kuşla, dağlarda domuz ve geyik sürüleri, tilkiler, kurtlar birbiri ardına, birbirini izleyen yaratıklar, insanlar onların efendisi, onların hiç aldırmadığı bir şey mi ki bu...
Büyük babaları Berlin kanallarında balık tutan çocuklar vardı burada, büyük savaştan sonra bir süre dönemeyip, belki açlıktan balık tutan askerler, daracık patikalardan dönerlerdi bazıları, onlar açlıkla da savaşmışlar yer yer ama sırt çantaları burada yağma edilirdi, açlığın bile çeşitleri olduğunu söylerdi annem. Bir gün herkes gibi, bisikletli Maria'ların köpeği kırda kaybolmuş, bir daha dönmedi köpek, babası kederden yataklara düştü Maria'nın, ne kadar seviyormuş aile köpeğini, konuşuyordular adamla. Boynunu eğerek babam dedi ki ona, bu kadar üzülmene gerek yok. Hiç unutamayacağım bir şey söyledi adam, öyle deme Arseni, 'Evden cenaze çıkmış gibi!..' Çisil çisil ağlıyordu...
Dar bir sapaktan geçiyor avcılar, kayalar, eski zaman hayvanları, ejderhalar gibi, dünya kadar düş dağıtan bir kürecik var mıdır, kendi aralarında konuşuyordur sanırım bu taşlar, ağaçlar, kuşlar, toprak... Ne kadar ürkütücü, ne kadar güçlü olsa da insanlık, yeryüzünün azameti, heybetini yenemeyeceğiz gibi geliyor bana. Kayalar dışarı fırlamışlar, ha düştü ha düşecek, kocaman, görkünç devler, geride kaldılar ve erinç içinde bir soluk aldım, korku bulaşıcıdır belki ama avcıların hiç biri kayaları görmemişti bile, küçük bir kervan gibi; doğu masallarından kalma minik bir ecinni silsilesi, geçip gitmişlerdi işte.
Ah Ukrayna'da doğu sayılırmış, babam sıklıkla söylerdi bunu, kardeşimin kitabında okumuş ve artık hiç unutmamış, yukarda tepeler, kayaları dönünce neyle karşılaşacağız acaba diyordum ben, aşağıda ırmak, bu kez ağaçların arasında, çağıldayan bir canavar gibi akıyor, her şey oynuyor orada, sanki ağaçların dibinde insancıklar var, domuzlar, gölgelerin arasında yitip giden canlılar, aman tanrım bana bakıyorlar, hemen yüzümü çevirdim işte, neme gerek, başa belayı çağıran insanlar vardır der annem, annem her şeyi bilirdi, çok severdim onu...
Bazen ölü gibi duran su, bu bulamaç gibi akıp giden başıbozuk, amorf, türsüz hayvan, kıstaklarda, dönemeçlerde, uzun yarıntılarda, bir kaç kulaçlık yerlerde, neden bu denli coşar anlamam, su sarmalları birbiriyle sanki güreşiyor gibi, dalgalar birbirini, azgın köpükler eşliğinde vahşice alt ediyor, nasıl da kavga eder, boğuşur gibiler, başka bir umarı yok mu bunun, yoksa her şeyi aynı gözle görmek mi bu, her şeye aynı düşünceyle bakmak mı, yok canım gerçekten böyle bu, değişmez gerçeklikler, kütükler, tomruklar, karmakarışık dallar, yaprakların taca dönüştürdüğü saçaklar, ürkütücü otlar, balçıklı, dallı budaklı dünyalar suyun önüne geçmek için can atıyor.
Su zorlanıyor o an, tek bir dalga aşıyor engelleri, diğerleri geride kalıyor, izliyordur belki de, belki de birleşerek tek bir güç oluşturuyorlardır ama, hiç bilemiyoruz ki, su bizim için nedir, buz gibi içelim, kendimizden geçelim dostlar; Maria kucağıma gel seslerini duyar gibiyim. Suyun bu macerası yüzyıllardır değişmedi ama bizimki değişiyor ne yazık ki, bunun gizi hangisi, değişmeli mi ya da neden değişmeli, bir bilen var mı diyesim geliyor ama, bulutların arasından sanki tanrı bakıyor bana, öylece susuyorum, konuş mu diyor yoksa, bilemiyorum işte...
Kendimizi ürkütmeye ne, nerede, ne zaman, nasıl, neden karar verdi ve o kim, kim alıştırdı bizi. Bu sorunun en gereksiz yanı kim sorusu, kim diğerlerini anlamsız kılıyor, kimi bilemediğimiz sürece diğerlerinin gizi hiç bitmeyecek!.. Onun mavil gözleri bir tılsım, bir muska, ağırsak, taştan bir Pluton tanrısı gibi benliğimi ezmişti demek, en kolayı belki de, acılar sevinç veriyor, kederler haz içinde bırakıyor bu tufeyli varlığı!..
Karşı kıyıda tek bir çiçek, uzun gövdesi, başı suyun dışında, uzunca bir sapın eğilip doğruluşunda, sonsuzca bir hareketlilik içinde, sevinçle salınıp, kıvrılıyor, eğilip doğruluyor sürekli, tanrım ne zamana kadar sürecek bu gizil çırpıntı, bu dinmez çarpıntı, kinetizmin, potansiyel kimyaya dönüşmesi mi, nasıl bir şey bu, anlatacak büyülenecek ne çok şey var yeryüzünde, bitmez, tükenmez şeyler, çiçek sanki bana bakıyor, belki gökyüzüne, su ona çarpıyor, o alışmış, dans eder gibi eğilip doğruluyor, bazen minicik çubuklar, kırıntılar, cüruflar geçiyor yanından, ona bir şey olmuyor ve sanki hiç olmayacak, birbirini görüp kolluyorlar mı bunlar, yaşam hepimiz için mi, doğanın kuramları mı var bilemediğimiz, böyle düşünüyorum belki de, belki de çiçek her şeyin ölçülüp biçildiği, hesaplandığı, bir güvence altına alındığı dünyada, cetvelle ölçülmüş, milimetrik, pergelin açılarını, yaylarını çizdiği, sakıncasız, güvenilir bir yaşam içinde sürüklenip gidiyordur belki de...
Dördü de yürüyor avcıların, çamurun içinden zevkle geçiyor, kocaman adımlarıyla atlıyorlar, küçücük devler, sanki gerçekte tek başınalarmış da, yanındaki arkadaşı, arkadaşları gereksiz, birbirine öylesine eşlik ediyormuşçasına vurdum duymazlar, çokça hayranım onlara. Vitali domuz olur buralarda dedi. Natan başını kaldırdı; suya buradan kolayca iniyorlar, domuz kavşağı burası, kesinlikle karşılaşacağız, az sonra bir kaçı ölecek. Hayır hayır dedi babam, biri yeter bize, büyüklüğüne göre, yalnızca birimiz ateş edecek, av bir sanattır gerçekte. Gelişen dünyamızda, av kavramı değişmediği sürece, o bir sanat, bir gün belki ava gerek kalmayacak, ama bir sanat kendini yok edebilir mi bakacağız, göreceğiz dedi.
Çipura'nın ayağı kaydı, lakabı Çipura'ydı kısa boylu arkadaşlarının, adını hiç kullanmazlardı, düştü aşağılara doğru, zaten oradan ineceklerdi sanırım, hepimiz yarı kayar aşağıya indik. Çipura toparlandı, vahşi böğürtlenlerin arasından, kocaman yapraklı, dalgıç kuşu gibi tuhaf, boru çiçeği gibi şeyleri geride bırakarak suya indik. Beş kişilik canlıların toplanma yerine, domuzlar ya kaçmış ya geleceklerdi, ileri doğru yürümeye başladık, ayak sesleri silinip gitmiş, tilkileşmişti bizimkiler, yitiriyorduk birbirimizi, daracık geçitler, sessizliğin sesinde, minicik cıvıltı ve inleyişler eşlik ediyordu bize, belki kulağıma öyle geliyordu, bir sürtünme, dalların hıçkırışları, beni okşuyorlar, gitme ne olur mu diyorlar, tepelerden bir ceviz ya da kozalağın, başıboş yaprakların düşmesine, sürtünmesine benzer gürültüler, görüntüler, bu çıplak doğayı şenlendiriyordu. Yarılmış tohumlar, dallarından sarkmış, hiç bir işe yaramamanın üzüncüyle sarkıp, kuruyup kalmış meyveler, öylece içine çöküp çekilmişler dünyadan, dünya içre, küsmüşler ki, ne kadar asıldıysam da koparamadım birini, derken bir domuz kaçtı avcıların gözünden, uzaklarda cansız bir karaltı gibi duruyordu sanırım, ayakta ölmüş gibiydi, odur, hepsi ateş eder gibi oldu, sonra yalnızca birinin ateş ettiğini söylediler, avcıların tanrısal yasasıymış bu, nedir ki imgelemde, kurşunlar neden vızır vızır gidiyordu tanrım, kafam neden cehennem gibi oluyordu, tek bir el ateş edilmişti oysa, duran bir cismi vurmak kolaydır belki, şimdi neden sayısızca ateş edildi diye anımsıyorum... Anımsıyorum, 'Amarcord!..', biri koşmaya başladı, hepimiz yan yana geldiğimizde, önümüzde büyükçe bir domuz yavrusu; olur mu, yavru değil, yoksa ateş etmeyiz demişti babam, ama bana yavru gibi gelmişti!..
Domuzun ayakları son hızla tepiniyor, bütün vücudu titriyor, sanki göklerden bir duyumun ulaştığı, görkül bir alıcı gibi ses veriyordu duyargaları, deviniyor, horulduyor kanı ve bakıyor kıpırtısız, hiç değişkesiz gözlerle, ne yaptınız siz der gibi... Tepesinde güneşi gölgeleyen, uzun birer sırık gibi duran iki ayaklılar, acayip birer gölge, pusatlı birer dünya savaşçıları gibi, başında durup, dikilmişler domuzun. Garip birer hayaleti andıran, beş kişilik, bu tuhaf canavarlar tabyasına bakıp duruyordu domuz, hepimiz çömeldik, karşılıklı bakışıyor, zevkle domuzu izliyorduk. Ölümün gelişini görmenin dayanılmaz hafifliği, domuz gözünü çeviremiyor gibiydi, hep aynı boşluğa bakıyor, canla başla yaşama uğraşısını sürdürmek ister gibi içgüdüyle debeleniyordu, bir kaç dakika daha yaşamak, bir kaç dakika...
Gözleri ne kadar bir süre daha, belki saniyelerle geçen bir zaman içinde, yeryüzüne, gökyüzüne, varlıklara doğru bakabilse, belki de en mutlu gününü yaşamış olacaktı, onca acısına karşın, devrilmiş, boynunu çeviremeyen ve gökyüzünü yaşamı boyunca göremez denen bu yaratık, işte şimdi geçen bulutları görüyor, uçan kuşları, dalları ve bulutların ardındaki o gizemli yuvarlağı; güneşi, altın ışığı, artık dünyayı aydınlatmaktan, ısıtmaktan oldukça uzak o şeyi görüyordu, cansız, bir kurs gibi öylece duran bir grimsi küreydi kendisi de.
Domuz akan kanın, toprağı karanlığa çevirmesinde, umudunu yitirmiş, hırıltılarla solur olmuştu artık. Sanki istemsiz, duyulmaz ninniler söylüyor gibiydi, belki de o dinliyordu şarkısını yalnızca, kim bilir, bir an göz göze geldik, anlamsız bakıyordu bana, onun canını alanların arasında bende vardım oysa, saflıkla 'aramızda birlik yaratıyor duyduğumuz sevinç' masalına ben de katılıyordum. O yalnızca kendisiyle ilgiliydi ve dehşeti alabildiğine içgüdüseldi sanki, hiç ölmeyeceğini düşünüyordu sanırım, hiç ölmeyeceğini, ama ne olduğunu da kestiremiyordu anladığım kadarıyla, başka başka canlılar, başka başka yorumluyordu yaşamı, dünyayı, olan biteni. Sonsuz bir denizler ve karalar kardeşliği, suyun ve toprağın türdeşliği ve bir başlangıcın devinimi buydu demek ki...
Bana bakıyor gibiydi ama görmüyordu, göz gözeydik oysa, suçluyla hiç ilgilenmeyişi, onu ölüme gönderenleri hiç umursamayışı, ne kadar şaşırtıcı ve üzücü, bizi suçlarcasına bakmasını isterdim, ama öyle yapmıyordu, yalnızca yaşamak istiyordu, kim olursa olsun, ne olursa olsun, acaba düşünemiyor muydu olanları, algılayamıyor muydu, bizim onun canını aldığımızı, nedeninin biz olduğumuzu bilemiyor muydu. Bende bir yere kadar biliyordum belki, bildiğimi sanıyordum. Avcılar uzaklaşmışlardı, domuzun başında ben kalmıştım ve bekliyordum, sonunda domuz gözleri sonsuzluğa doğru açık kalakaldı, uyudu. İyice yaklaşıp, bakmak istedim şöyle bir, ama dişleri o kadar ürkütücü biçimde dışarı fırlamış, açık ağzı o kadar dehşetle parlıyordu ki, beneklerle dolu damak pembesinin bu denli ürkütücü olacağını bilemezdim, pembe yaşamın rengiydi oysa!..
Kararan lekelerin, ürkütücü noktacıkların pembe denizinde, sözde mutluluğun renk denizinde sürüklenen; derin bir uçurum, bir fay yarığı gibi boğaza doğru inip gidiyordu damak, bir dehlize doğru, bir kovuk, sonsuzluğa değil, karanlığa ve artık bir sona açılan!.. Hani pembe düşlerimiz nerede, hani hayallerimiz...
Domuz ölmüştü işte, ölmüştü bize göre, ama ölüp ölmediği konusunda kuşkuluydum, yalnız bizim dünyamızdan ayrılmıştır belki de, biçim değiştirmiştir, umursuzca 'Domuzlar Körfezi'ne gitmiştir diyordu avcılar, acımasızlıktan ziyade bir aldırmazlık gibi geldi bana, bu gülünç yaklaşımlar, cennetine diye düzelttim onları, domuzlar cennetine, bak sen dediler, bak sen!.. Sonraları alıştım, onlar gibi olduğumda yıllar içinde, 'bak sen' derdim bende, sık kullanır oldum o sözü, alışılmışın dışına çıkmanın bir cezası, boşunalığın gizil bir anahtarıydı, bak sen...
Bir yatıştırıcı!..
3
Domuzu Anatoli sırtlamıştı, babamın Türk asıllı dediği sempatik arkadaşı ve avda bitmişti işte, bir domuz dünyaya yeter... Dağdan keçi iner mi, inerse boynuzu nereye düşer dedi Vitali kahkaha atarak, güneş tepeyi aydınlatıyordu, bulutlar yer değiştiriyor, ışıltılar en güzel oyunlarını sunuyordu bize, alışıktık böyle şeylere, kuzeyin ışıkları, sanki arada bir bize de konuk olurdu, benzeri güzellikler yaşardık gün boyu, döngülere göre değişen tapılası güzellikler...
İşte tam tepede, güneş ışığının yamaçları aydınlattığı yerde, garip bir şey oluyordu sık sık, uzun, çift boynuz bir şeyin başı, bir görünüp, bir yitiyordu. Tepenin hemen ardında, otluyordu sanırım hayvan, boynuzları bir inip, bir çıkıyorsa; ya kavga ediyor ki o zaman boynuz sayısı dörde çıkardı ama öyle değildi, ah evet işte, birden görkemli bir dağ keçisi göründü, yapayalnız, tepede bir minotaur gibi, hayır Pan sanki!.. Tanrım ön ayaklarıyla şahlandı bile, indi, gene şahlandı. Ne demek istiyor ki bu?..
Ne büyük bir tanrısallık diye bağırdı Natan, kendisinden beklenmeyen bir incelikle, Anatoli fırsattan yararlanıp domuzu yere indirdi, ama gene yüklendi, en güçlü olmanın zaruretleri, güreşte köydeki herkesi yeniyor o, birinci adam, gene düştük yollara, bir süre sonra burnumuza kekik kokuları geldi, çiğdemler, menekşeler, aylandız gibi şeyler, küçük bir koruluktayız, domuz gene yere indi, babam dedi ki, burada yiyeceğiz domuzu.
Vitali şaşırdı, ya eşler, çocuklar, ev halkı. Babam bugün dedi Aziz Nikolas'ın göğe çekildiği gün. Çipura ilk kez söze karışır gibi oldu, Jesus'tan başka tanrının oğlu mu var! Hayır dedi babam, önce Mesih diye düzeltti, ölünce hepimiz göğe çekiliyoruz, şaşılacak bir şey yok bunda, bir istavroz çıkardı ve ateşi yakmaya koyuldu. Çipura diretmedi, domuzu yüzmeye başladı, av çantasında ekmekten, tuza kadar her şey vardı nasıl olsa...
İlerde Natan bıçağıyla oynuyordu, iç çeken bir dalgınlıkla...
Neden bilinmez, gene de çok garip bu adam, herkese saldırmayı düşünecek kadar gergin, asabi, köyün sabıkalısı, bir sinir hastası, çok iyi, çok kötü, sakin, aceleci, hırçın, ermiş gibi; yarı deli, dengeli, ne ararsan var onun ruhunda. Domuzun iç organlarını uzakta, ırmak kıyısına yakın bir yere atma görevini bana verdiler, bir süre sonra hırlaşmalar duyuldu, Vitali kurtlar düze pek inmez ama açlık işte kahrolası dedi, belki ayıdır dedi Çipura, babam o zaman kalkın gidelim dedi başımız belaya girmeden, hava kararınca gücümüz yetmez onlara, dünya bir araya gelse bile. Natan güldü, ayıların dünyasında yaşıyoruz zaten dedi, gene güzel konuştu herif, uzatmayıp konuyu değiştirdiler ne yazık ki, yemek vakti...
Bir sofradaymış gibi oturdular ve domuzun dört ayağını göz kararıyla paylaştılar, ateşte o kadar güzel bir kırmızıya dönmüştü ki domuzun eti, kokular yayıyor ve iştah açıyordu alabildiğine, bana kalanlardan verdiler, sırf et, bir süre önce koşan, yürüyen, boğuşan, neşeyle tepinip, ışıklar saçan bir hayvanı yemek...
Düşüncenin sınırlarının olması belki yararlı bir şeydir; olmalı mı demeli, düşlerinde bir sınırı vardır belki de, yoksa yaşayamazdık, dağda donan, aç kalan, ölen insanlarda birbirini yiyebiliyor. Eti ateşte pişirmek, sofrayı bir ritüele çevirmek, domuzlaşmak -öyle mi-, ağzı mağara gibi açılan yaratıklar olarak iştahla yemek şu eti... Hiç bir zaman istenilir biçimde üzerinde durulmayan bir konu, tüm kapasitemizle düşündüğümüzde, beynimizin yüzde otuzuna yakınını bile kullanamıyor muşuz, tümünü kullanmamız hiç de iyi değil, düşüncenin sonsuzca gelişiyor olması, yaşamı ortadan kaldırabilir, belki kolaylıklar, sınırlar aşılır, suni ete bile ulaşabiliriz ama, evrenin içlerinde düşüncenin sonsuz bir hızla yayılmasında, sınırlı bir dünyanın, yaşamın, kozmosun buna katlanabilmesi çok güç diye düşünüyorum, ürküyorum ben, gelgitler içindeyim.
Bir süre sonra, kaba gürültüler eşliğinde yemeği bitirdiğimizde, köy yoluna düşmüştük bile, ama yorgunluk bastı avcı takımını, bir tarla başına geldiklerinde oturup mola verdiler, ben serbest, özgürce sağa sola bakınıyor, uzaklaşıyor, sonra belirip gene onlara katılıyordum, uzanmış, ne güzel söyleşiyorlardı kendi aralarında. Natan eline bir çubuk almış toprağı karıştırıyordu bu kez, birden danaburnu dedikleri o son derece garip, görkünç hayvan çıktı topraktan, en cesurumuz olan Natan nasılda fırladı ayağa, sanki danaburnu bedenine girip, bütün organlarını yiyecekmiş korkusuna kapıldı sanırım, az önce kendi bir danaburnu değil miydi bu adamın, kısık sesiyle Ardeşen Kuşu diye bir balad çağırıyordu Çipura, yabancı bir diyalektten, ne kültürlü insan...
Sıra av öykülerine gelmişti, mahşerin atlıları için, Vitali bir düş görmüş önceleri, onu anlattı, hiç unutulası değil, derin bir uçurumda dolanıyormuş, yeşil bir cennet, bir kuş ötüyormuş ama sesini duysa da, kuşu bir türlü göremiyormuş, sonunda görmüş, dünyanın tüm renklerinin bireşimi, bir tayf, güneşsi bir sentez, her tüyün parıldayan bir renkle süslendiği, düşlerden güzel bir kuş, kuşlardan güzel bir düşmüş bu... Kuyruğu ağaçtan sarkıyor, yerleri süpürüyormuş, bir Anka gibi, o sıra dünyanın yedi rengi boy gösteriyor, gökkuşağı gibi tutuşuyor, yerden ateşler çıkıp, güneşten güneş altınsı ışıklar yayılıyormuş ama bu rengarenk ateş yumağı, bu eleğimsağma, hiç bir şeyi yakmıyor, hiç bir şeyi tutuşturmuyormuş.
Kanatları açıldığında sanki ağaç, altınsı, rengarenk bir yaprak ormanına boğuluyor, bir zümrüt denizine dönüşüyormuş, kuşun tepeliği, ağacın tam uçlarında, bir sorguç, tanrısal, gökleri delen bir kule, renkli bir deniz feneri gibi duruyor, narin başı da sonsuza doğru uzanan, bulutların ötesinde bir tapınak, düşsel bir burç, bir Delphoi gibi parıldıyor, bir pagoda gibi de göz alıyor ve tüm yeryüzünü aydınlatıyormuş. Ayakları öyle uzun ve inceymiş ki, gövdesi ağacın tepelerindeyken, ayakları dalların arasından yere basıyor, toprakta geziniyor ve görkemle boy gösteriyor, nice dikkatsizlere de, ağacın bir gövdesiymiş gibi sanılar veriyormuş.
Vitali korkuyla, derin ürpertiler içinde nişan almış, ama eli ayağı titriyormuş, arpacığı bir türlü kuşun üzerinde tutamıyor, yazık ki sağa sola yalpalıyormuş, biraz dinleniyor, sonra gene nişan alıyor, gene eli ayağı titriyor, gene dinlenmeye çekiliyor ama bir türlü bu simurglar simurgu, büyülü, tavus gibi, Hint elinin bir kaknusu gibi, zümrütler denizi bu kuşa ateş edemiyormuş. Düşlerinde, sanrılar içinde dönüp duruyor, inleyen, acınası sesler çıkarıyor, sıkıntılar içinde kıvranıyor, annesi yatağına, baş ucuna kadar gelip, Vitali, Vitali, oğlum! diye haykırdığı halde bir türlü uyanamıyormuş.
Neden sonra son kez nişan alıp ateş etmeye hazırlanırken Vitali; göklerden aniden bir melek inmiş, adı Mikail'miş, Vitali'nin kulağına eğilmiş ve demiş ki: Gördüğün bir kuş değil, iyi bak, bir ağaç o, kutsal ağaç, kökleri göklere doğru uzanır onun, kanatları, yitip gittiğin gümrah dalları ve büyülü, sonsuz sayıda çiçekleriyse; yeryüzüne deyince, Vitali gözlerini açmış ve 'Tûba!..' diye haykırarak uyanmış.
Köyde bizim Müslüman komşularımız vardı ve Vitali sanırım onların mesellerinden, kıssalarından etkilenmişti. Bir av meselciği anlattı Anatoli, unutmadığım onca güzel av anısı arasında bir o kaldı bende, adamın biri safariye çıkmış, diyormuş ki; bir gün tek başına bir aslanla karşılaştım, aslan gitgide yaklaşıyormuş, aramızda neredeyse bir adım kaldı, ben dokunacak, o atılacak kadar demiş. Arkadaşları, nasıl olup da yaşıyorsun, nasıl olup da buradasın deyince, adam; neyse ki aslanın kafesini bıraktım, maymunların kafesinin olduğu bölüme doğru ilerledim demiş.
Buda bir ironi ve insan birliğinin geldiği yeri bilip bildirmesi ereğiyle ders verici bir kıssadır belki de işte!.. Çipura burada söze karıştı dedi ki, insan öyle ilkel bir yaratıktır ki gerçekte, bir at yüzmeyi hiç öğrenmediği halde, ırmağı geçerde, insan tepinirken boğulabilir, bunun nedeni, ölüm korkusunu yenemeyen tek yaratığın insan olmasındadır, öteki varlıklar, ölüm korkusunu duyumsamaz, kavrayamaz, belki de bilmez, -öyle de varsayıyoruz!-, bu nedenle kolaylıkla yüzebilir, büyük bir soğukkanlılıkla at, suda ne gerekiyorsa onu yapar, ama ölüm korkusunun bilinci içinde kıvranan, tutsak alınmış, umarsız insan, en küçük hatada suyun kendisini boğacağını ve tamuya, dahası bilinmeyen bir dünyaya göndereceğini bilir, bundandır ki hiç bir insan yüzmeyi öğrenmeden bir ırmağı geçemez, karşı kıyıya ulaşmayı başaramaz, beceremez, hayvan ise mutlulukla yüzebilir ve bundandır doğasında, o insandan üstün bir yaratıktır.
4
Karanlık bastıracaktı az sonra, hadi kalkalım artık diye bir söz var, bizimkiler toparlanmıştı bile, yola düştük işte, daracık iki tekerleğin iz bıraktığı, bütün dünya yollarındaki gibi, mırıldanarak, şarkılarla, kahkahalarla eve kavuşacak olmanın neşesi, geride kalansa güzel bir günün unutulmayacak anısı, bir düzlükten kıvrılarak tam köy akşam güneşinin pırıltısı altında, kırmızı bulutlarla tuhaf ve başka bir gezegenin anısıymışçasına, bir düş gibi yamaçlardan aşağıya uzanacakken, dolambaçlarda yankılanan bir ses hepimizi şaşırttı; 'Aaaaaaeeeeeeeyiiiiiiiiieeeeeeyaaaaaannnnnnnğğğğğğhhnnnaaaeeeeee!..'
Yıllardır yalnızca bu sesi çıkararak kaygısızca dolanan Gezgin Beto'ydu bu, göğün güney ucundaki yarım aya bakıyordu, köyün antibilgini, kimse nedir, kimdir sormuyordu, küçükken menenjit mi geçirmişti, otist miydi, gizemli öğretilerin yeryüzündeki bir elçisi miydi, tapınak şövalyesi miydi, dilini nerede yitirmişti, bir korku, bir kabusun, cehennem kaçkını bir göstergesi miydi, bir ibret, bir ilenç, bir inançsızlığın dilini tutuşturduğu bir derviş, bir trubadur muydu, doğaçlama şarkılar söyleyen, kimselerin anlamadığı, kimselerin bilmediği bir yurtluğun bestecisi miydi bu deli... Bizi görmedi bile. Beto, Beto diye seslendik arkasından ama duyduğumuz gene aynı sesti;
'Aaaaaaeeeeeeeyiiiiiiiiieeeeeeyaaaaaannnnnnnğğğğğğhhnnnaaaeeeeee!..'
Sabah erken kalkarız bazen, bir ıssızlık, bir serinlik duyar insan, tanrısız ve sınırsız bir dünyadır sanırsınız gördüklerinizi ama Beto bozar sessizliği, uyumamış mıdır hiç, yoksa bir türlü uyanamayan, bir dünya canlısı mıdır gördüğümüz, hep o ses, hep o kulakları tırmalayan yankı, bir sorunun yanıtı gibi dolanır durur, ne gecesi vardır ne gündüzü, köydeki herkesin çocuğu, herkesin büyüğüdür o, Beto... Kimselerin anlamak istemediği bir garip haykırış, bir tuhaf hıçkırıktır onun ki. Bu köyün alınyazısıdır Beto, kaçınılmazlıkla dinlenen bir kakofoni, yüzleşmek istemediğiniz bir yalvaç sözü, kozmik dünyalardan bu yana doğru akıp gelen bir ninnidir belki de o, Beto, Beto... Gizini hiç bir zaman bilemeyeceğiz, bilmek istemeyeceğiz senin, biz yaşamdan ve olanlardan mutluyuzdur belki de!..
Aaaaaaeeeeeeeyiiiiiiiiieeeeeeyaaaaaannnnnnnğğğğğğhhnnnaaaeeeeee!..'
Bisikletli Maria arkamızdan yaklaştı ve hızla bırakıp gitti bizi, bağırdım Maria, Mariaaaaa!... Öyle ustaki şu bisikleti sürme işinde, ellerini bıraktı ve arkasına dönerek bana öpücük attı, benden yaşça o kadar büyük ki, ama büyüdüğümde anladım ki, o benim ilk aşkım olacaktı...
Uykularımda, Maria beklenmedik biçimde düşüyordu bisikletten, koşuyordum onu kaldırmak için, ellerinden tutuyordum ama gücüm yetmiyor ki onu kaldırmaya, sanki o beni kaldırıyor, bir nezaket, bir incelikle, gülümsüyor alabildiğine, çilli yüzü hafifçe kızarmış, göğsü göğsüme dokunuyor, bu tuhaflık, bu ürperti neden tanrım, bir içgüdü mü bu, bir günahın elden gelmeyen, tüm bedenimizi saran, kaçınılmaz titreyişinde kutsal bir dürtü mü bu, benimde yüzüm kızarıyor mu yoksa, neden ama, neden birbirimizi suçluyoruz bu sevmelerde, bu aşk masallarında, neden birbirimizi öldürecek kadar kederleniyor, hınç içinde kalıyor, kindarlığın cehennemlerinde hançerler kuşanıp saldırıyoruz tüm dünyaya, yitiriyoruz sevdiklerimizi, yok ediyoruz bizden başka dünyada var olan, olacak olan herkesi, ne var bunda tanrım, ne var, bir mutluluğun bir sarılmanın ötesinde, ne var bizi kan uykularına boğan, kin kuyularına sarıp sarmalayan...
Çünkü Maria evlendiği adamı bırakıp gitti, ayyaş diye, adam kaç kez canına kıymak istedi onun için, yıllar sonra Maria döndü, kızını da alıp gitmek için, aşkın, sevginin bin bir halleri işte, bir dünya gailesi... Sevgi, insanın insana duyduğu yakınlık, birbirinin olma arzusunu bile başaramayan insan, avlanarak, yok ederek, yenerek, yenilerek yaşayıp gidiyor, anlayamadığımız o kadar çok şey var ki... Maymunlar, çalıştırırlar korkusuyla konuşmazlıktan gelirlermiş, o değildir belki ama ben gene de Beto diyorum, kim bilir belki de tüm anlaşılmazlıkların içinde Beto'nun abecesini anlayamayışımızın izleri vardır!..
Güneş Isıakh Ateşi gibi küçük dağların ardında yok oldu gitti, ay yavaş yavaş parıltısını gösterdi... Avcılar köyün girişine doğru geldiklerinde, ayrı ayrı sokaklara doğru saparak, yokuşlara doğru kolan vurarak, hiç bir şey olmamışçasına, bütün günü birlikte geçirmemişçesine dağılıp gittiler...
''Ne büyük mutluluk dağın kutsal yalnızlığına tırmanmak tek başına, o temiz dağ havasında, ağzında bir defne dalı, kanının topuklarından hızla dizlerine, beline yükseldiğini, oradan boğazına ulaşıp bir ırmak gibi yayılmasını ve aklının köklerini yıkamasını duymak! "Sağa gideyim," "Sola gideyim," demeyi düşünmeden aklının yol kavşağında dört rüzgârı birden estirmek, ve tırmandıkça heryerde Tanrı'nın soluduğunu, yanıbaşında güldüğünü, yürüdüğünü, çalı çırpıyı ve taşları tekmelediğini izlemek; dönmek ve şafakta orman tavuğu arayan bir avcı gibi dağın tüm yamaçlarında kuş sesleri yankılansa bile ne bir canlıya, ne de bir kuş kanadına rastlamak havada. Ne büyük mutluluk toprağın bir bayrak gibi dalgalanması sabahın sisinde, ve ruhun bir atın sırtında kılıçtan keskin, başın ele geçirilmez bir kale, güneşle ay birer muska altın ve gümüşten, göğsünden sarkan! Ardına düşmek o yükseklerde uçan kuşun, geride bırakmak tasalarını, hayatın hırgürünü ve mutluluk denen o vefasız yosmayı; veda etmek erdemli yaşamaya ve uyuşturan sevdaya, geride bırakmak kurtların kemirdiği küflü dünyayı genç kobralar nasıl dökerlerse dikenlere incecik derilerini. Alıklar meyhanelerde güler, kızların rengi solar, kadife külahlarını sallar mal sahipleri gözdağı verircesine ve senin kanlı ayak izlerini kıskanırlar, ey ruh, ama uçurumdan korkarlar, oysa sen bir aşk türküsü tutturur, dimdik yürürsün yalnızlığa doğru bir güvey gibi elinde yüzgörümlükleri. Ey yalnız insan, bilirsin Tanrı sürülere karışmaz, ıssız çöl yollarını yeğler, gölgesi bile düşmez bastığı yere, sen ki her türlü ustalığı edindin, ey insanların en kurnazı, artık ne Tanrı'nın ne de insanın ayak izleri döndürür seni yolundan; sen bilirsin orman cinslerinin yemek yediği orman köşelerini, bağrındaki hayaletlerin su içtiği kuyuları bilirsin; bütün silahlar aklındadır senin, avlamak elindedir dilediğini; pusu kurup, büyülerle, tazılarla, uçan oklarla. Şafakta tırmanıp gün aydınlanırken yürüdüğün gün, iki avucun da karıncalanmıştı, kurnaz gözlerin ışımış, şimşek gibi çakmıştı bakışların çalılıklarda bu insansız dünyanın tanrısı renk renk tüylü o vahşi kuşu ürkütmek için. Dağlarda serin saatler boyunlarında çanlar kayalıklarda sıçrayan çevik oğlaklar gibi geçti; güneş göğün ortasında durdu, gün kurtuldu boyunduruğundan ve yavaş yavaş mavi serin bir sis içinde alacakaranlık çöktü.''
Kozmik karasularda dolanırcasına, çocukların, babalarından dolayı, hiç acı çekmeyecek dercesine, tanrı indinde bir ayrıcalığımız olsaydı, birbirimizi yok edecek kadar aşağılanır mıydık sözünce, av bitmişti işte...
5
Babam Arseni'yle teke tek çok ava gitmiştik biz, ne günler yaşadık ikimiz, şimdi düşünüyorum da, acaba babam yaşamında kaç kez ölümden dönmüştü, işte bir keresinde çığ altında kalmıştı, o zaman bir köpeğimiz vardı, -ev köpeği!- ben koşarak köye gitmiştim büyük korkularla, geldiğimizde dimdik ayaktaydı babam ve köpeğin başını okşuyordu, bu dedi, bana ikinci yaşamımı armağan eden, büyük bir felaketi ucuz atlatmıştık, başka bir gün ırmağa yuvarlanmıştık, önünden kaçtığımız domuzdan canımızı kurtarmak için... İkimizde bilerek yapmıştık bunu, iki el ateş etmişti babam, yineleyemezdi, ama domuz tanrı gücündeydi sanki ve ölümsüzdü sanıyorum, önünden bir süre kaçtık ama o anlar yüz yıllar kadar uzun gelmişti bana, ovanın ortasından ırmak geçiyordu, babam balığı sevmezdi sanırım, ırmaktaysa avlandığımızı hiç anımsamıyorum, ben su kaplumbağalarının başlarını çıkararak uzun uzun bana bakışlarını izlerdim, kıpırdar kıpırdamaz başlarını suya daldırarak kaybolurlardı, su kışın durgun, yazın coşkulu akardı, sıcak günlerde coşan ırmak kışın yatağını doldurmakta zorlanıyordu, bir çocukluk işte...
Su yılanları vardı, ırmağa girer yıkanırdık çoğu zaman ama yılların deneyimiyle uygun yerlerde yıkanabilirdik, su yılanlarını eline alıp okşayan çocuklar vardı, ama ben o kadar cesur olamadım hiç bir zaman, tatlı su yengeçleri ta tarlalardaki küçük su kanallarında ortaya çıkardı, nasıl gelirlerdi oralara şaşardım, yengeç, gece yürüyen hayvan demektir sanırım, gölgeli ağaçların bol olduğu sırtlara yakın darboğazlarda suya girmenin tehlikeli olduğunu bilirdik, bir gün ırmak kıyısında tek başıma dolanıyordum, asmalar vardı sarılı ağaçlara, sarmaşıklar, su kıyısında olağanüstü derecede güzel kokularıyla yalpalayan sayısız çiçekler. İşte orada, bir an Maria suyun içinden çıkmaz mı, başı bir su perisi gibi yükseldi önce, şaşırdım kocaman bir balık sandım, ama saçlarından süzülen pırıltıları görünce, onun düşlerin ötesindeki, coşkun çağlayanların kızı olduğunu bildim, dalların, rengarenk çiçeklerin arasında çırılçıplak yürüyordu, at gibi...
Ne kadar gergindi bedeni, sanki bir yay ve okun gerildiği... Göğsü dimdikti, minicik bir tepecik, ucu sivri, yakıcı bir silah, us dışı bir pusatçık!.. Boynu kutsanmış bir ağacın uzayan dalı gibiydi, saçları ve başı bir püskül, kokulu, baygın kokular yayan bir çiçek, kocaman bir nilüferdi... Gözleri beni nasıl da görmüyordu... Ama o kadar yakındım ki, görmemesi olanaksız, beni görmeden, kendini bana göstermek istiyor olabilir miydi, bacakları o kadar güzeldi ki, adımları inanılmaz, olanaksız bir düşte, bize doğru yaklaştıkça uzaklaşan, kanatlı bir melek, bir tanrıçanın süzülüşü gibiydi, ortayı tüylerle kaplıydı, kıvırcık, tatlı, yumuşacık...
Karnı narin bedeniyle sanki bitişik, uzantısı gibiydi, ortasındaki çukuru görüyordum, ne güzel bir düğüm, bir nazarlık, dönüp duran, yüzyıllar öncesinin dev dalgaları ve anaforlarından kalan, küçüle küçüle, kıvrıla, kıvrıla tuhaf, tılsımlı, sihirlerle, büyülerle dolu bir çukurcuk, mavi bir çanakçığın, okyanusların deviniminden kalan, zaman içinde bir girdaba, minicik bir dolambaca, döne, döne tanrısal bir muskacığa evrildiği bir seyrialem... Sırtı balık omuru gibiydi, baştan aşağı incecik, minicik büklümler, sıra sıra mücevherlerle dolu bir yolcuk, bir küçük vadi, iki tepe arasında kalan bel zincirlerinin süslediği, yıldızlarla dolu, öpülesi, tapılası bir tanrıçanın yolu, cennet ve cehennemlerimizin bizleri beklediği...
Dirimcil çatısını ayakta tutan, göklere yükselir gibi, o dilberim sütunların süslediği iki kubbesi vardı ki, yürüdükçe bir kuş tüyü gibi salınıyor, ılık, titreşiyordu... Tanrım, ey varlığın adı!.. Hangi gerekçelerle süsledin, hangi düşlerin sağanağında bezedin bu güzelliği... Söz bu mu!.. Otların, çiçeklerin yaprakların arasında nasıl da uyumlu duruyordu Maria, tanrısal Maria, soyluluğun, sonsuzluğun yeryüzündeki sembolü, bir tanrıça, özün timsali, göz alan ilahi bir kıpırtı... Uyumun, estetiğin, doğayla bütünleşen varlığın eylemselliği...
Yaşamak ne güzel... Yalnızca yaşamak, çiçeklerin büyüsüne kapılmak, Maria'nın uyluklarındaki gizeme adanır olmak, suyun beyaz, dizginsiz köpüklerle dolu akışındaki coşku, doğanın dinmeyen ninnisi, yaprakların hışırtısı ve sonsuz rüzgar... Ama rüzgar, o sonsuz rüzgar, neden ağlıyor gibi... Neden uğulduyor, yoksa hiç bilemeyeceğimiz bir sorun, bir giz mi var!.. O an şu soruyu sordum kendime;
'Rüzgarın ağlayışı, kurdun iniltisini bastırıyor mu?..'
Sorular, sorular, sorular... Bir karşılığı, bir yanıtı olan şey, soru olabilir mi, iki çarpı iki neden dört olsun ki, bu bir soru olabilir mi, o bir kabullenim ve bir belirlenimin boyun eğişi, onun adına ortaya sürülmüş kısacık bir söz dizimi değil mi, tüm sorularımız gibi... Doğrularımız, ortak yalanlarımız bizim... Bizim sorularımız yanıtı önceden verilmiş kıssalar, mottolar ve kesinlemelerle dolu varsayımlar. Bizim kutsal kitaplarımız sanı ve sanrılarımız, kendimizce soruyor, kendimiz yanıtlıyoruz, biz gerçek bir soru üretemedik henüz ve gerçek bir yanıt oluşturamadık daha... Soru bir bilinmeyen, bir kuşku, bir belirsizlik ve bir gizemdir...
Biz meyvesi insan olan bir ağacın varlıkları mıyız, kozmosun, minik, manik bir evrenin çocukları mıyız, bir bitki miyiz yoksa gerçekte, et ve kemikten yapısıyla açınsız birer pigme, garipçe birer bit miyiz biz, kaç gigabayt bizim varlık alanımız, en büyük bulgumuz, olağanüstü keşfimiz neden umuttur... Nereye kadar uzanıyor jeotermal dalgalarımız, biz neyiz, kimiz demekte bir soru mu...
Tanrı var mı, evrenin sınırları nereye uzanıyor, kozmos kaç kattan oluşuyor, merdivenlerimiz, kurt deliklerimiz, salıncaklarla dolu geçişlerimiz, bumeranglarla ilerleyişimiz ne anlama geliyor, et, kan ve karbonun yerini, çelik, silikon ve solüsyon alabilir mi, yanıtı verilemeyen tüm sorular bizi sonsuzluğa taşıyor, bir yok oluşa belki de, ne var ki, ölüm ve ölümsüzlük bizim düşümüz, insani söylemimiz, kısır bir döngünün verileri, söylenleri bu, ölümün olmadığı bir evrende, her şeyin iç içe olduğu bir evrende, sorunun bir yanıta, yanıtın bir soruya dönüştüğü evrende, tanrısından yoksun bir evrende, yapayalnız bir kozmosun içlerinde yaşayıp gidiyoruz biz...
Sonsuzluğun doldurduğu soruların yanıtını aramaktayız, evrenin olmadığı bir tanrı olabilir mi, tanrının olmadığı bir evren?.. Gün ağarıyor, kendi sınırları mı arıyor ve güneşin okları yamaçları aydınlatırken, orada bir şey parlıyor sanki!..
'Tan alacasında, pars gözü mü yanan; minik nar çiçeği mi?..'
6
Bir av sahnesi daha vardı anımsadığım, bir kıstakta ilerliyorduk, hafifçe dönmüştük ki, bir avcıyla köpeği belirdi birden, başka bir gezegendenmiş gibi yavaşça, silik bir gölge gibi yürüyorlardı, bizi görüyor ama hiç görmüyormuş gibi davranıyordu avcı, köpeğin yanında, minicik bir yavrusu olduğunu gördüm, bu kadar güzel bir yaratık olamazdı, üç kişilik bir aileydi bu, yavru o kadar sevimliydi ki, düşük kulaklı, paytak bacaklı, yuvarlak kocaman gözler, mahzun bakışlar, bulut gibi yumuşak tüyler, sonsuzca tatlı, garipçik bir hayvan, neden yanlarında getirmişlerdi acaba, önümüzde giderek uzaklaşıp yitip gittiler, ilerde bir dehliz çıktı karşımıza, kapkara, kıstak mağaramsı bir girişle bitiyordu, bir dönüş olmadığına göre avcı buraya girmiş olmalı, karanlık dipsiz bir kuyu gibi ağzı vardı, bu gizemli avcı, bir düş gibi, son kez göründü insanlığa sanırım, bir daha ne gören, ne de duyan olmadığına eminim. Çünkü bir an ürpermiştim ve mağaranın karanlık bir uçuruma açıldığı gibi bir duygu vardı içimde, biz karanlık ağızdan, geri dönmüştük elbette ama o avcı, yitip gitmişti sanırım.
Bir av sahnesi daha vardı anımsadığım, bir kıstakta ilerliyorduk, hafifçe dönmüştük ki, bir avcıyla köpeği belirdi birden, başka bir gezegendenmiş gibi yavaşça, silik bir gölge gibi yürüyorlardı, bizi görüyor ama hiç görmüyormuş gibi davranıyordu avcı, köpeğin yanında, minicik bir yavrusu olduğunu gördüm, bu kadar güzel bir yaratık olamazdı, üç kişilik bir aileydi bu, yavru o kadar sevimliydi ki, düşük kulaklı, paytak bacaklı, yuvarlak kocaman gözler, mahzun bakışlar, bulut gibi yumuşak tüyler, sonsuzca tatlı, garipçik bir hayvan, neden yanlarında getirmişlerdi acaba, önümüzde giderek uzaklaşıp yitip gittiler, ilerde bir dehliz çıktı karşımıza, kapkara, kıstak mağaramsı bir girişle bitiyordu, bir dönüş olmadığına göre avcı buraya girmiş olmalı, karanlık dipsiz bir kuyu gibi ağzı vardı, bu gizemli avcı, bir düş gibi, son kez göründü insanlığa sanırım, bir daha ne gören, ne de duyan olmadığına eminim. Çünkü bir an ürpermiştim ve mağaranın karanlık bir uçuruma açıldığı gibi bir duygu vardı içimde, biz karanlık ağızdan, geri dönmüştük elbette ama o avcı, yitip gitmişti sanırım.
Dağın yukarlarına doğru çıktık, diri, yeşil bir ormanlığa varmıştık, küçük bir su şıkırtıyla akıyor, küçücük gölette kırmızı balıklar hızla dönüp duruyordu, buraya balıklar nereden gelmiş olabilir ki, olanaksız bir şey bu, dağın başında balıklar, gökten mi inmişlerdi, yerden mi yükseldiler, bir yağmurla mı sürüklenmişlerdi buralara, hiç unutmam, babam su balık tohumları üretiyordur belki dedi gülerek, düşüncelerimin geçersiz olacağını ima ediyordu sanırım, masallar kadar güzel, saydamsı, kırmızı pullu balıklar, akarsuyu güneş ışığı vurmuşçasına aydınlatıyor, gölette dönüp duruyorlardı ve bir büyü yayıyorlardı sanki, bir an bir sincap belirdi karşı kıyıda, hareketsiz durmuş sanki bana bakıyordu, göz göze gelince kaçtı nasıl olduysa, suyu geçerek peşinden koştum, bir ağaca tırmandı can havliyle ve oradan bakmayı sürdürdü ve sürekli sallanan kuyruğu kendisinden ayrı, bambaşka bir yaratık gibiydi, elimle ani bir hareket yaptım, ağaçta bir kovuğa giriverdi, onun sincap olduğunu babam söylemişti, çok mutluydum yaşamımda ilk kez bir sincap görmüştüm, üstelik kaçıyor ama sanki alaysı, gülüyor gibiydi bana, belki kendisini görmemi, sevincimi, mutluluğu mu kıskanmıştır, olabilir mi...
Köyden Paris'e ilk kez giden Alyoşa vardı, Eyfel kulesi için devasa bir elektrik direği demişti ve herkes gülmüştü, kıskanıyor diye...
Köyden Paris'e ilk kez giden Alyoşa vardı, Eyfel kulesi için devasa bir elektrik direği demişti ve herkes gülmüştü, kıskanıyor diye...
Canlıların tümünün birbiriyle bağları var kanımca, sincap ayıyla, ayı kurtla, kurt köpekle, köpek kediyle, kedi fareyle akrabadır diye düşünüyorum, kuşlar bir tür kertenkele diye yazıyordu kitaplarımızda ve çok merak ediyorum, bizi bu kadar birbirimizden ayıran ne?..
Bir örümcek yuvası gördüm bodur bir ağaçta, dikenli dalda kocaman bir ağ, güneş çanağı gibi, bir eşek arısı kurtulmaya çalışıyor ve örümcek onunla kedi fare gibi oynuyor, oysa ben eşek arısından o kadar korkarım ki... Eşek arısının çırpınmaları boşunaydı ve örümcek kocaman arıyı kısa sürede alt etti, arı hareketsiz kaldı sonunda, ölüm nedir öğrendi, birbirini tüketen yaşam biçimi, hiçte mantıklı değil, yaşam bu olabilir mi, yalnızca topraktan tüketen, onunla yetinen canlılar olamaz mıydık, kalker tabakaları, humuslar, mezozoik kayalar, iştahımızı açamaz mıydı, yaşamın bin bir yüzünü, sonsuz acı ve kederini yaşamak zorunda mıyız, niçin komik olsun bundan uzaklaşmak, yalnızca gökyüzüne bakarak, yüzyıllardır kimselerin gelmeyişiyle de kederlenebiliriz biz, tanrının olmayışına da ağlayabiliriz, varlığı yokluğu bellisiz, sürgit çelişen şeylere kanabiliriz, Mario Teran gibi, kura bize çıktı diye, neden birini öldürmek zorunda kalıyoruz biz...
Bir örümcek yuvası gördüm bodur bir ağaçta, dikenli dalda kocaman bir ağ, güneş çanağı gibi, bir eşek arısı kurtulmaya çalışıyor ve örümcek onunla kedi fare gibi oynuyor, oysa ben eşek arısından o kadar korkarım ki... Eşek arısının çırpınmaları boşunaydı ve örümcek kocaman arıyı kısa sürede alt etti, arı hareketsiz kaldı sonunda, ölüm nedir öğrendi, birbirini tüketen yaşam biçimi, hiçte mantıklı değil, yaşam bu olabilir mi, yalnızca topraktan tüketen, onunla yetinen canlılar olamaz mıydık, kalker tabakaları, humuslar, mezozoik kayalar, iştahımızı açamaz mıydı, yaşamın bin bir yüzünü, sonsuz acı ve kederini yaşamak zorunda mıyız, niçin komik olsun bundan uzaklaşmak, yalnızca gökyüzüne bakarak, yüzyıllardır kimselerin gelmeyişiyle de kederlenebiliriz biz, tanrının olmayışına da ağlayabiliriz, varlığı yokluğu bellisiz, sürgit çelişen şeylere kanabiliriz, Mario Teran gibi, kura bize çıktı diye, neden birini öldürmek zorunda kalıyoruz biz...
Bir kirpi suya düştü işte, gündüz gözüyle, yalnızlık ve ıssızlık onun yuvasından çıkmasına neden olmuş belki de, babam koş dedi o yüzme bilmez, çıkardım sudan hayvanı, ne de sakin bakıyor, ne masum, ne günahsız bir hayvan işte, babam demişti ki bir ev içi günlüğünde konuklara, Kabe'de kardeşlik varsa, Vatikan'da da olmalı, Hayfa'da da... Marks diye sürdürdü sonra, afyon tedavisi gördüğü için, teoloji afyondur dedi o, bir sakinleştirici, sonra siber kapitalizm diye bir şey söyledi ama anılar bazen silikleşir, anımsayamıyorum olan biteni ve dile gelen öteki sözleri...
Ama annem benim için söylerdi şu şarkıyı...
'Ah küçücük gemi, sulara attın şimdi kendini, delisin. Ah yakarlar seni, dönmezsin bir daha geri. Ah deniz olayım, tuzumu rüzgârda savurayım, dönemem artık geri, köpüklerde kaybolayım... Ah peşimde rüzgâr, ne yağmurlar, ne toz, ne bir kıyı var... Ah düşlerim kaldı, yalnızım düşlerim kaldı. Ah yaralı kalbim, yanıp gidecek yaralı kalbim... Küçücük gemi, dönemem bir daha geri. Kime sorsam dönüşüm yok, her gemi biraz deniz, her yanım mavi. Her yanım yel, her yanım tuz, delisin. Ah yelkenimde deli rüzgâr, her yol bir bahar, başka bir bahar. Dönemem bir daha geri...'
'Ah küçücük gemi, sulara attın şimdi kendini, delisin. Ah yakarlar seni, dönmezsin bir daha geri. Ah deniz olayım, tuzumu rüzgârda savurayım, dönemem artık geri, köpüklerde kaybolayım... Ah peşimde rüzgâr, ne yağmurlar, ne toz, ne bir kıyı var... Ah düşlerim kaldı, yalnızım düşlerim kaldı. Ah yaralı kalbim, yanıp gidecek yaralı kalbim... Küçücük gemi, dönemem bir daha geri. Kime sorsam dönüşüm yok, her gemi biraz deniz, her yanım mavi. Her yanım yel, her yanım tuz, delisin. Ah yelkenimde deli rüzgâr, her yol bir bahar, başka bir bahar. Dönemem bir daha geri...'
7
Bisikletli Maria bir gün bostanlara göz atmak, meyveler olgunlaşmış mı bakmak için gene kırlara açılmıştı anlaşılan, bostan bekçisi onu her gördüğünde hırsız tutuyor, dedikodusunu edip, sözlü tacizlerle, adını, sanını yayıyordu. Maria'nın onunla boğuştuğu ve tacizlerden kurtulmak için kavgalar ettiği, bir keresinde de bisikletin arkasında ona sarılı olarak köye girdiği de biliniyordu. Bir gün tek başıma kırlara açıldım, herkesin arada bir yaptığı şey, akranlarımla elbet su kıyısına iniyor, suyun ağacın saçlarını nasılda yıkadığını görüyor, dalların rüzgarla, suyun şırıltılarla, neşesini, belki de gözyaşlarını izliyorduk gün boyu... Bu kez yalnızdım, kelebekler daldan dala süzülüyor, çiçeklerin altını üstüne getiriyor, su kıyılarında kanatlarını deniyor, havada taklalar atarak çiftleşiyordu.
Böcekler çiçek içlerinde geziniyordu, birini korkusuzca elime aldım, minicik zırhıyla, kızıl karası bir böcek çıkmasın mı karşıma, hiç çekinmeden elime tutundu, gezindi, yenimin içlerine doğru girecek sandım, geri döndü, her şeyi biliyor bence, başparmağımın ucuna geldi, bir tanrı elçisi gibi durdu, dikildi ve kanatlarını açarak uçtu gitti.
Neler dönüyor bu dünyada, hiç bilmediğimiz, üzerinde bile durmadığımız, bir şeyler olup bitmesin, dünyanın sonu geliyor, kıyamet kapıda söylemlerine karşın, nice yaratıklar, plan ve programını masaya yatırıp, önlemler alıp, yeryüzünü gelin gibi süslemenin, iletişimi karşılıklı, uyum içinde sürdürmenin tanrısal güzelliğini yaşıyor ve bunu sürgit kılabilmek için çabalar gösteriyor olmasınlar, ne bilebilirim ki ben...
Bisikletli Maria bir gün bostanlara göz atmak, meyveler olgunlaşmış mı bakmak için gene kırlara açılmıştı anlaşılan, bostan bekçisi onu her gördüğünde hırsız tutuyor, dedikodusunu edip, sözlü tacizlerle, adını, sanını yayıyordu. Maria'nın onunla boğuştuğu ve tacizlerden kurtulmak için kavgalar ettiği, bir keresinde de bisikletin arkasında ona sarılı olarak köye girdiği de biliniyordu. Bir gün tek başıma kırlara açıldım, herkesin arada bir yaptığı şey, akranlarımla elbet su kıyısına iniyor, suyun ağacın saçlarını nasılda yıkadığını görüyor, dalların rüzgarla, suyun şırıltılarla, neşesini, belki de gözyaşlarını izliyorduk gün boyu... Bu kez yalnızdım, kelebekler daldan dala süzülüyor, çiçeklerin altını üstüne getiriyor, su kıyılarında kanatlarını deniyor, havada taklalar atarak çiftleşiyordu.
Böcekler çiçek içlerinde geziniyordu, birini korkusuzca elime aldım, minicik zırhıyla, kızıl karası bir böcek çıkmasın mı karşıma, hiç çekinmeden elime tutundu, gezindi, yenimin içlerine doğru girecek sandım, geri döndü, her şeyi biliyor bence, başparmağımın ucuna geldi, bir tanrı elçisi gibi durdu, dikildi ve kanatlarını açarak uçtu gitti.
Neler dönüyor bu dünyada, hiç bilmediğimiz, üzerinde bile durmadığımız, bir şeyler olup bitmesin, dünyanın sonu geliyor, kıyamet kapıda söylemlerine karşın, nice yaratıklar, plan ve programını masaya yatırıp, önlemler alıp, yeryüzünü gelin gibi süslemenin, iletişimi karşılıklı, uyum içinde sürdürmenin tanrısal güzelliğini yaşıyor ve bunu sürgit kılabilmek için çabalar gösteriyor olmasınlar, ne bilebilirim ki ben...
Bir yılan gördüm, inanın yaşamım boyunca kırlarda gördüğüm tek yılandı, bir keresinde güneşin oyunlarında, kırmızı bir tavşan gördüm, avcıların baş tacı, ama yılan acayipti, bazı hayvanlar ürkütür kaçınılmazlıkla, yılan masalı içimizde bizim.
Havva meseli, eril dilin kendini kurtarmak için uydurduğu bir söylence, yılan varlığıyla düşman olmuş bize, çok şey öyle, düşman kardeşleriz yaşamdakilerle ne yazık ki, ne diyeyim, kurbağaları şişirerek patlatan arkadaşlarım vardı, yapmayın demem beni gülünç kılıyor, alay ediyorlar... Bende bir çok hayvanın ölüm nedeniyim ama, gizenç yüklü cellat, aynı kalbur, aynı holusun içinde dönüp duran insanlık, biri sunakta öldürmekten söz ederken, diğeri ölüm adına tapınıyor, yer değiştiriyorlar sonra, bu kez duacı öldürüyor ve biri çıkıyor içlerinden, biz barbarız diyor, yeriyor, eleştiriyor, kavramlar ve eylemler yer değiştiriyor, yaşam sürüp gidiyor ama yılan gene de var dünyamızda, Heraklit'in mi, Hipokrat'ın S harfi, sağaltımın incisi, ileri gittim mi diye soruyorum kendime, korkuyorum, el ele tutuşmalıyız, iyi günde, kötü günde, gerisi tekerleme diyoruz, anlayabiliyor muyuz!..
Havva meseli, eril dilin kendini kurtarmak için uydurduğu bir söylence, yılan varlığıyla düşman olmuş bize, çok şey öyle, düşman kardeşleriz yaşamdakilerle ne yazık ki, ne diyeyim, kurbağaları şişirerek patlatan arkadaşlarım vardı, yapmayın demem beni gülünç kılıyor, alay ediyorlar... Bende bir çok hayvanın ölüm nedeniyim ama, gizenç yüklü cellat, aynı kalbur, aynı holusun içinde dönüp duran insanlık, biri sunakta öldürmekten söz ederken, diğeri ölüm adına tapınıyor, yer değiştiriyorlar sonra, bu kez duacı öldürüyor ve biri çıkıyor içlerinden, biz barbarız diyor, yeriyor, eleştiriyor, kavramlar ve eylemler yer değiştiriyor, yaşam sürüp gidiyor ama yılan gene de var dünyamızda, Heraklit'in mi, Hipokrat'ın S harfi, sağaltımın incisi, ileri gittim mi diye soruyorum kendime, korkuyorum, el ele tutuşmalıyız, iyi günde, kötü günde, gerisi tekerleme diyoruz, anlayabiliyor muyuz!..
Onlarca salyangozu yediğimiz günü anımsıyorum, bir sübye gibi, kabuklu ama ateşte kızaran salyangozlar ne de tatlıydı, yumuşacık bal gibi, yaşamın ıstırabından kurtulamayan ruhlara ne demeli, tanrı diğerlerini bizler için yaratmış, bu bir oyunun düğün derneği, biz kim için yaratılmışız, yeryüzü için, yaşamı süslemek için, yaratılmışlığın aşkınlığını duyumsamak, tanrının becerilerini, yüceliğini sınamak için, hepsi kısıtlı ve anlaşılır nitelemeler... Anlaşılamayan ne? Onu bulmak için yaratılmışız, bulduğumuzda başa döneceğizdir belki de... Belki de... İşte anlaşılmazlıklarla bitirmenin hazzı ve ama suç kimin, suç kimin, suç kimin...
Bisikletli Maria mısır tarlalarının içine, sere serpe uzanmış gökyüzüne bakıyor, iki eli boynunun altında; Amon Ra gibi duruyor. Nefertiti mi yoksa bu!.. Nasılda hareketsiz, bir tantra oyunuyla tapınıyor olmasın, beni görünce hafifçe döndü ve gel bakayım dedi, o gün yücelen, oral bir şiir yazmak istediğini çok sonra anlayacaktım, gittim yanına, güvenilir bir çabuklukla kucaklayıp, göğsüne bastırdı, öpmeye başladı, tarçınsı, kekik gibi, acayip bir kokusu vardı, bir kır hayvanını andırıyordu, değişik bir tanen gibiydi kokusu, bir balsam.
Hareketsizdim, o kadar uzun uzadıya öpüyordu ki, yanaklarımdan su damlıyor sandım, saçlarımı tutup sıvazlıyordu, bir ara kokladı da... Usul usul vücudumu okşamaya başladı, bir tepki vermememe karşın, ne yapmam gerektiğini de bilemiyordum ya da doğrusunun kayıtsız kalmak olduğunu düşünüyordum, ne kadar sürdü o anlar anımsamıyorum, belki yıllarca, belki de bir dakikadır. Cennetin kapısında bekleşiyorduk, zamanın alt üst olduğu ve sonsuzca uzun gelen ya da hiç olmadığı sanısı veren, an yığınlarıydı olan biten...
Sonra bana delice, bugün anlağımda şaşırtıcı bir imgeleme dönüşen bir şey yaptı, pantolonumun düğmelerini çözdü, elini tüysüz, sıcak bir yaratık gibi orama soktu, tuhaflıkla geziniyor, ipek gibi kayıyordu parmaklar, utanıyordum gitgide, yüzüm kızarıyordur sanırım, paşa kılıcının hafifçe uyanıyor ya da hareket ediyor olmasından korkuyordum, pelte gibiydim desem sanırım yalan olmaz, hafifçe dirildim ve bir düzene dönüşüyor gibi yaptım, bedenim ince beline, kalçalarına dokundu, tanrım yaratılışın hamuru bu muydu... Tanrının eti bu muydu!..
Pantolonumu biraz sıyırdı ve eliyle tutarak öpmeye başladı can çubuğunu, bezelye sırığı gibi dikleşen organı, dil evinin içinde gezdiriyor, bir çöl açlığıyla, sanki haz dileniyordu, bir tapınma seremonisini andırıyordu hareketleri, giderek soluk alış veriş biçiminden ürkmeye başladım, kendini kaybedecek diye korkuyordum ve bedenimden kaçıp, kurtulmak istedim o an, şaşkınlıklarım sınır tanımıyordu artık, bütünüyle dinmiştim, duraksadım, kuş ölüsü gibi hareketsiz kaldım. Maria'nın yüzünün delicesine kızardığını, renkten renge girdiğini görebiliyordum, yoksa bana mı öyle geliyordu...
Kıpkırmızıydı yüzü ve ikimizde soluk alıp verişlerimizin düzenini yitirmiştik, ben tanık olduğum olayın beklenmedik biçimde içine girmekten, yolumu şaşırmıştım ne yazık ki, Maria'nın solumaları öyle ürpertici, üstencil bir katmana yükseldi ki, göğsü sanki balyoz gibi bana çarpıyor, yüreği dışarı fırlıyor, sonra garip bir canlı gibi, can havliyle koşarak, sanki içeri giriyordu, ben kaçmaya çalışıyordum ama her şey ruhlar dünyasında olup bitiyordu belki de, cansız, davetsiz bir şey gibiydim.
Kartal yuvası gibi dağılıp toparlanıyordu Maria, yuvanın çalı çırpısı darmadağın oluyor, göğüs kafesi sanki ta aşağılara kadar düşüp, parçalanıyor ve birden hiç bir şey olmamışçasına yine gelip, ağacın çatalına konuyordu sanki, bir yuvacık gibiydi umarsız bedeni!..
Ruhani bir törendi bu ve ne benim gözlerim olan biteni görebiliyordu gerçekte, ne de sanırım Maria olan biteni görüp, seçebiliyordu!.. Yarı ölü, iki Araf yolcusu gibiydik ikimiz, ayrıksı nedenlerledir belki... Kendinden geçen, yitik iki insan ve garip bir görüngü, kendimize dışardan bakamıyoruz ki...
Ruhani bir törendi bu ve ne benim gözlerim olan biteni görebiliyordu gerçekte, ne de sanırım Maria olan biteni görüp, seçebiliyordu!.. Yarı ölü, iki Araf yolcusu gibiydik ikimiz, ayrıksı nedenlerledir belki... Kendinden geçen, yitik iki insan ve garip bir görüngü, kendimize dışardan bakamıyoruz ki...
Göğsü o denli hızlandı ki, pistte uçuşa kalkan mekatronik bir uçak ya da kanatlarını vura vura havalanan ve kızıl gözlerle bakan, dev bir karabatak gibiydi. Göğsü karın hizasına inip çıkarak soludu durdu artık, sırtının hiç hareket etmeyişine şaşırır gibi oldum, birden elimi tuttu ve yün donunun içine sokarak sanki çayırdan geçip, vulvanın içinde at koşturdu, elim ıslanmıştı, sıcak acayip bir sıvı döküldü sandım, elini elimin üstünde kırarcasına bastırdı ve hınçla, hıçkırıkla, haykırışla süslediği soluğu, bir zaman sonra yavaşça uyuştu, soldu ve bir süre sonra da can verir gibi, son iç çekiş köyüne varmışçasına durdu.
Kımıldamıyordu...
Kımıldamıyordu...
Maria uyudu!.. Ona sarılarak bende uyudum diye anımsıyorum. Ayak uydurmaya çalışmıştım diyemem, kaçmayı da düşünmedim, hareketlerine ters bir eskiv yapmayı da, yalnızca onun us dışına çıkabileceğinden endişelendim, çocuksu davranışlarla... Bir süre sonra hiç bir şey olmamış gibi kalktım ve uzaklaştım oradan. Maria uyukluyor gibiydi, göz ucuyla sanırım, uzaklaşmama izin verdi. Sonraları ne zaman görse, benden yüz çevirdi, dostluğumuzun ebedileşmesi, inanıyorum ki gerçeğin ortaya çıkmasına payanda olur diye düşünüyordu. Köyün bir söylentiyle çalkanmasından çekiniyordu belki de, bir başka cana, kendisinden başka bir varlığa nasıl güvenebilirdi ki insan, teoremin bizleri olanaksız düşlere sürükleyen yanı buydu ve beni hiç bir zaman tanımazmış, konuşmazmış gibi davrandı her zaman ve anladım ki ben fısıldıyor olsaydım da bakışlarımla, hep güçlü kalan bir yanı vardı!..
Maria'nın acı veren tarçın kokulu soluğu ve yürek yakan kızgınlığı aramızda bir gizdi ve öylece de kaldı, bilinmez. Onunla bir daha ne yan yana geldim ne de konuştum. Şimdi tepinircesine sürdürdüğü coşkusunun, bisikletin tekerleğini bile döndüren gücü ve benim gözlerimi açarak, olan biteni anlamaya çalışmam biricik anımızdı artık. Ne garip, tekerleğin durmasıyla, Maria'nın arzu dolu çırpınışının giderek solması, aynı anda olmuştu...
Maria'nın acı veren tarçın kokulu soluğu ve yürek yakan kızgınlığı aramızda bir gizdi ve öylece de kaldı, bilinmez. Onunla bir daha ne yan yana geldim ne de konuştum. Şimdi tepinircesine sürdürdüğü coşkusunun, bisikletin tekerleğini bile döndüren gücü ve benim gözlerimi açarak, olan biteni anlamaya çalışmam biricik anımızdı artık. Ne garip, tekerleğin durmasıyla, Maria'nın arzu dolu çırpınışının giderek solması, aynı anda olmuştu...
O gün eve dönerken bir tarla kıyısında durup işedim, kıpkırmızı gibi geldi akan su, hiç şaşırmadım bu tuhaf serüvende, Maria'nın edimleriyle, teninin rengi ötekine de geçiyor sandım, sonra bulamaç gibi bir sıvıcık belirdi; ondan geçti diyordum!.. Ah bisikletli Maria'yı çok sonra ummadığı rüzgarlar sürükleyip, İstanbul derler bin bir gece şehrine attı, Tamara adındaki kızıyla, kızının kızı da var ve yaşamla baş edebiliyorlar sanırım şu sıra...
Yaşamı sevmek için ölümün her türlüsüne karşı koymak gerekir, alışmalıyız diyenleri de anlamak gerek. Kutsanmış gövdelerimizin gereksinimlerini gidermek, sızıları dindirmek, onun ruhsal açlıklarını doyurmak için neden gizli ritüellere baş vuralım ki, diğer canlılar bunu doğal yapıyorlar, doğallıkla karşılıyorlar, gizlenmiş kaç edimimiz var diye sormak gerekir, şu yaşamsal olanının dışında!.. İnsanlık kendine sınırlar koymuş, her içgüdüsellik, iç tepiler günahmışçasına algılanır olmuş, mülkiyetin kırbaç izleri ve sahipsiz meta sendromu kavramlarının kışkırtısı bu, ortaçağda çocukların babaları yokmuş diye bir mesel duydum, arzuların dizginlenmesi ve kamu vicdanının ultra modern sistemlere yönelmesi ağrılarımızı, acılarımızı dindirmiyor, insanın her edimi, her becerisi düzgün doğrusal yayılmıyor evrende, her şeyi bilen yalnızca biz miyiz, kozmosa ve sonsuzluğa bakarak da çözümler üretebiliriz, yoksa Maria benimle yaşadığı ılık meltemi, neden yadsıyarak yok saymak zorunda kalsın ki, bizim hemcinslerimiz, doğal düşmanımız olmuş, ne denli elem verici, ne yazık ki...
Yaşamı sevmek için ölümün her türlüsüne karşı koymak gerekir, alışmalıyız diyenleri de anlamak gerek. Kutsanmış gövdelerimizin gereksinimlerini gidermek, sızıları dindirmek, onun ruhsal açlıklarını doyurmak için neden gizli ritüellere baş vuralım ki, diğer canlılar bunu doğal yapıyorlar, doğallıkla karşılıyorlar, gizlenmiş kaç edimimiz var diye sormak gerekir, şu yaşamsal olanının dışında!.. İnsanlık kendine sınırlar koymuş, her içgüdüsellik, iç tepiler günahmışçasına algılanır olmuş, mülkiyetin kırbaç izleri ve sahipsiz meta sendromu kavramlarının kışkırtısı bu, ortaçağda çocukların babaları yokmuş diye bir mesel duydum, arzuların dizginlenmesi ve kamu vicdanının ultra modern sistemlere yönelmesi ağrılarımızı, acılarımızı dindirmiyor, insanın her edimi, her becerisi düzgün doğrusal yayılmıyor evrende, her şeyi bilen yalnızca biz miyiz, kozmosa ve sonsuzluğa bakarak da çözümler üretebiliriz, yoksa Maria benimle yaşadığı ılık meltemi, neden yadsıyarak yok saymak zorunda kalsın ki, bizim hemcinslerimiz, doğal düşmanımız olmuş, ne denli elem verici, ne yazık ki...
Özgürlük, kısıtlanmış, kısırlaşmış, kurallara bağlanmış yasakların, yadsınan içgüdülerin, ilkel kordalı dürtülerimizin yaydığı korkulardan kaçışın, doğa dışına çıkan, bir dehşete, bir tür barbarlığa, kutsanmış bir tutsaklığa bağlanışın adı olmuş. Bu tür bir dışa vurum acı veriyor insana... Özgürlük bizim kurguladığımız sınırların adıdır, toprakların yağma edilerek, yüreklerin parçalandığı, bölük pörçük, inançsızca ağıtlar yakılarak gökyüzüne avuçların açıldığı bir dünya bu... Bizim dünyamız olamaz bu. Tanrının dünyası da bu olamaz kanımca!..
Sevişmek tanrıyı taklit etmek, ona öykünmektir, üremek ve üretmekte tanrısal olanın katlarında, bir tür tanrı olmak, ona varmaktır. Zamanda geriye gidemeyeceğizdir belki ama geçmiş, anılar, olabildiğince ayağımıza gelebilir, insanları için için kucaklamaya can atan Maria, tanrının ayak izlerini arıyordu kanımca, aramak istiyordu ama tanrının ayak izleri nerededir, bir öldürümde mi gizli o, bir aşk şarkısında mı, yağmurun pencerelerde sıçrayışı, güneşin doğuşu ya da batışı, Gallalı bir kadının puslu bir sabahta gerinerek uyanışı, Spartaküs ve arkadaşlarının, yüzyılların içinden haykırışı... Tanrı nerede?.. Yer çekiminden kurtulmak için yaşarız, hayatın ve ölümün amansız baskılarından, onun için düşler kurarız, rüya görürüz, uçarız... Bebekliğimiz ayağa kalkma uğraşıdır ve bir gün ayağa kalkar, dik durmayı öğreniriz ama sonunda diz çökeriz ne yazık ki ve toprağa karışırız. Tanrı oluruz... Ölüm spirali ve ışığın bir dalgalar ve parçacık biçiminde yayılışı, kozmik süpürgelerle onları temizlemeye çalışan giantlar, uçurumlar, kaoslar, kozmik övgünün çekimleri ve uzay boşluğunun desenlerinde yüzüyor ve Maria'yı özlüyorum ben ve onun sadık, yaşlı bisikletini...
Maria'nın göğsünden süt geliyordu, tüm insanlık onunla var oluyor, benim körpe çağlarımın sonrasında kendimizi yaratışımız, Marialaşmamızdan başka bir şey değildi!.. Bu kutsal varıncalar, neden yargılarla, ölülerimizi yiyen karıncalarla, egzotik nitemlerle dışlanıp, aşağılanarak, kendimize yetmediğimiz, gülünç birer vodvil olarak düşündüğümüz yasalarca cezalandırılmalı ki. Ok neden başladığı yere dönüp duruyor sürekli... Süleyman kutsal metinlerinden birine umarsızca, şöyle bir not düşmüş; 'Sizi anlayacak olanlar; göklerde hiç bir zaman bulamayacakları yıldızı arayanlardır.'
Maria'nın göğsünden süt geliyordu, tüm insanlık onunla var oluyor, benim körpe çağlarımın sonrasında kendimizi yaratışımız, Marialaşmamızdan başka bir şey değildi!.. Bu kutsal varıncalar, neden yargılarla, ölülerimizi yiyen karıncalarla, egzotik nitemlerle dışlanıp, aşağılanarak, kendimize yetmediğimiz, gülünç birer vodvil olarak düşündüğümüz yasalarca cezalandırılmalı ki. Ok neden başladığı yere dönüp duruyor sürekli... Süleyman kutsal metinlerinden birine umarsızca, şöyle bir not düşmüş; 'Sizi anlayacak olanlar; göklerde hiç bir zaman bulamayacakları yıldızı arayanlardır.'
Bir gün babamın tarlalarda çalışacağı tuttu, annem bakar o işlere genelde, babam düğünlerde çalıyor, zaman zaman iyi para getirir eve, Arseni deriz biz ona, baba diyen yok. Tarladan dikilip el etti bana, yanına gittim, 5 grivna verdi, küçük paraya argoda kapik deriz, 5 kapik... Git dedi Maksim'den tütün al gel bana, küçük kağıt parayı aldım elime, ilk kez emanet ediliyor bana, bir kibir, gurur kapladı içimi, Artyom adında, bisikletli Maria'nın kuzeninin bir çocuğu vardı, babasız. Adam bırakıp kaçmış onları, ama çocuğu doğurmuş Alena, Arveladze diye bir şey söylerdi hepsi, kaçan adamın adı mı bilmem, işte o çocuğun benimle dolaşıp oynayacağı tuttu o gün, ben herkese evet derim, gel gezelim, gidelim, dolaşalım, evet bana sihirli bir anahtar gibi gelir, evet demek insanlarla iletişimi sağlayan bir sözcük, bir büyü, ama insanlara sıkça evet derseniz korkmamak gerekir, gizli bir sözleşmedir bu, hayır demek saldırganlığa yol açıyor, doğal kutuplaşma, düşman çoğaltır, evet demek yönseme ve boy ölçüşmenin ta kendisidir, ayrıca bilinenin aksine, kimse size belli bir dereceden öte yaklaşamaz, ama hayır, tersinir ve negatif bir darbeye yol açar, açabilir de, hayır kavganın kapısıdır, bönce evetle, sürekli hayır sorunludur elbette, sonuçta karışık konular diyelim ama Artyom o gün benimleydi, gerçekten saldırgan bir çocuk, kimse sevmiyor, hayır demeyi kutsallaştırmış, babasızlığın, otoritesizliğin tutsaklığından uzak, bir tür katı kişilik, bağımsız kuşaktan tek kişilik ordu, densiz geliyor ama bize, üst dudağı yarık, tavşan dudak deniyor tıpta; tıp argosunda, aşırısı fil hastalığına yol açarmış filan, dedikodudur bence, Artyom büyüklerle konuşurken onlardan biriymiş gibi konuşurdu, ne yalan söyleyeyim ödümüz kopardı, bizim konuşma sıramız şöyledir, baba, anne, büyük kardeş, ortanca, ben ve kedi, fare dilsizdi!..
Ağzımı açmam için dört kişinin sözünün bitmesi gerekir diyeceğim, Artyom hiç böyle şeylere pabuç bırakmazdı, bekçinin yakasına yapışır, çitlerden atlar, ırmakta yıkanır, tarlalardan geçer ve bağıra çağıra şarkılar söylerdi. Ben sırasız konuşmaktan korkarken, sırasız konuşan Artyom'dan herkes çekinirdi, onun gibi olmak istemezdim ama şundandır; her insan başka bir dünyadır, kalabalıkların insanı olabilirim, Artyom'da bir tepkili motor, yazgılarımız kararını verecektir, ben onu severdim yine de, ayrık otu ya da dikenli bir gül gibiydi o...
O gün uysallığı tuttu, 5 grivnayı oda görmemiş, tutsun, taşısın biraz diye verdim, ne bileyim, köy gözümüzün önünde görünür olunca, parayı sordum, tütün alacaktık nede olsa, üstünü aradı epeyce, bulamıyorum demez mi, düşürmüştür dedim, aynı yoldan bakınarak geri döndük, bulamadık, bir korku aldı bizi, çocukta ürktü elbette, kusur bizde, anneme fısıldar gibi parayı düşürmüşüz dedim, elçiye zeval olmaz dercesine, annemde Arseni'ye söyledi sanırım.
Arseni dinamit gibi patladı, köpürdü, yaşamı boyunca bizlerden bir bardak su bile istemeyen adam, aniden sinir küpüne döndü, ağzını da bozdu, kendinden geçercesine, bir şiddet sarmalında, sövgüler yağdırdı, iyi ki uzaktan duyuyordum, tek umarım oydu, Arseni karşılığını alamadığı nice gazap ve dışa vuramadığı sayısız azabını boşaltırcasına konuşuyordu, asıl amacı bize bağırmak değildi sanırım, yine de bilinmez...
Eve döndüm sessizce, evet insana, insanlara alabildiğine güvenebilirsiniz teoremde, sonsuzca güvendiğiniz insanlar vardır, Arseni gibi, peki Arseni 5 kapik için neden bu sonsuz güveni sarstı, beni incitti, para; işte işin içine para girince, dostluk bitiyor, aileler çöküyor, güven sarsılıyor, dünya dönüyor ve yeknesaklaşarak savrulup, gerekirse devriliyor!..
Yaşamın olağan akışını sürükleyen, rotayı belirleyen, sağ salim yolaklarda süzülen gizemleri var, manivela bunlar, bize tatlı gelen boyunduruklar, özveri dolu katlanışlara yol açan... Para, mevki, makam, yetki, sınırlar, çitler, mülkiyet, söz sahipliği, emanet bekçiliği, ayni kapışma sonsuza dek yitip, çoğalan artan, babadan kalıp, oğula geçen, oğulun paramparça ederek dağıttığı, sonraki kuşağın yine el atıp, toplayarak, eski haline ikame ettiği, yeniden kurguladığı bir kaygan zemin savaşı -gaileler- ve güllerin savaşı bu sözde, şu tomarcık yurtluğunda!..
Her iletişimin tepetaklak olabileceği durumlar vardır, ilişkiler eski durumuna döner, ana, baba sonsuz bir güvencedir evet ama, ne yazık ki her şey yolunda gidiyorsa... Dünya her zamanki gibi dönüyordur belki de, bir göktaşı yaklaşmaya, güneş bir milim yerinden oynamaya görsün, ne ana-baba kalır bu dünyada ne de Addis Ababa!.. Şimdi neredeyizdir biz onu bile biliyor muyuz ki...
Yaşlılıkta beklenmedik biçimde ölmek, yaşamın epik bir boyutunun yitirildiği anlamına gelirmiş, beklenmedik biçimde ilişkilerimiz bozulabilir. Hangi nedenle olursa olsun, buda yaşamın bir eşleyiş biçiminde sürmesine engeldir artık, temelde epik boyutun yitirilmesi bu olabilir gerçekte. Eşlenikliğin, senkronize olabilmenin, alışılmış kurgunun, iletişimin bozulması, dünyada yakınlarımızla, tüm evrenin korkunç bir gürültüyle başımıza çökmesi, yıkılmasıdır, big bang değil bu, big crunch, yapayalnız kalırız kalabalıklarda...
Yeryüzünde en büyük sorunların başında şu gelir, akşama yatacağımız yerin belli olmaması ya da hiç olmaması, birdenbire, yarın ki öğle yemeği için, yemek için bir gücü, parası kalmayan bir insan düşünün, biz politikayla, yaşamla, şiirle, sanatla, tarımla, ticaretle uğraşırız yaşamda, kimse bunların olağanüstü güzellikte, görkemli, birer yaşam ilişiği olduğunu düşünmez, yaşamak bir tansıktır, tek başına tanrısal bir güzelliktir, kasapta olsanız, tutsakta olsanız, hapiste mazgal deliğinden kederle gökyüzüne de baksanız, tümü büyücül bir güzellik barındırır gerçeklikte, belki de, belki de ama kimseler bilmez...
Ama bizim olağan günahımız, yanımızdan geçerken birinin avuç açmasına dilenç diyecek bir düsturu geliştiriyor olmamızdır, oysa hepimiz birbirimizin dilencisiyizdir, kavramların kurtarılmış bölgelerinde yaşayanlar bundan uzak yaşadıklarını sanırlar. Düzgün doğrusal akan yaşam, annemiz gibidir, kutsal ve tapılası, ne zaman ki büyü bozulur, terazinin öbür kefesi uçuruma doğru açılır, yaşam o zaman yaşanılmaz, anlaşılmaz olur.
Bilmeliyiz ki yaşam kesin ve tapınçla bağlanılacak bir olağanüstülüğün görselidir ama yaşamın sihri bozulduğunda zindanda yaşamın ta kendisidir, yaşamın tam tamına içindedir. Annem derdi ki bir gün kaybolursan seni baldırındaki benden tanırım, güvercini kanlı kanadından derdim bende, gülerdi, öbür yarın, cennette senin yavrum derdi, çok severdi beni nedense, sevgi heterojen bir dünyayı, homojenleştirmektir sanıyorum, sevgi veya diğer kavramların iki hali var, içeriğin biçimi belirlediği koşullar ve tamlanımlar, biçimin içeriği belirlediği koşullar ve tamlanımlar, birincisi faşizm bile olsa insanlık katında iki yüzlü ve bir sahtelik barındırmadığı için katlanılır bir şeydir, ikinci tanımlama gerçekliği eğip bükerek sunar bize, bugünkü dünyamızda sanal olan, sanalite diyelim, içeriğin boşaltılarak kavramların dilediğince değiştirilip, istendiğince yeni anlam yüklemelerine izin verdiği ve sunum böylece yapıldığı için dünyamız giderek sahte bir düzen ve yalansı, yadsınır bir yaşam biçimine doğru evrilmektedir.
Kara cennet konsorsiyumu bu diyen arkadaşım var benim, yaşam korkunç biçimde anlam değişikliğine sürükleniyor, içeriği değiştirilerek bir veriye dönüştürülüyor ve insanın, insanlığın işi giderek zorlaşıyor gibi geliyor bana, her tür yok oluş bir tür aykırılıktır sonuçta ama her aykırılık, gerçeklikte doğruya, olması gerekene gidilecek bir savaşımın başlangıcı sayılamaz, tarih böyle değil mi, kutsanmış ölüm kuramı bir aldatmacadır.
Anomali olduğumuzu sezinliyoruz biz. Biçimin içeriği belirlemesi, boşluktur, hiçliktir...
Sevgi demiştim, köyümüzde (hala kolhoz diyen var bir özlemle) biri iple asmış kendini, o çağda, bizim gibi çocuklar için dehşet verici, kâbusa yol açabilecek şeyler, bir genç kız ve hiç bir sorunu olmayan biri, iple asmak, annesine bağlı kordonla dünyaya gelmiş olmaklığın geri dönüş özlemine yine aynı yoldan kavuşmanın bir düşküsü müydü acaba, ipten vazgeçememek, geri dönüş özleminin dna sarmalına tutunan trajedisi, ama yaşarken ölüm yoktur, öldüğümüzde de yaşam!.. Özkıyım bir zahmettir. Zahmete yenilen, zahmetle gidiyorken, kendi seçimine saygıyla bağlanıyor, ufuk sonsuzca geniş ve biz kıyıda küçücük bir lekeyiz. Noktacık mı demeli... Bekliyoruz gelmiyor, gidiyoruz ama ne var bilmiyoruz, illüzyonlarla doludur yeryüzü demek çok kısıtlayıcı, evren tam bir sihirbazlık mucizesi ve bizler öğrencileri, neyin çağlarıdır bu bilenimiz var mı...
Her aforizmanın bir sızıntısı vardır ama; bir kaçağı, her görüşün zayıf, cılız bir yanı, gübrede debelenen Argos gibi, kinik, köpeksilikten uzaklaşmış bir havlayış türü belki de bizimki... Onun için dünya bir kakofonidir, her soru bir yanıtı doğurur, her yanıt bir soruya yol açar, şakayık çiçeğini bile doğru dürüst paylaşamıyordur insanlık, günahsızlar hakkını bir başka dünyada alacaksa, bu dünya yalandır anlamına gelmez mi bu, eh geçicidir demeliyiz, sözcüklerle avunabiliriz ama yalan bir dünyanın tanrısı da yalandır o zaman diyebiliriz. O zaman, başka bir dünyada yalan derdi, köyün delisi İvan!.. Yalanın üstüne bir gerçeklik ya da doğrum kurulabilir mi... Basit, ateş eli yakmaz, öyleyse tut!..
Sokrat'ın Atina yasalarına boyun eğmesini, erdemli davranışın bir örneği olarak yazıyordu kitaplar, bu nedenle bilge kişiye örnek olarak sunuyorlar Sokrat'ı, düşündüğümde Sokrat'ın durumu Janusvari bir paradoks, parçalanmış gerçekliğin açınlarından biri de bu, sonsuzlukta kabul gören, erdemli, limidal aralıkta boşunalık barındıran ve kuşku veren bir şey ve anlatımı güç bir yadsıma ve yanılsamadır, düşünce bir açıdır evet ama içinde bulunduğun sosyal düzenin hak tanır olmaktan uzak, zorum dolu yasalarına karşı çıkacaksın, aynı yasalar seni ölüme mahkum edince, kumru gibi mırıldanacak, boynunu bükeceksin, sonunda kabul edeceğin bir yasaya nasıl karşı çıkarsın ki... Oportünizmin idolü ve ilk kurbanı belki de Sokrat'tır, diyelim ki kararı onurla karşılıyorsun ama kendine karşı sorumlulukta zayıf kalıyor ne yazık ki o ve düzen bilgelerini ve ermişlerini kendi yaratır, kimi zaman karşı koyar görünmenin tatlı işbirliği de denilir bu versiyonların, acımasız, bin bir türlü yüzüne, kaotik -karmakarışık- yaşam düzenimizde, gene de insanlık için bir denektir ve Kartezyen bir okyanusun aşkınlık arayan bir kurbanıdır o, teslimiyeti ermişçe gelmeyebilir ama öznesinden yana bakıldığında belki de daha ötesidir. İntihar (bin tane eşanlamlı sözcük üretebiliriz her sözcük için, dil bizim fahişemizdir) bile önceleri 'sibi mortem consciscerre' -kendi ölümünü hazırlamak- adıyla anılırmış, ne ılık, ne katlanılır bir üslup değil mi, işte yaşamın handikaplarını değil, usun sınırlarını alt üst eden yaşamın görünmez oyunları budur. Hiç bir ideoloji, hiç bir görüş dünya dışı değildir, biz en fazla düşman kardeşleriz, sonuçta kardeşiz, düşman kardeş oluşumuz aczimiz ve bir oyun arayışımızdır, değişen konum ve göstergelerde düşünceler değişmezken savunucu, savunmanlar değişir ve hiç bir yere varamayız, varmamızda olası değildir. Düşüncelerimiz ve ütopyalarımızın hepsi dünyevidir, olağanüstülük sözün bir biçimidir, kavramlar hepimiz içindir ve dünya alabildiğine eskimiştir.
İnsanoğlu öyle ilkeldir ki, bir yandan evreni ele geçirmeye kalkışırken, bir yandan yaşam ve ölümü hala tanrının bağışladığını ileri sürebilir, bu düşünceyle yaşar. Bu çelişkilerin en korkuncu sayılabilir, çünkü insanlık evreni ele geçirmek için, öncelikle dünyayı ele geçirmek gibi bir fetih, ataerkil ve emperyal bir kozmolojinin eyerleri üstünde doludizgin koşarken, bir yandan da, batıl, varlığı ve yokluğu belirsiz bir töze ve absürt boyutlardaki bir ruhaniyete bel bağlayıp, sığınmakta hiç bir şaşırtıcı yan görmez ve hatta sağlık ve güvenç dolu bir inancayla, dizginlerinden boşanırcasına, görüşleri üzerinde hükmünü sürdürür durur. Bizim vicdan dediğimiz aczimizin göstergesinden başka bir şey değildir, olmuşun üzerinde yükselen iniltiler, bir diğer deyişle ağıtsı ninniler. Asılmak, insanın kendisini asmasında şu var; -sözü bile soğuk, kutupçul- varlığımızla, var oluşumuz ayrı şeyler ve ikisi sürekli yarışıyor, uğraş içinde, ölümden önce yaşam var, biliyoruz, peki ölümden sonra ne var, bilemiyoruz, bir güvenç duyamıyoruz, tutku, kıskançlık, unutuş, aşk, şiddet, utanç, yaratıcılık, yanılsama, tükeniş, yabancılaşma, arzular, korku, düş, tembellik, vicdan, merak, kaygı, bağımsızlık, içtenlik, inanç ve ötekiler, var oluşla ilgili şeyler, varlıkla ilgisi yok... Ne ki, eğretilik, kesin bir yanlışlama - ne demekse- bazen gerçeği tüm doğrumlardan daha iyi açımlamamızı da sağlayabilir.
Bir cinsten türeyen varlık, kaçınılmazlıkla üreyen, bir iç bükey hareketlilikle ancak kendine doğabilir. Hiç bir şeyi değiştiremiyoruz biz. Biz kendimiziz ve bu böyle sürüp gidecek, kurgumuzu ya da var oluş biçimimizi yadsıyamayız, nereye gitsek insanız ve kutuplarımızla baş başa sonsuz evrende yol alacağız, her sorunun, ölümün, paranın kirinin, eşitlikle yücelişin hümanizminin çözümünü bulabilseydik bile, bizden beklenen insan olmamızdır, yerimizi robotlara bıraksak bile et ve kemiğin destanından izler göreceğiz oralarda, sonsuza dek...
Bundandır yaşam ve ölüm birdir. Bir dalga ve parçacık gibi yayılmamız, bir impuls hali, sonsuzlukta özel bir anlam taşımaz, olumlardan biridir ve ne yazık ki aşkınlık ve bir ötesi değildir. Asıl olan varlığın bir süreğen ve değişkenlikle üreyen maddesi, bir tür kendi olma halidir. Bu yüzden acı ve üzülme, sevinç ve haykırış gülünesidir!..
Bir gün düşümde bir kuğu gördüm, simsiyah, uzakta devasa, kara bir leke gibi bana bakıp duruyordu, gözleri ve gagasında parıldayan kırmızı lekeler vardı, bir tansıma örneği, hayranlık uyandırıcı bir yaratık. Bana doğru yaklaşırken, nasılsa giderek küçülüyordu, büyüleyici güzelliği, insan görümüne en uygun boyuta, tam doruğa yaklaşmışken, gölün sisli varlığında, küçülüp gidiyor olması şaşırtıcıydı, giderek yaklaştı ve karanlık gölde küçüldü, küçüldü ve elimle okşamaya kalkışır kalkışmaz, gölün suyu dalgalandı ve kuğu bir an elimde, narin, utangaç bir civciv gibi belirdi ve sıcacık, göğsüme bastırmaya çalışırken, birden yok oldu, tüysü bir varlık gibi uçarak, yitip gitti...
Güzelliğin bir ölçüt, bir oran olduğunu düşündüm o an, civciv büyüklüğünde ki kuğu; bir hiçti, onun etkileyici olabilmesi için, şimdi, gözlerimizle gördüğümüz, göllerde süzülen olağan kuğular gibi olması gerekliydi, boyutları değişen her algı, bir hiçliğe bağlanıştır tinin varlığında, varlığın her algısı, var oluşumuzun her tür koşulu altın oranda saklıdır, dev gibi bir solucan iğrençtir, nokta kadar papağan sevimsiz, maketten bir evse komik!..
Şöyle düşünüyorum, yaşam bir form, yaratılışın görkemli sınırlarıyla süslü, ölümse o formun gözümüzden yitip gitmesi, bizi etkileyen, kederlendiren, hiçliklere sürükleyen bu, kara kuğunun alıştığımız boyutların dışına çıkması, umutsuzluğa sürüklüyor bizi, kaçınılmazlıkla bir statükonun, bir durağanlığın kurbanları olmalıyız, olacağızdır öyleyse, iyice düşünüldüğünde, bir yanılsama bu... Ölüm gerçeklikte olmayan bir şey diye bitireyim, sorunlar korkunçluktan ötede; Yapay'dır diyorum ben, konunun açımına yarıyordur ama anlayamıyoruzdur nedense...
Kara kuğuyu gördüğüm düşten uyandığımda; her şeyin yerli yerinde olması ve gereken ya da alışılmış boyutlarda, ölçülerde, hiç bir şeyin değişmediğini görünce, bir simgenin, simülasyonun düşü içinde sürüklenerek bir kâbus gördüğümü anladım, derin bir soluk aldım demem bir şeyi değiştirmez ki ve değiştirmesindir diye de yaşıyoruz biz. Uyandığımda sağlığım ve her şeyimin yerinde olduğu için şükrettim, tanrının otopyası olsam bile, kendi sınırlarımızın kölesiyiz biz, evrende varız ama belki onların içinden biri değiliz, bu bir kompliman ama; iyi olan ne var ki, gerçel sorun, sorunların olmasıdır, hayret dedim uyandığımda, çünkü yaşamın bizler için, salt bir boyut ve alışılmış algılar ve ölçüler sorunsalı olabileceğini de düşündüm ve ölümün sonsuz bir çeşitleme ya da başka tür bir yaşam olduğunu... Evet bu bir gerçek biliyoruz, ama yaşama neden yeniliyoruz biz... Çünkü değişmiyoruz ve değişmeyeceğiz.
Siber saldırıların başını alıp gittiği bir dünya yaklaşıyormuş şimdi, beynimizde çipler ve bilgisayarlarla varlığını sürdüren dördüncü cinsler olacağız yakında diyorlar, siber evrende, çipleriniz ve kompüterlerimizin bir köle olmaması için bir savaşım vereceğiz artık, bütün kavgalarımız bunun için olacak, benimki şu datayı barındırıyor, şu bir üstüymüş, benimki daha yüksek, kaç data peki?.. Anlaşılıyor mu ne demek istendiği!.. Sınıfların savaşımı klişesi, neredesin!..
Ben bir şiiri kendime çeviririm, bir dile değil, gecenin gizinden inciler dökülüyor diyecek kadar özgüvenim yok benim, belki dilim çözülüyordur diyebilirim, ne derseniz deyin ya da seviniz diye haykırdığımızı düşünelim, çipleriniz titreşecektir kesinlikle, çünkü onlar birer köle, Vortvoks Vorodman kilisesinde vaftiz oldular!.. Komünistim ben, ama çocuğumun emperyal bir ülkede yaşaması için çabaladım ömür boyu, ne dünyevi bir motto değil mi, evrenin merkezindeyiz biz ve tüm oklar bize doğru çevrilmiş ve yaşamak zorundayız...
Onlar, güneş yüzeyindeki devasa manyetik kemerlere, ışık saçan şelalelere girip çıkıyorlar keyfince, düşüncelere ve yaşama ve yaratılmışlığın son aşaması nitelediğimiz insana bir güven duymak olanaksızdır yine de, zaman ve uzam, beklentilerimizi ve düşlediğimiz eylemleri olanaksız kılar sürgit, zaman içinde hiç bir şey yinelenemez ki, tıpkısıyla gerçekleşen bir şey olanaksızdır, olanaklar tükendiğinde ki sayısı bellidir ve hiç bir olanak tıpatıp yinelenemez ve bu yüzden tanrı birdir ve başkaca bir tanrı da olmayacaktır, bir dolayımla tanrı bir kereliğine vardır ve o da insanın köklerine, kökenine bağımlıdır ve ötekiler ve her şey gibi o da ölümlüdür ne yazık ki...
Batıda herkes her istediğini söyler ve saklar derler, doğudaysa böyle şeyleri Bahaullah Emiri dile getirdi diye sanki ham değerler verirler, ortalıktan kaçırırlar nedense, bir gizem ve kutsanmışlığın alışkanlığı, ezilmekten hoşnut olan yücelik, şu dünyamız her alanda parçalara bölünmüş, bir zamanlar demir perde diye adlandırılıyordu bu ülke, oysa Ukrayna orta doğu gibi, orta batıdır gerçeklikte, hayır o da değildir, kim ve neden söylemişse...
9
Açık hava sinemasına gittik bir gün, sık sık giderdik zaten, bisikletli Maria, Maria Kior önayak olurdu bu tür şeylere, Maria çocukluğumun balerini, müzisyeni, sanatçısı, her şeyiydi, ilk aşkında adıydı o... Köyün gizil tanrıçası, herkesin elinden tutan... 70'li yılların hangisiydi unuttum, uzun bir film, inanılır gibi değil ama bir Tarkovski filmi, çocuğuz ya, İvan'ın Çocukluğu değildi film, daha durgun bir film, adını tam anımsayamıyorum şimdi, ama film çok etkilemişti beni, o filmden sonra yaşamla ilgili görüşlerim değişti, yaşamı bir şey yapmak, bir şey gerçekleştirmeden ölmemek, bana özgü bir şeyi başarmak olarak algıladım o filmden sonra, o zamanlar SSCB olarak anılıyorduk biz ve Tarkovski ile yurttaş sayılırdık, sonra neler oldu neler, tarih boyunca görülmüş toplama ve çıkarmalar, bölme ve çarpmalar, matematiğin başka bir yöntemini, bugüne dek bilinmeyen yeni bir işlemini ortaya koyamayan insanlık kendini yinelemekten öteye geçemeyecek diye düşünüyor artık insan...
Şunu söylemeden geçmeyeyim, insan düşünebilen, soru sorabilen yaratık olarak, en gelişmiş varlık olarak sayıyoruz doğallıkla, kime göre öyleyiz, file göre, balığa göre, solucana göre, kelebeğe göre... Evrende bizden gelişkin, üstün bir yaratık ve form varsa, bizim sorularımız ve bilinç düzeyimizin onlara göre; filin bizim karşımızda düştüğü duruma düşmeyeceğini kim bilebilir, aciz ve ilkel bir varlık olarak gülünç sorularla zaman geçirmediğimizi kim bilebilir, biz kendi düşünsel sınırlarımızı aşamadığımız sürece, ölüm, sonsuzluk, zaman, varlık-yokluk, hatta aşk gibi bilinmezliklerle sürüp giden düşüncenin versiyonları, gelişmiş formlar karşısında bizi solucanın körlüğü durumuna düşürebilir, solucana göre, dokunduğumuz şey vardır, renk kavramından yoksundur, kokuyla tat alabiliyordur belki, ölüm kavramından uzaktır ve zaman bilinci, belki olmasına karşın, yaşadığı dünyanın sınırları gerçekte onun için sonsuzdur, çünkü o sürekli ilerliyor ve sürekli zamanı kat ettiği halde sonsuzca yinelediği için kat ettiği boyutları; o sonsuzluğa hepimizden çok inanıyordur, solucana göre evren sonsuzdur, bunu hareketinden anlıyordur, sınırsızdır, bu tür bir sorunun yanıtı onun için kesindir, oysa bizim algı dünyamıza göre solucan bir tutsaktır, evrenin duyumsanması gereken sayısız yanlarından herhangi bir duyumu yoktur, işte sorun bu; biz insanların gerçekte bir tür solucan olmadığımızı kim savlayabilir ki, beş duyumuz var, belki binlerce duyu var ve biz yalnızca beşini biliyoruz, çocukça şeyler bunlar dememek gerek, solucanın bildiğini biliyoruz sanabiliriz, ama başka birileri de bizim bildiğimizi biliyor olduklarını sanabilir, kim gerçeği biliyordur ama solucan durumuna düşebileceğimize inanıyorum bazı koşullarda, tüm boyutların varlığını algıladığımız söylenebilir mi, üstelik şunu söyleyerek bitirmek istiyorum, birbiriyle ta baştan, var oluşundan beri savaşan bir yaratığın, hiç bir şey bilmediğine inanıyorum ben, böyle bir yaratığın ne tanrısı olabilir, ne meleği, ne şeytanı, olabilirse bu bir tür işbirliği...
Bu acınası yaşam biçimi bir gün bittiğinde, bir deney olduğumuzu öğrenirsem üzülmeyeceğim ama bir gerçeklik ve yaşamsal bir varsayım olduğumuzu ileri sürdüklerinde üzüleceğim, evren çok ilkel bir düşüncenin biçimlenişi o zaman, o zaman birinin yaşamına son vermesinin hiç bir anlamı olmayabileceğini düşüneceğim, basit bir varoluş ya da acemiliğin bir sevdaya dönüşmesi ne kadar gülünç, onu yok etmek veya ondan vazgeçmek, onun kadar basit ve kolay olabilmeli, neden tasalanmalı...
Tarkovski'nin filmi yaşamın tümüyle bir anlamsızlık olabileceği düşüncesine sürükledi beni, görmez olaydım, bir çift yaşam anlatılıyordu filmde sanırım, ölen biri bir başka gezegende dünyada kavuşamadığı çocukluk aşkıyla karşılaşıyor, ne büyük bir muştu ve ne büyük bir mutlan ama heyhat, yaşadıkları yeni gezegene uyum gösteremiyor yaratılan, kavuşuyorlar ama mutsuzluk ve dünyevi-gezegensel sorunlar onu bekliyor, yaşamın içinden çıkılmaz bir sorunlar girdabı ve mutluluğun sonsuza dek ele geçirilemeyeceğine ilişkin felsefi bir deneme film...
Ölümün anlamsızlığı, yaşamın bir tür ölüm geçişkenliği, ölümle iç içe bir düşten başka bir şey olmadığı, her ikisinin birbirinin aktarımları olduğu ve varoluşun bir tür katlanılmazlıktan başka bir şey olamayacağını anıştıran bir baldıran zehiri film... Ama eğer yaşıyorsam, yaşamda o filmi görmüş olmaklığım yaşamımın en anlamlı, yaşamaklığımın en güzel, en etkileyici anısı olarak kaldı bende, yaşamı o filmle çok iyi kavradım, yaşam kavranabilir bir şey oldu artık, yaşama yenilmenin, insani ve kısır bir kavram olarak sosyal bir acizlik olduğunu düşündüm hep, yaşam bir mucizedir klişesine sığınamam ama yaşam merak edilesi, görülesi bir problema, bir perspektif ve bir açındır benim için, sorular ve yanıtların üstünde bir görüngüyle baktım her zaman yaşama, ilginç ve usumun algılamakta zorlandığı tek sorun şuydu; Tarkovski böyle düşünüyordu, benim gerçekliğim olmuştu onun görüşleri, kim bu adam, bir sinemacı, asıl gerçeklik Tarkovski'nin görüşleri midir peki, işte asıl soru bu, ama sorular sonsuz, sorular soruları doğuruyor zulmette, bizim yanıt dediğimiz şeylerde inanın yalnızca birer sorudur, yanıtı hiç bir zaman görüp bulamayacağız belki de, öyleyse bir solucanız biz, karamsar ve umutsuz mu geliyor bu size, öyleyse tanrıyız biz!..
İnsanın kendini düşünmenin hazzına bırakmasından güzel bir şey yok, bir solucan bile olsak da, tanrı katında varsaysak da kendimizi, hangi konuya sevdalansak, hangi uçurumun kollarına atılsak, kulaç atsak, yetersizliğin kösleriyle kulaklarımız çınlıyor ne yazık ki, konular giderek bayağılaşıyor ve aşırı biçimde düşünsel sınırlarımızın ötelerine geçtiğimizde, benliğimizi yitiriyoruz, aşırılığa kapıldığında, kendini yitirmeyi delilik olarak addeden bir yaratık, düşünüyor olabilir mi... Düşüncenin ne olduğunu bile bulgulayamamış olabiliriz henüz, biz kendi yörüngesinde dönüp duran bir gezegeniz, yolundan saptığında, çekim gücünden kurtulup uzayın boşluğuna fırladığında kimliğimizi yitiriyoruz, düşünce; oturduğumuz yerde bize verilen donelerle, masallar üretmek bizim için, düşünüyorum o halde varım, düşüncenin sınırlarını parçalıyorum, birden yok oluyorum, ölmeden üstelik, biz bir düşünceyiz evet ama sınırlarımız belli, öyleyse düşündüğümüzü söyleyemeyiz, solucan nasıl varlığıyla orantılı varsayımlarla günlerini geçiriyorsa, bizde bedenimizin, psikosomatik güncelliğimizin el verdiği ölçülerde düşünce üretebiliyoruz, öyleyse bir tutsağız biz ve evrende hapishanemiz; içinde cennette var, cehennemde, isteyen buyursun girsin ama düşüncenin sınırlarını bilsin!.. Ne büyük mutluluk, ne büyük keder...
Derinlik, yetersizliğimizin boyutlarını dışa vurmaya yarıyor, anlam denizinde yitmemize yol açıyor yalnızca, merkez kaç kuvvetiyle düşünceler derinde birbirinden, evren gibi giderek genişliyor ve hızla uzaklaşıyor ve algılanmaz bir sonsuzluğun sarmalında uçuşup, kaçışıyorlar ne yazık ki, görüş ufkumuzu yitiriyor, zemin kayganlaşıyor ve kozmik bir parçacığa dönüşüyor, bilincimiz bulanıklaşıyor, uzayın sınırları var mı, biz kimiz, nereden geldik, nereye gidiyoruz, düşünce sörfü yaptığımız geleneksel sorular ama belki de bir solucanın bile olası sormayacağı şeylerdir, kim bilebilir ki, her konu giderek sıradanlaşıyor üstelik, ciddiyetten uzak olduğunu sandıklarımız, birden temel sorunsallara dönüşüyor ve ciddi sandığımız, gördüğümüz şeyler buharlaşıp gidiyor sonsuzluğun çeperlerinde...
Nereye varıyoruz sonuçta, bir dilim ekmek var mı, üretimde sınır tanımamamız gerek, eşitlik sorunu çözülmedikçe insanlığın bekası tehlikede, özgürlük bize göre değil gerçekte, açlığın ve paylaşımdan yoksunluğun dünyasında, özgürlüğü aramak saçma, kademeli tutsaklığın kollarında sınıfsal kompartımanlar, son derece insani gerçeklikler, en gelişmiş metot bunlar, kapitalizm tanrının bize bahşettiği neşe dolu bir körebe oyunu, daha iyisi yok, motamot yaşam hayvansıdır, otlar arasındaki kapışma ve ahırlar arası rekabet yaşamın eğlencesidir, özgürlük arayışı boşuna, gereksiz bir uğraş, kapı kulluğu ve tanrı bilirlik en iyi yöntem ve tüm canlılarda var bu sistem, tanrının bildiğinden daha iyi mi bileceğiz, bileceksiniz...
Bilemem, bütün bunlardan sonra şunu düşünüyorum, müzisyen olmaya karar verdim o yıllarda ben, müzik tanrının düşüncesidir, öyleyse tanrıya en yakın işi yapmalı ve diğer kullarından ayrıcalıklı bir işe soyunmalıyım, farklı olmalıyım, insanların öteki hemcinslerinden üstün olma veya farklı olma tutkusu; yaşamın olmazsa olmazı, insanda, diğer tüm canlılarda var bu içgüdü, arıbeyi neden var, kasabın kedisi, sokak kedisinden niçin daha güçlü, tazı diğerlerinden neden hızlı, bin bir türlü benzerlikler, yaşam ve evrenin sınırları var ve vahşilik, barbariyan tutum yaratılışımızda...
Bunu değiştirmemiz için yaratıcının, tanrının değişiyor olması gerekir, insanların diğer canlılardan bir farkı yok, müzik diyorum ama hiç bir müzik aleti kanaryanın ötüşündeki melodiye erişemedi, suyun şırıltısının gizemine ne Çaykovski ulaşabildi ne de Mozart, insanın konuşması bizim müziğimizdir doğallıkla, ama ben tanrının düşüncesine eğileceğim gene de, kanaryayı geçeceğim...
Özgürlüğü aşağıladım düşüncelerimde, evet ama, en özgür insan ölü bir insandır çağımızda, yıldırımı anla, Süleyman markhorunu tanı, bulutu bil, yağmuru kavra ve burçların halifesi gibi masallara koş...
Tanrı bir metafor sonuçta, onun düşüncesine kapıldım evet ama babamın, Arseni'nin evde akordeonu olduğunu, onu hepimizin çaldığını, flüt, balalayka ve defin her zaman evde bulunduğunu söylemeyi unuttum, gitarda katıldı aramıza ve belki de olması gerekeni olacaktım ben... Tarihten, diyesim geçen zamandan, hiç bir zaman ders almamış insanlık, her yere yürüyerek gideriz, tarihten ders alan ayakkabılarımızdır derdi çok bilmiş, yaşı geçmiş Aleksandra...
Neyse, bir gün olur olmaz balığını çıkararak köyde dolaşan Artyom, öbür çocuklara dedi ki, size ufo göstereceğim bu akşam benimle gelin, hepimiz tamam dedik, köyün -gerçekte binlerce kişinin yaşadığı kırsal-, karanlık bastırmadan bizi kayalık bir tepesine götürdü Artyom, orada mağara bile diyemeyeceğimiz bir çukur vardı, ama ağzı mağaramsı bir boşluk, yarı karanlıkta bekleyin dedi, karanlık çökünce çukurda bir ışık belirdi, giderek büyüyordu, çukurda ufo ne arıyor diyeceksiniz, Artyom ufo buraya iniyor, buradan yükseliyor demişti bize, o gün uçacakmış, neyse bütün çocuklar kaçıştı, evin yolunu şaşırmasalar bari dedim içimden, ışık iyice yaklaştı, yıldız gibi dağınık parlaklıkta, kocaman bir güneş gibi yaklaşıyordu, o zaman anladım ki, karşımızda Artyom'un üvey kardeşi vardı ve oraya girip bu düzeneği hazırlamıştı önceden, karanlıkta bütün gücümle bir tekme savurdum, Artyom'da bana vurdu ve ortalık karıştı, bu arada ışık söndü, ertesi günü gene de çocuklara bunun bir düzen olduğunu anlatamadım, bu tür anıların yararı şu, çocuklar bilime, sanata, yaşama ilgi duyabiliyorsa eğer inanın çocuklukta atılıyor temeli, Artyom'a teşekkür borçluyuz, çünkü o gün oradan kaçan çocuklardan biri gökmen oldu, uzay teknolojisiyle ilgili çalışmalar yapıyor ve her Noel'de Artyom'a uzayın derinliklerinden kartlar yolluyor, Noel'in kutlu olsun Artyom, uzayın sonsuzluğundan, ikiz kardeşin gök bilimci Vitali seni selamlıyor!...
10
Dağa gittik, ormandaki bin yıllık meşenin altında ayin yapmaya, yaşamı kutsamaya, onun güzelliğinin, sonsuz bağışlarının, bize sunduğu uçsuz bucaksız yaşam sevincinin, doyumsuz olduğunu haykırmaya, uçurumdan uçuruma bağırmaya ve tanrıya, doğaya ve tüm yaratılmışlara, bu tansığı bize yaşattıkları için yakarıp, bağımlılıkla, duygululukla, uysallıkla dolu bir sıcaklıkla, yeryüzünü ve tüm evreni bağrımıza basmaya, uçurumdaki yankılar sesleri bize geri getiriyor, ne söylersek yankılanan sözler tuhaf biçimde bize geri geliyor ve kulaklarımızda çınlıyordu, her şey birbirinin parçasıydı, tanrı bizim parçamız, biz onun parçası, yeryüzü bizimle var, orman canlılarıyla orman, su yaşam için su, kuş doğanın bir büyüsü, olmazsa olmazı ve her şey birbirinin süreğeniydi anlaşılan ki yaratan ve yaratılan ne varsa helezonik biçimde akıp gidiyordu ...
Orada bir dağ evi vardı, son derece donanımlı, kutup soğuklarına bile dayanıklı, sağlam, kırılmaz pencereler, kalın, yıllara meydan okuyan kapılar, iç içe iki oda ve sıcacık yataklar, sedirler, belki de çağlar boyu insana kucak açıp, konuklarını bekleyecekler. Yorgun dönecekken akşama doğru oraya sığındık, günü geçirecek, ertesi gün yola çıkacaktık. İsli lambanın ışığında yemeği yedik ve dünyanın en tatlı söyleşileriyle gece yarılarına vardıktan sonra öyle bir uykuya daldık ki, göreceğimiz düşler ancak gece kadar güzel olabilirdi. Karanlık yardımcımız olsun, düşlerimiz gerçeğin boyunduruğundan kurtulamayan güzelliklerdir demek, üzücü gelebilir, tümünü yaşamın birer parçası saymak gerekir oysa, ayırmak gereksizdir diye düşünebilmek belki daha doğrusudur. Sabah erkenden uyandığımda, arkadaşlarım, öteki iki bıçkın uyuyordu, sırtlarını dönmüşler, kimse dokunmasın istiyorlardı sanki, büyü bozulmasın diye, dün yaşadıkları mutluluktan bir daha uyanmak istemiyorlardı belki, insanlar hep böyle midir...
Pencereye yaslandım, güneş ışığı yavaşça beliriyor, uzun, altın rengi oklarla yayılıyor yeryüzüne, başını karşı dağlardan hafifçe çıkarırken, sakın peşine düştüğümüz tanrı olmasın bu, ulaşılmaz, dokunulmaz, sonsuzca yakıcı, gözle görülebilen, tenle duyulabilen bir var oluş biçimi ve ancak onunla yaşamını sürdürebilecek olan bir yeryüzü... Meydan okur gibi, bir boğa başı gibi, içinde milyonlarca hücrenin kaynadığı bir tomruk parçası gibi, başını iyice çıkardı, yüceldi, yükseldi ve az sonra kendini yeryüzüne tümüyle adadı, bağışladı sanki, doğarken elle tutulacak kadar yakındı belki, yükseldikçe varlığı arttı, koyulaştı, kesinleşti, kendini gösterdi ve ama giderek, gökyüzünün tepelerine, ulaşılmaz kulelerine doğru uzaklaşır gibi oldu, öyle diye düşündüm, uzaklaştığı halde varlığı duyumsanmakta, giderek kendini belli etmekte, etkinliği artan bir obje, tanrısal bir varlık, bir yalnızlık olası mıdır acaba...
Hava aniden karardı, kuzeyden tuhaf bir bulut sürüsü geldi ve birden ormanın üzerini, aşağılarda uzanan ovayı, köyleri kapladı ve dağ evinin penceresinden bir lazer pırıltısı, bereket yayan göksel bir kılıcın ışıltıları gibi gelip geçen güneşin okları acımasızca yok oldu, kara bulut dalgaları aldı yerini, doğa bir yarış içinde dememek gerekir, görkemli bir senkron, uslara durgunluk veren bir eşleyiş bunlar.
Güneş şimdi nerede, orada ama yok, bir daha onu göremeyeceğimizi düşündüm bir an, varlık yoklukla bir ve aynı şey o zaman, sonsuz bir varoluşun, sonsuz bir yok oluşu, sonsuz bir yok oluşun, sonsuz bir var oluşu içindeyiz, tüm tartışmalarımızı, tüm görüşlerimizi başka ve hangi boyutlara taşımalıyız ki, gerçeği görebilelim, elde edebilelim...
Hiçliğe saplanmadan, yaşamı sonsuz güzelliklere, varoluşlara taşıyalım desem, kendimi güçsüzlük içinde duyumsamaktan yine de kurtaramıyorum ve göz yaşı döküyorum, bir türlü olmuyor, bir kış kelebeği cama vuruyor çünkü, içeri girmek istiyor, soğuktan mı kaçıyor, ah bu bir kar kristali, düş görüyorum artık sabahın sessizliğinde, içten içe yükselir çıtırtıların serzenişinde, düşlediklerimle, görebildiklerim bir bütün oluyor, kar aşağılarda tüm ovaya, ırmağa, köylere beyaz bir kelebek ordusu, bir düş yığını gibi dökülüyor, hızla akan, çöken, göksel, ululanmış, kutsanmış bir yerden gelir gibi dökülmekte olan tüysüler, ürperiyorum, bir titremle, üşüyorum birden, salınır, bir çizgi gibi, ipil ipil akıyorlar yeryüzüne... Ah bir tavşan kaçıyor aşağılara, düzlüğe doğru, doğanın içinde bembeyaz iki var oluş biçimi, kar ve tavşan, bir ikiz, bir çift dönüşüm perisi ve işte tavşan yok oldu!.. Çünkü sonsuz beyazlığın içinde yitti, bir kar yığınına dönüşüp gitti!..
Kar silsilelerle, çisil çisil, bulutların tozanlarına ayrılıp, peri parçacıkları gibi dökülürcesine ağıyor yeryüzüne, önümü göremez oldum, kapının diplerine kadar yığıldı kar, göz açıp kapayana kadar, dünya dağ evinden başka bir şey değilmiş, artık hiç bir şey göremez oldum, arada gün ışığına benzer bir cevher gibi parıldayan ışıltılı beyazlık, kar beyazının içinden, ışık kamaları gibi geçiyor, karanlığın gölgesiymiş ışıklar, vay be, alaca karanlıkta ışık, birer gölge gibi gelip geçiyor, ağaçların üzerinden süzülerek, yitip gidiyorlar, çamlardan kar dökülüyor zaman zaman, enerjinin salınımı bu diyorum, şaşırıyorum işte, lapa lapa, beyaz salıncaklar gibi sallanıp duruyor dallar, karın dayanılmaz uçuculuğunda, yüklü, doğurgan bir canlı gibi kabarıp değişkenlikle, gururla, tuhaflıkla bakıp duruyorlar, görünmezlikle devinip, dans ediyorlar sanki, kocaman bir kuş, rengarenk -kar tavuğu mu acaba-, kanat çırpa çırpa aşağılara doğru uçup gitti, çınlayan sesi tüm ormanda yankılandı, tanrım böylesi bir yaşam yalnızca ormanlarda mı gizli, düşer gibi oldu kuş, zorlukla havalanıp gene toparlandı, oda bir düş oldu sonunda, uzun, deli rüzgârların, kar yuğumlarının içinden, bıkıp usanmasızca kanat çırparak, gözler önünden uzaklaşıp gitti, bir süre karın içinde, bir düş gibi, her baktığımda onu görüyordum sanki, uzaklarda kanat çırparak yol alan bir çift kanatlı canlı, ölümsüzce, bir beyazlığın içinde, sonsuzca kanat çırpan bir tılsım, kocaman, adı kuş olan bir tanrısallık, onun, yaratanın kanatlı meleği, ona benzer bir şey, hep kanat çırpıyor, uzaklaştıkça uzaklaşıyor ve hiç bir yere varıp, ulaşamıyor sanki...
Neyse ki bıçkınlar, arkadaşlarım uyandılar, karı görünce gözleri öyle bir açıldı ki, kızıl ışıklar çakar gibi oldu gözlerinden, korktum onlardan, bu nasıl bir şaşkınlık, iki kardeştir onlar. Bir arı geldi cama vurdu, kar yağarken bir arı, nasıl bir olay ufku bu, olanaksız, ama onun dallardaki karla, çarpa çurpa yere düşen kar tüysüsü bulaşmış, minik bir dal parçası olduğunu anladım, kuyruklu, kanatlı küçük bir şeydi sanki, her şey bir yanılsama dünyamızda, kış ortasında bir arı, bal tadı veren tuhaf bir ansıma...
Neşe içinde aşağılara iniyoruz artık, uzaklardan bir çığ sesi duyduk, kar yığınlarının gümbürtüsü, yuvarlanan, canhıraş haykırışlarla, kösler ve yankılanım eşliğinde, ıssız, sessiz, kulakları sağır eden bir töreni andırır çığlıklar arasında aşağılara uçar gibi giden bir dev, bir canlı gerçekte, hepimiz moleküllerden, atomlardan oluşmuş yaratıklar değil miyiz, su canlı, kar öyle, taş, toprak hepsi canlı, devinimi, gözle görülebilen evinimi, kaçıp koşan şeyleri canlı sanıyoruz, her şey canlı gibi geliyor bana, taş konuşuyor çıtırtıyla ama duyamıyoruz. Duyabildiğimizde neler olacak bilemiyoruz...
Ooooooooaaaaaaavvvvvvuuuuuuuuuuhhhhhhhhhhvvvvvvvvvvvvvv!..
Siz böyle uluyan bir yaratık gördünüz mü hiç, çığ ve çığlık işte bu, 'Ona ram olacak dört kadim unsur: ateş ve toprak, rüzgâr ve yağmur' diyen bir şair biliyordum ben. Yalnızca kurdu bellemişsiniz uluyor diye, her şey uluyor oysa, kulağınızı yaslayın, Kahire'deki caminin sütunlarından tüm evrene yayılıyormuş onların sesi, Ulm'da ki katedralden yankılanıp durur evrenin gizi, ama onu bilenler, o gizi kullanmak için; o gizin bağışlanmadığının bilincindeler!.. Nazilere karşı savaşan köyün tek askeri Boğdan'ın düşünceleriymiş bunlar, belleğim pek değer vermiş ki yineleyebiliyorum... Şükürün kaynağı budur işte...
Eve döndüğümüzde, üç gün ayağa kalkamadım ama, güzelliklerin bedeli vardır dedi Arseni, içimden bir yineleme bu demek geçti ama ne de olsa baba, onun umurunda olmasa da bir değeri var içimde, her sözcüğüne baş kaldırmak, her hareketine bağırıp çağırmak, ne denli acınası bir şey olurdu, soğuk içime işlemiş anlaşılan, topladığımız mantarları çorba yaptılar, dağın, ormanın otlarından doğal çaylar kaynattılar, ayağa kalktım, şu ki sizi ayağa düşüren zehir, sizi ayağa kaldıracak olan panzehirdir!.. Gerçekte, üç gün boyunca şiirle sağalttım kendimi ama kimsecikler bilmiyor, biri şu, beni çok etkilemişti...
''Hoşçakal Oza, evde, geceleyin ya da uzakta bir yerde, neresi olursa olsun, uluyorken köpekler, akıtıp dururken göz yaşlarını. Senin soluğundur duyduğum ses. Hoşçakal Oza! Gece, nasıl bilebilirim, solgun, gülünesi, İnsanlardan biri gibi, ürkerek girerken bir göle, Gerçekte korkudan başka bir şey olmadığını aşkın, söyle? Hoşçakal Oza! Ne korkunç, bir başına düşünmek şimdi seni? daha da ürkülesi, bir başına değilsen oysa: Şeytan öylesine doyumsuz bir güzellik vermiş ki sana. Hoşçakal Oza! Eyy insanlar, lokomotifler, mikroplar, Gerin kanatlarınızı elden geldiğince ona. Gözüm gözünde onun, ruhu ruhumda, Hoşçakal Oza! Yaşam bir bitki değilse aslında, Neden dağıtıp, parçalıyor insanlar onu. Hoşçakal Oza! Ne acı bu denli geç kalmak sana. Ve böylesine erken ayrılmak sonunda... Karşıtlar mı geliyordur bir araya. Bırak çekeyim kahrını ve acını kendime. Çünkü kederli bir kutbuyumdur ben yaşamanın, Sense sevinçli. Dilerim sonuna dek kalırsın öyle. Dilerim hiç girmezsin benim elem bahçelerime. İnan kendimle üzmeyeceğim seni. İnan ders olmayacak sana ölümüm. Yük olmayacağım sana yaşamımla. Hoşçakal Oza, dilerim ışıl ışıl kalırsın. Bir sokak fenerinde göz kırpan pırıltılar gibi. Suçlayamam bırakıp gittiğin için beni. Duam olsun ki, girdin yaşamıma. Bağlıydım ben sana. Akasyaya dolanmış, güzelim sarmaşık gibi, bir şiirdeki... Hoşçakal Oza!''
Bir aşk şiiri olmasın ki, insan aşkı o şiirde bulmasın!..
11
Ki evimiz Kiev'dir bizim, tam adı Mamaeva Sloboda köyüdür yerleşkemizin, bu bir genelleme, gerçekte kasabadır, ıslak pazartesi kutlamaları olur mayıs ayının ilk günleri, Paskalya sonrasında, bekar kadın ve erkekler birbirini ıslatırlar, birbirini beğenirler!.. Karşı köye gitmiştik, yakınlarımızı ziyarete, dönerken köy işi bir çok şey verdiler, tahıl, zerzevat filan, bir torba içinde, biraz ağır, yürüyerek de dönülür ama torbadan olsa gerek, kuzenime bir taşıta binelim dedim, hiç unutmam, binersek torbanın içindekileri parasıyla satın almış oluruz, onun için yürüyelim dedi!.. Midibüs parası, torbanın içindekileri satın alırmış yani, gördünüz mü yoksulluğun mantalitesini, matematiğin büyüsü değil buradaki hesap kitap, yoksulluk sendromunun kerametleri, yokluğun sihri, bir türlü bu dürtülerden kurtulamaz yoksullar, insan eşyanın, paranın ve zamanın tutsağıdır ve kendine sürekli yenilir!.. Kirpi suya düşerse ölür, her şeyi dikte ettiren kişi diktatördür, bahçıvan bütün dalları budar, gülün çabalarının önüne geçer, günahkar masumun başını cennet diye okşar, sıcak soğuğu ezer geçer... Yaşamın kendisi dışında bir amacı yoktur, Nataşa sürekli inleyerek konuşurdu, pagan çağların tribiyle haberleşme alışkanlığı var sende derdi annem ona, öyle büyük bir sorunu yoktu ama inleyerek konuşurdu hep, insanın bir amacı olabilir yaşamda, diğer her şey doğal bir işleyiş içindedir yüzyıllar boyu, aslan et yer, koyunlar ot, domuz da her şeyi!.. İnsan yaşamın sapkın yaratılmışıdır, tanrıya, doğal işleyişe meydan okur, bir türlü çıkış yolunu da bulamaz, insanın sonu tanrıya bağlı değildir bu yüzden, tanrının geleceği insana bağlıdır, çünkü yaratılmış, planlanmış düzene karşı çıkan tek yaratık odur, karınca yüzyıllardır aynı karıncadır ama insan, hiç bir zaman dünkü insan değildir.
Neden kederliyim ben, sürekli sorgular gibi böyle, büyükannem bize kendi imgeleminden masallar anlatırdı hep, birey kumpanyalarının, iki bacaklı kompartımanların masallarından anlat derdik, hiç yok mu, çok derdi ama herkesin bildiği masal ne anlatır ki, yanıtı olan soru nasıl soru sayılmazsa derdi, bunu söyleyip durma derdik, güler ve masalını anlatmaya başlardı...
Kuzey kutbunda, bir beyaz ayı sıkılmış, toprağın altından yürüyerek bize doğru geliyormuş, belki başka bir denizi ya da toprağı merak etmiş veya özlemiştir nasıl bir şey diye, yolda bir köpek balığıyla karşılaşmış, toprağın altında yuva kurmuş yavrularıyla, oluşturdukları klanla yaşayıp gidiyorlarmış, ayı ah demiş siz denizlerde yüzmekten ne çabuk sıkıldınız, köpek balığı havlamış ve keskin yüzgeçlerini toprağa balta gibi saplayarak sorun yok demiş, burada yararlı kökleri buluyor, mantarları topluyor, arada dışarı çıkarak değişik besinler arıyor, oksijen depoluyoruz, vejetaryenlik baş tacımız üstelik, birbirimizi yemekten bıktık!..
Ayı bir günlüğüne konuk olmuş onlara, arktik lambanın gölgesinde gündüz gibi bir gün geçirip söyleşmiş, anılarını anlatarak neşe dolu bir gün geçirmişler, sonra demiş ki ben gezgin olmaya karar verdim, size iyi günler dilerim, güle güle demiş Carcharodon carcharias, büyük beyaz köpek balığı demekmiş, ayı giderken toprağın derinlerinden, kıyı sahillerinden arada dışarı çıkıyor sonra gene dalıyormuş toprağa, bir karınca yuvası görmüş, binlerce karınca, karıncalar gel demiş sana imparatorluğumuzu gezdirelim, krallar, kraliçeler, tutsaklar, orta sınıf, alt sınıf, tefeciler, kapkaççılar, isyankarlar, ayı anladığım kadarıyla insanlar gibi demiş sizin sistem, hayır demiş karıncalar, onların ki bizler gibi ve kraliçeleri sesini yükseltmiş, toprağın altında yeni bir şey yoktur, ayı gene yola düşmüş, diplerin karanlığında bir gezegene düşmüş yolu, yeraltının koridorlarında, sanal yıldızlarla, aylarla, atmosferik yağmurları, güneşi, yıldırımları ve kız alıp vermeleriyle tıpkı bizimki gibi bir gezegen, yoğun nüfusun yaratıkları demiş ki, dünyanın usa sığmaz olmadığını, sıradan bir şey olabileceğini anlasınlar diye kurduk bunu biz, peki demiş ayı, yinelemekten öte bir şey değilse, bu neye yarar, ha demiş yaratık, kendini aynada görmek hiç bir işe yaramaz dünyalılar için, kendilerinin birebir eşini gösterip organif yaşamlarında, ne olup bittiğini anlayacaklar ki gerçekte, bir ders alsınlar, ayı da demiş ki, inanın ders almazlar, o zaman yaratık birden maskesini çıkarmış ve cehennem alevi gibi gözleriyle ayıya bakarak, biz aldık demiş!..
Ayı oracıktan hemen kaçmış, çünkü yer altı gezegeni minicik insanların yaşadığı bir uygarlıkmış ve ayıcık korkmuş nedense ve kendi kendine demiş ki, barbarlıktan kurtulacağımız sanısıyla baş vuracağımız her yenilik, barbarlık kadar kötücüldür bizler için ve gözyaşları dökerek şu dizeleri anımsamış kendi kendine...
'Öldük, ölümden bir şeyler umarak. Bir büyük boşlukta bozuldu büyü. Nasıl hatırlamazsın o türküyü? Gök parçası, dal demeti, kuş tüyü. Alıştığımız bir şeydi yaşamak…'
Araya girip bu dizecikler kimin diye tutturduk inanın, sözünü kestik, yeni okudum dedi, şimdi adını unuttum, Amed uygarlığından birinin, kadim toprakların sesinden bir garibin, kurbanlık İbrahimilerin diyarı, sonra gene masalına döndü, ayı yolda koştururken, bir yer altı gölüne düşmüş, bir bakmış ki, kendisi gibi binlerce ayıcık, balıklar, su kuşları her şey geldiği yeri andırıyor, tıpatıp olduğu gibi, ayıya demişler ki, senin aradığın yer burası, bak tanrıcığın, sana doğru yolu gösterdi, buraya yolun düştü, yazgını sana bağışladı, iki gözünün görmesi için... Başka bir yere gitme, ayı bir kaç günlüğüne denemiş de uygulayımda yer altı denizini ama bütün uğraşların eskil, aynı kavgalar, aynı yineleyişler, aynı serenatların ve haykırışların olduğu bu dünyadan çabucak sıkılmış ve kaçmış oradan, derken tümüyle aydınlık bir yere gelmiş, ışık körlüğü gibi, dışarı çıktım sanmış ayı, hayır demişler burası Eldorado, altın ülkesi, burada her şey altındır, tuttuğun her şey altın olur, hepimizin dilediği kadar altını var ama her şey bir altına dönüştüğü için kimilerimiz açlıktan ölüyorlar ve yeni doğanlar da yaşayabilecekleri sürece yaşayıp, tümüyle mutlu bir yaşam biçiminin içinde zaman kavramını bile yitiriyorlar, ayı bir şeylerin aksadığını anlamış elbette, Ukrayna'nın aşağılarında Lidya tanrılarının masalını bilemez belki ama düşüncenin yolu birdir diye düşünmüş ve oracığı da anileyin terk edip gitmiş, yolunun sonuna doğru geliyormuş ki, bin bir türlü dünyalar, bin bir türlü masallar, bin bir türlü akşamlar, aksiyonlar, atraksiyonlardan sonradır ki bir denize çıkmış yolu, Kerç boğazını aşmış, Kefken yarımadasını, eski Yunan kolonilerinin "yabancılara düşman" anlamına gelen "Axeınos" daha sonraları dost anlamına "Euxenis" adındaki yeri görmüş, bu azgın, yabansı suların adı Karadeniz'miş, 'Kara Deniz!..' adı evreni, o sonsuz plazma yığınını anlatır bir şeymiş gibi değil mi, ayı geldiği yerin, gittiği yerin bir eşi olduğunu anlamakta gecikmemiş ve ey insan yavrusu çocuklarım masalda burada bitmiş deyince ne demek istedin sen büyükanne dedik, demiştik, her zamanki gibi kahkaha attı, bu dedi başı sonu olmayan bir maval sayılır çocuklar, şakacıdır, iki artı iki dört edere alışmışsınız siz, oysa sonsuzluk gibisi var mı, başı ve sonu olmayan sözcükler, ne anlatmak istediği bilinmeyen gevezelikler...
İçimi bir esenlik kaplar gibi olmuştu, yıllar sonra şu şiiri okuduğumda, büyükannemin masalına uygun içremde olduğunu düşünmüştüm ama sözcük denizlerinde kesinlemelerden uzak durmayı da öğrendim zamanla ama göreceğiz, yaşam bizi bize bırakır mı göreceğiz!..
'Bir başka ülkeye, bir başka denize giderim', dedin 'bundan daha iyi bir başka şehir bulunur elbet. Her çabam kaderin olumsuz bir yargısıyla karşı karşıya; -bir ceset gibi- gömülü kalbim. Aklım daha ne kadar kalacak bu çorak ülkede? Yüzümü nereye çevirsem, nereye baksam, kara yıkıntılarını görüyorum ömrümün, boşuna bunca yıl tükettiğim bu ülkede.' Yeni bir ülke bulamazsın, başka bir deniz bulamazsın. Bu şehir arkandan gelecektir. Sen gene aynı sokaklarda dolaşacaksın, aynı mahallede kocayacaksın; aynı evlerde kır düşecek saçlarına. Dönüp dolaşıp bu şehre geleceksin sonunda. Başka bir şey umma- Bineceğin gemi yok, çıkacağın yol yok. Ömrünü nasıl tükettiysen burada, bu köşecikte, öyle tükettin demektir bütün yeryüzünde de.'
12
Tanrının baş edemeyeceği kadar büyük bir evrende yaşıyor olabiliriz diyemiyorum, gereği yok, yaşam periferimizde büyük bir ekonomik kriz çıktı, paranın anlamını, dolaplarını, olağanüstü kuşatıcılığıyla dünyamızı nasıl yönettiğini bir türlü kavrayamıyorum, keman çalmak isterdim ben, tüm hazırlığım onun içindi, keman incelendiğinde daha karmaşık bir beceri ve büyüleyici bir bilinmezliktir belki de, her şey anlaşılmazlıkla yüceliyor ya da kabullenelim olanları ve bu büyük dertten kurtulalım diye düşündüm hep, babam bilir, köyün bilgesi bilir, kilisedeki papaz bilir, eyalet valisi biliyordur, başkent konsorsiyumuna başkanlık edene soralım, politbürodakiler ne işe yarıyor, çar biliyordu geçmişte ve hiç bilinmek istenmiyorsa tanrılar biliyordur.
Bunca hay huyun arasında bir sürü karakoncolos düzgün tavırlı çalışanlar, dürüstçe yaşamı kolaylaştırıp emekleriyle koşturanlar ölüp gidiyor, parayı bulan kişilerde öyledir belki de, bir insan olarak, her an hak edilmemiş bir soluk alıp verişin ağırlığını duyuyorum, sürekli, yapım böyle ve o insanları tanıdıktan sonra, sürekli sıkılıyorum ben yürürken, çalışırken, eğlenirken, gülerken...
Adelhanov vardı, ekonomik kriz işliğinin çökmesine yol açtı, çalışanlarına ücretlerini ödeyemez oldu gözümüzün önünde, kapattı atölyesini, ayakkabı üretiyordu bizlere, yakın bölgelere, dedi ki kriz geçince yine açacağım, daha büyük bir atılımla, kendisi işe girdi bir fabrikada, işçi oldu işverenken, ücretli, ama hiç bir zaman düşlediği ortamı bir daha bulamadı, işçi kaldı hep ve kederinden midir bilmem, alkolü dost edindi, bir gece yatağında ölü bulunduğunda kırk bir yaşındaydı. İşveren olup geriye dönüş yapamayışı değil beni şaşırtan, yaşadığı uçurumlardan atlayamayışı ve yaşama yenik düşmesine üzülüyorum, bunca insan arasında onun ölümü hiç bir anlam ya da yankıya yol açmadı, fısıltıya bile, unutuluyor her şey ve yaşam dirilerin ölümcül yarışıyla sürüp gidiyor, bilim, sanat, ekonomi, sanayi, hepsi bir, aynı ve yaşamsal bir alegori, dinmez bir sızıyla çalkalanan bir tanrısal senfoni, tanrısal ha!..
Her şey göreceli diyorlar, Merkür güneşin önünden geçerken bir nokta gibi görünüyor, onun milyonda biri bir kürecik, bilye gözümüzün önünden geçerken güneşi göremiyoruz, Merkür'ün milyonda birinden küçük bilye Merkür'den büyük o an!.. Göreceli sıfatı sanal şarlatanlığa ve büyüye yol açan bir sahtekarlık mı diyeyim ben, ama gerçek bu, gerçek kutsal ve tanrısalsa, bizde piyonuyuz yaşamın, göreceli bir düstur bunlar, ne yazık ki ay dünyanın kuzenidir ve onun varlığı aşkın ortaya çıkışını sağlayan bir manivelaya dönüşmüştür, her şey saçma geliyor bana, düşünceye düşmanım, düşünerek elde ettiğim sonuç, kendimi yadsımaktan başka bir işe yaramıyor ve sinir krizinin eşiğine yuvarlanan bir cinböne dönüşüyorum artık, anların getirdiğiyle...
Bugün saçmalığın sınırlarıyla ilgileniyorum, Adelhanov için üzülüyorum bunca insan içinde... Galindez Adası'ndaki Vernadsky İstasyonu'nda çalışan bir köylümüz var bizim, böyle konuşmalara kapıldığımızda kalkar giderdi, dünyeviydik biz onun için, gel de işin içinden çık. Acılar çek, olabilir, haksızlığa uğra, önemli değil, orada bilimsel araştırmalara katıl, sonsuz bir ayrıcalığın göklerinde gülümseyerek aşağıya, cehennemin, insani yaşamın katmanlarını izle ve bütün başıbozukluklarda değişmezlikle sürüp gitsin. Sen bunlara olgunlukla, kayıtsızlıkla, sakınmasızca göz yumanlardan ol ve sonuçta bir yıldızın yerini bul, bir virüsün adını koy, kuduzun aşısı şu çiçektir de, iyi de bir şey değişmiyor ki, mağaradan, taş binalara, trampa ve takastan, soğuk koridorlara evrilmek, modernleşmek ve çağın tabularını yıkarak ilerlemek mi yaşam, sonsuz karanlığın parıldayan ışıltıları arasında, yıldız tozları arasında geleceğimizi okumaya kalkışarak, Adelhanov'un yazgısını, yaşamın cilveleri içinde saymak bana mantıklı gelmiyor, kendimi acılar içinde kıvranmaktan kurtaramıyorum... Kendini bilimsel çalışmalara adayan köylümüz, köylülerin her türden konuşmasına gülümsüyor, öbür dünya dilerim vardır, onun başına neler geleceğini merak ediyorum, suçun büyüğü onda ve asıl günahkar o demek istemiyorum, tanrının tavrı ve davranışının, ilahi yargı ve yöntemlerin nelere değer verip, hangi açımlarla hareket edeceğini ölesiye merak ediyorum, bizlere paralel yargılar ve sonsuzluğun içinde insanın bakış açıları ve hiperbolleriyle sürüp giden bir düzlüğün içinde koşturup duracaksak biz, yazık diyorum, yazık tanrıya, yaratılmışlara, dünyanın girinti ve çıkıntılarında sürüp giden bedenlerimizin karıncalanmalarına diyebiliyorum. Ne bilebilirim ki başka, bir yinelemeyim ben...
Bitkinlik benim için sağaltımın baş tacıdır, sürgit karagül yetiştiriyorum ruhumda, melankoli değil bu, hiç bir yerde olmayan bir şey, içimizde yetişiyor yalnızca ve kimsenin derinlerde söz etmediği bir şey, düşüncenin kara tapınağında, paylaşılıyor ama görünmüyor, herkesin anlayabileceği bir şey ama yine de sezilmiyor ve sezilmeyecek, günü gelene dek demem, kendimle çelişmem olurdu, göğün baskısıyla yaşamaktan yakınmayı bırakmalıyız o zaman diyenler çıkabilir, bir düşünce, evrenin dolambaçlarında onu kullanmak ve evreni değiştirmek için bize bağışlanıyor olamaz, bu korkunç bir ayrıcalık, aşırı bir put severlik olurdu, dilsel bağnazlık.
Çünkü bütün sorunlar içimizde bizim, damarlarımız özgür olabilmek adına kanıyor, dur duraksız bir çıyan, bir yılan gibi kıvranıyor ruhumuz, olanaksız bir tümden gelimde paramparçayız, salt karnımız toksa değil, her an her yerde, canhıraş arzularla dolu bir açlığın pençesinde kıvranıyoruz, benliğimizi tüm kozmostan sakınıyoruz üstelik, iyiletim yetmiyor mu bize, total algı olası mı, bireyden ya da birey birliklerinden tanrılarımız olsun. Situastyonistçe kampanyalar boy göstersin ağıllarda, bir şey bitmeden bir diğeri başlayamaz diyebiliyorum yalnızca, belki de her şeyin gerçeğini sürekli çelişmekte görüyorum ben, bu anlakta sınırsız bir şiddete ulaştığında her şeyin çözüleceğini göreceğiz, kıyameti...
Urufi, Şam Denizi'ni dünyanın sorun yumağı olarak görmüş hep, peygamberler yatağı topraklar hepimizin stres topu olmuş diyor Kırımlı bir tatar, trende konuşmuştuk, bir karışlık derinliğiyle, sığ Azak Denizi'nin uzağından çepeçevre geçip giderken, pi sayısı, çemberin çevresinin çapına oranıdır demiştim birden bir delilikle, uzunca bakıp güldü bana, orbital yani elektron bulutları kimliğini, kişiliğini değiştirince, beyin sapımız sinapslarını değiştirerek, düşünsel yörüngemiz kökünden değişecek ve sonsuz barış kendiliğinden gelecek dedim, demiştim; ama ben göremeyeceğim dedi, çocukların görecek dedim, çocuğum yok benim dedi, işte bu olmaz dedim, adam çok kızdı; günahlarımızı çoğaltmak için yaşadığımızı bilmiyor musun sen diye bağırdı, uzun süre sustum, sonra yavaşça kapitalizm tanrının bize layık gördüğü tek sistem, başlangıçtan beri o var gerçekte, adını, sanını, kimliğini değiştirmeye kalkışmak hiç bir şeyi değiştirmiyor, komünal toplum, liberalizm, kıtanın toplama kamplarındaki faşizan kabileler, oligarşik localar, demokratör dernekler, birbirine sokulan, tek yumruk karınca öbekleri, haktanır alım satım birlikleri, her tür dirlik düzenlik Medicileri, kapitalizmin versiyonları...
Mutlu aşk yoktur gibi geliyor bana ne yazık ki dedim, işte bu doğru, alkışı hak ettin diyerek avuçlarını şaklattı, içtenlikle yaptı sanırım. Bütün dünya, hepimiz, kapitalist bir kaygıyla, dürtüyle, özlemle yaşıyoruz ve düşüncede varsayımlar, varyantlar, çeşitli varyasyonlar üretmeye kalkışarak, bir umar arayışına girer gibi, bir kurtuluşu özler gibi, utancımızı gizliyor ve zamanlar boyunca arsızca avunuyoruz sürekli, hepimiz iç dünyasında egoizmin çılgınlıklarına baş vurmanın özlemiyle yanıyor, içinde bulunduğumuz vandalist düzen ne verdiyse onunla yetiniyor, para, ölüm, kötürüm bir aşk, beşgen çokluk -aile-, dırdır, makam, dışlanmışlık, lotaryanın içinde her şey var ve payımıza düşen yazgımızın oyuncağı olmamız için çalan bir zilden başka bir şey değil, oyuncağınla avun dur yani, paranın azlığı pahalılığı doğuruyor, çokluğu körüklüyor, denge bir yıldız gibi parlayıp geçip gitmekte, sonra kıyamet, apokalips, peri ve periferi masalı, Lethe, druit ve komşuların Kalevala destanına gömül ve her şeyi unut ve yeniden başla ha diyerek sözü uzattım. Tatar durdu ve pencereden dışarı baktı uzunca, sonra döndü ve sen iyi bir insansın aslında dedi, altta kalmadı ve şaşırtıcılıkla prehistorik çağlar bu, kapitalizmin sonu geldiğinde onunla birlikte yok olup gideceğiz biz, tanrının düzeni bu ve o dizginleri elinde tutmak, insanlığı kuşatmanın, bir yolunu bulup sonsuzca hükmedebilmek için bu düzeneği kurgulamış inan ki, tanrının işi bu diyerek, pencereden dışarı bakmayı sürdürdü ama dedim unutmadan, iyi insan; -acımasız olma sırası bana gelmişti-, iyi insan dedim, güçlükle duyulurcasına, İsa gibi dedim, bir çarmıha gerilerek, onun damlayan kanı altında, bizim göz yaşı döktüğümüz Habil'in tilmizidir ve anlayıp anlamayacağını bilmeden şu şiiri okudum ona, şiir okumayı çok severim ben, anlamaz dedim, çünkü konuştuğu dille zor bela anlaşıyorduk onunla...
'Çarmıha gerildim. Haçım, çivilerim var. O kâseden sundular, içmedim. Özümü kilitledim. Düzen kuruldu. Bir mite çevirdiler. Canımı acıttılar, yaktılar. Tamuya döndüm... Ben övülmüşüm ve mutluyum, zaman acılarını verdi. Olanları, olmuşu sineye çektim, ben seçilmişim... Evren kutsanmış, tözü, tartımı, belli. Sevinçler aşağılayıcı. Haklıyım, yaralıyım, yoksulların tansığıyım. İlâhları, sözcüklerle kargışlarla yıldıranım. Ben ozanım.'
Bütün yalvaçlar ozandır dedim sonra, kitapsızlarda dedim. Güldü bir kere daha, sözü nereye getirmek istediğimden kuşkulandı sanırım. Oysa bütün şiirlerde bir melankoli ve yitirilmişlik duygusu görüyorum ben ve onun için seviyorum şiiri. Konuşmayı sürdürdüm, kapitalizm dedim, tanrının ipine bağlı su kovası gibidir, ip boşlukta döndükçe burgaçlanır ve giderek dönüşü hızlanır, kovada dönmeye başlar kaçınılmazlıkla, sonra suda döner içinde ve bir girdap oluşur kova dediğimiz dünyanın içinde, anlaşılmaz bir hızla savrulur her şey, ipi koparsanız kova düşer ve su dökülür, daha kötü, dönüşü durdurmanız olası değil, ipin ucu yukarda çünkü, kovayı çekip alsanız su günün birinde biter, daha kötü, öyleyse ip burguyla dönecek, kova coşacak, su bir girdaba dönüşüp, kimilerini ıslatarak, serinletip, yaşam sevincine boğacak, ilkel ama düstur bu, çözüm, artezyeni bulmakta, henüz bizim kovayı bile tanıdığımız söylenemez ama!.. Utanmadım bir şiir daha okudum ona, cebimde taşıdığım not defterimden, kısacık, şaşırdı ikide bir şiir okumama, deli diye düşünmüş müdür acaba, ama sıkılmadan dinledi ve bittiğinde gene gülümsemişti...
‘Kapalı bir odadayım, boş, bomboş. Bunu neye söylüyorum ki. Kapalı bir odadayım... Duvarlar… Renk bile belli değil ki. Kapalı bir oda; Karanlık olur. Duvarlar renkte vermez. Kapalı bir oda; Karanlıkta olmaz ki. Kapalı bir oda; Aydınlığa açılmaz ki. Karanlık olsun. Bilsin karanlığı… Kapalı bir odadayım. Boş, bomboş. Bir hiçim ben burada. Bunu neye söylüyorum ki... Kapalı bir oda; Hiçliği tanımaz ki…’
O günler Adelhanov gibi bir paranoya içindeydim ben.
13
Köyde attan düşerek biri öldü, karşı köydeki yakınlarına, eşinin ısrarıyla çocukların büyükannesinin yatalak olduğunu haber vermeye gidiyormuş, ata binmiş ki çabuk gidip gidebilsin, bir köprü var, altından küçük bir çay geçiyor, suyun yoğun olduğu yere yapmışlar köprüyü, çok gerilerde bir obruk ve onun ilerisinde yamacın başında bir 'Arsenal' -silah deposu- var, büyük savaştan kalma silahların, ölmüşler gibi, kara birer hayalete dönüştüğü bir enkaz, sırıtıp duruyorlar, su obruğun olduğu yerden yüzeye çıkıyor, dağdan gelen şırıltılarla kuvvetlenerek akıyor, çağlayan gibi, köprüyü suyun coşkuyla aktığı yere yapmışlar, köprüden geçerken olur ya, at suyun sesinden ürkmüş, binicisini üzerinden atmış diyorlar, olacağı varmış, ama atın ürktüğü filan yok sanırım, söylentiler çeşitli, köyün varsıllarından, dul Alena, sabah serinliğinde, verandadan ovayı izliyormuş, köprüde görüş alanının içindeymiş, diyor ki sabah çiğ olur, köprünün mermer taşları kayganlaşır, atın nalları da, taş toprakta koştururken doğallıkla kayganlaşmış olabilir, iki kaygan şey bir arada elbette, at düşer gibi oldu, toparlandı ve hızlandı demeye kalmadan Sergey dengesini kaybedip uçmuştu bile, gözümle gördümse de sis vardı, tam olarak ne olduğunu anlayamadım ben, köprü dar biraz, atın ayağı taş yolun orantısız döşemelerinde sekmişte olabilir.
Alena son derece mantıklı gerekçe üretmişti ama bütün köy onun kocasını zehirleyerek öldürdüğüne dair bir düşünceyi paylaşıyordu, bu konuda ayrıksı bir düşünce ne yazık ki yok ama olağan kadın düşmanlığı diyorum ben buna, fobik bir sendrom!..
Sergey'in ölümü gibi olaylarda söylenti sınırsızdır artık, ata tam köprü üstünde kırbaç vurmuş diyor biri, ata kırbaç vurma devrinin kapandığını, köyde tek bir kırbaç bile bulunmadığını söyleseler de inanan yok, efendim Sergey'in tavan arasında, dana penisinden yapılma, son derece gösterişli, antik değeri yüksek bir kırbacı bulunurmuş, o gün hızlı gidebilmek için yanına almış filan, ama ölüm konusunda çokça marjinal, inanılır olmayan olasılıklar içinde yer aldı bu öngörü, kırbacın günümüzde artık bulunmayışı, aksine düşünenlerin görüşlerini kuvvetlendiriyordu ama suya kapılıp giden bir şey mi arıyorsunuz avanaklar diyene, verecek bir yanıtta bulamıyorlardı, başka bir görüşe göre, at ardına düşen bir köpekten ürkmüş, havlayarak peşine takılan bir şeyden kaçmak adına, içgüdüyle tırıstan rahvana geçen at, taş köprünün döşemesi eğreti devintisinde dengesini yitirince, Sergey savrulmuş doğallıkla, ama karayazısı, günübirlik olayı trajediye çevirmekte bir kez karar vermiş, Zeus'u onun son soluğunu vereceği an için, o sabahı seçmiş ne yazık ki, düşmüş adam ve köprünün alçak korkuluklarından kolaylıkla aşağıya uçmuş, ansızın gelen felakete uluruhlar bile önlem alamaz diyorlar, ama ne olmuş, nasıl olmuş tam bir karara varamıyorlar bir türlü, başka bir görüşe göreyse Sergey'in ailesinde, genlerinden gelen bir sara -epilepsi- sayrılığı varmış, köprü üstünde ansızın nöbete yakalanan adam acayip biçimde sallanıp, eyerin orasına burasına, olmadık biçimde tutunmaya çalışınca, at ürkmüş ve onu sırtından atmış, olacak bu ya, düşerken üzengilere ayağı takılan Sergey, elleri de dizginlere kenetlenince, görgü tanıklarına göre, bayılmış artık ve bir süre sürüklenerek, köprüden aşağıya uçuvermiş, bu görüşün mantıksız ve belleğe aykırı gelen yanı, bunu uyduranın Sergey'in hısımı, yakını dahi değil, köye yeni yerleşen bir göçmenin oluşuydu, adam bir olay olsun da, düşünceleri hayal dünyasında at koştursun isteyen felaket tellalları gibiydi, at durup dururken huysuzlanmış ve o gün bilerek adamı üstünden atmış diyen, at sineği tebelleş olmuştur diye araya giren, eşek arısı sokmuştur atı diye söylenen veya illaki kendi görüşü kabul görsün diye direterek, saçmalığın sınırlarında gezinen insanlar türemişti artık.
İnsanlar ölümün gerçekliğine değil, kendi görüşlerinin ölümün üzerine bir kefen gibi geçmesine çabalıyordu anladığım kadarıyla, yaşamın cilveleri ölümle alay ediyordu artık ve insanların olayla ilgilendiği filan yoktu inanın, üstüne üstlük biride var ki şöyle diyordu, atla sabah yola çıkacağını bilen komşusu, gizlice Sergey'e o gün tuzak kurdu ve atın önüne bolca 'Merkep acuru' koydu, sabaha kadar otlardan yiyen at, doğallıkla delirdi ve beklendiği gibi sahibini üstünden devirdi, Sergey'in olmazsa olmazı olan şey, köprüden düşerek ölmüş olmasının, olanaksız bir düş olarak hiç bir zaman umulmayışıydı, ama yaşam domino taşı gibidir, biri yerinden oynar oynamaz, diğerleri büyük bir ustalıkla ona ayak uydurur ve her şey bir düzenek gibi işleyerek beklenen gerçekleşir artık, yaşamın göksel matematiğinde yarım kalan bir söylence, mitik bir gök yazıtı bulamazsınız, olması gereken olmuştur ve olması gerektiği gibi olmuştur her zaman!..
Olansa Sergey'e oldu artık, ha at adamı üstünden atmış, ha adam ata durduk yerde kırbaç vurmuş, ha atın ayağı kayıp sendelemiş, ha adamın sarası varmış ve bayılıp düşmüş ne fark eder ki, sonuçta bir karışlık çaya yuvarlanmış işte, bir yeri kırılmış olmalı ki, kıyıya yüzmeye çalıştığı halde tam ulaşacakken gücünü yitirmiş ve yüzükoyun kapaklanıp kalmış; dünyaya sırtını dönmüş, küskün bir melek gibi, hiç bir zaman şeytanın oyunlarına uymaya yeltenmemiş, hiç bir zaman hak yememiş, hiç bir zaman kalp kırmamış ve ne yazık ki en ağır cezalardan birini, en beklenmedik anda görmüş. Hiç beis yok bunda, Sergey ne yapabilirdi ki!..
Ölmüş adam, çok dramatik, tam kurtulacağı anda, en kılı kırk yaran bir noktada, sanki sıratın ortasında kalakalmış, yazık sessizce ağlaşıyorlar artık, yüz yıldır köyün üzerini örümcek ağları sarmış sanki de bilmiyormuşuz, hafifçe kaldırdığınızda bir vızıltı sesi de var, bir inleyiş, kulak verdiğinde ancak duyulabiliyor, bu vızıltı ne zamana kadar sürer ve ne zaman geçer bilinmiyor yazık ki, çünkü içten içe sızlıyor o kalpler, görünmüyor, duyulmuyor, elle tutulmuyor, akmıyor, kokmuyor, bulaşmıyor ama var. Bir tanrı gibi!..
Hıçkırıyorlar canciğer bir içtenlikle, içten içe, boy bile verilmeyen bir derinlikte ölüp kalmak, ne denli acı, öyle söylüyor karısı, ağzını açarak bakıyor, paytak paytak yürüyen çocukları, acıların birbirinden ne kadar farkı ya da ayrıcalığı var ki, sevinçlerin birbirinden farkı yok gibi geliyor sanki bize, oysa asıl acıların birbirinden farkı olamaz diye düşünüyorum, kötücül bir şeyin iyisi, kötünün kötüsü, en kötüsü, eh diyerek katlanılırı, dozajı makul, etkisi mayhoş, açıkça köpürerek, kekre ve küspe gibi olanı olabilir mi ki, neyse, Sergey öldü artık, genç sayılabilecek ve yaşam sevinciyle dolu biriydi, attan düştü ve öldü, köprüden uçtu öldü, saradan öldü, bir çift koldan kısa kırbaçtan öldü, şu vefasız attan öldü, büyükannelerinin yatalak olmasından öldü, bir haberi uçurayım derken öldü, parasızlıktan öldü, midibüse binmeyi düşünemediğinden öldü, köylü olduğundan öldü, umursuz karısı yüzünden öldü, çoluk çocuğu uğruna öldü, tümü bir yana tanrı istediği için öldü Sergey, yaşamdan tiksiniyordu o, kimsecikler bilmiyor, onun için öldü!..
Hiç göz yaşı dökmeyin, boş yere üzülmeyin, Sergey evrenin yasalarına uyduğu için öldü. Sonsuz bir dinlenceye çekildi, iyide oldu. Hain su fısıltılarla akıyor şimdi, konuşuyor mu ki!..
Sergey'in ağzından dolup boşalan suları bende gördüm, küçücük suyun bir cehennem olabileceğini düşünemezdim, ölüm sonsuz olasılıklar taşıyor ve hiç bir ölüm, ötekine benzemiyor inanın, ayak aralarında sıkışan su, birikip doluştuğu yerden kurtulunca, neden birden hızlanıyor ki, bir türlü anlayamadım, at yukardan şaşkın şaşkın aşağıya bakıyordu, Sergey'ine, boynunu eğerek huysuzlanıyordu arada bir, seğiriyordu eti, sinekleniyor derdik biz hayvanların bu tuhaf durumuna, ikide bir kuyruk sallayarak kıpırdanışına, ne manzara tanrım, yeryüzü denilen yer bu, gerçek dünya işte yalnızca bu!..
At aşağıya, ölüsüne bakıyor, bir canlının sahibine, bir zamanlar efendisi olan Sergey'ine, bir canlının efendisi, neden başka bir canlı olabilir ki, doğru mu bu, hak mı bu, neden böyle bu, acizliğimizden, yetersizliğimizden, bir umar üretemeyecek denli ilkel oluşumuzdan mı... Şanımızdan mı, madalyaların, derecelerin, övgülerin, hamasetlerin, havaya fırlayan keplerin, brövelerin, mastikaların, rebetikoların, surelerin, ayetlerin, armağanların ve katmer katmer hıçkırıp, haykıranların, güç, şan ve şöhret bezirganlarının süslediği bir dünyada yaşayışımızdan mı!..
Su kıpırdamadan, sağa sola taşmadan, yolunu şaşırmadan akıyor, durmadan akıyor, durmadan... Belleği var mı bunun... Tüm insanlar ölüdür şu dünyada, yaşayan yalnızca su, akıyor su, sürekliliğine şükrediyorum onun, ve huşuyla kargışlıyorum onu, ilençliyorum, lanetliyorum ve ardı sıra düşlüyorum bütün bunları ve karabasanlarla uyanıyorum...
Sergey'in ailesi olaydan sonra, düşistan İstanbul'a göçtü dediler, yıllar sonra duymuştum, gerçekte yurt değiştiren o eski Sergeyler değildi biliyorum, ama antik çağdan kalıt, Bizans'dan yadigar, Osmanlı'dan sürüp gelen, kadim bir şehir sanırlarmış İstanbul'u, bir keresinde karısıyla karşılaştım Sergey'in, yüzündeki çizgiler yıllarca süren bir savaştan çıkmış gibiydi, kadın mı bu dedim içimden, sesi kalınlaşmış, yürüyüşü sert bir zemine basar gibi kararlı, içgüdüsel bir korkaklığın eşliğinde, ağzından yuvarlanan sözcükler, zorlu bir ilacı yuttuğumuz anı duyumsatırcasına hırıltılı ve ürkütücüydü.
Dedi ki Sergey'in karısı, Konstantin için, yerli yersiz bir sürü gökdelenden başka bir yer değil orası, o kent, gökdelen derken de tam dili dönmüyordu nedense, acıyla gülümsedim, yanımdakiler kendini tutamadı güldü, laf kalabalığında hangi konudan söz ediyordu onu bile anlayamamıştım oysa, ben dedi o gün, Sergey'in gitmesi için ısrar ettim evet, çocukların büyükannesi de yatalak olduğu halde kızgınlıkla bağırmıştı bana, aşağılamıştı beni, kızım ısrar edip durma diye... Babalığım imdadıma yetişmişti ama, kes sesini be dedi analığıma, birbirinizi aşağılayıp durmayın ikide bir, dünyanın yarısı kadın bilmiyor musunuz, öteki yarısı da onlardan doğma, diyesim hepimiz biriz, aynıyız hepimiz!.. Ama şunu öğrendim yaşamda, karşı cinslerin birbirleri için söylediği her şey, hiç bir övgü, tanıma ya da kutsama, gerçekliğin hiç bir zaman yerini almıyor şu dünyada...
Yüzyıllardır tanrılarımız sanal değil mi bizim, tapınak kültü, uzay çağında da peşimizi bırakmıyor, ilkellikten, yaşamın zorbalığından, bir solucan gibi oluşumuzdan bir türlü kurtulamadığımız için mi, Sergey ölüp gidiyor, aşağı Dinyeper ırmağının, sağ yakasındaki mezarlıkta uyuyor şimdi... Ölümden çok etkileniyorum ben, doğal sayılmalı bu, ölüm ve öldürme bir dünyayı yok etmekle eş, düşünüldüğünde üzücü ve derin bir konu, bisikletli Maria gibi sonsuza dek yaşam dolu olmanın yollarını bulamadığımız sürece, dinmez bir keder ve sürgit bir melankolinin tutsağı olmamız kaçınılmaz... Olsun diyebilirim de, bisikletli Maria'nın uzaktan yakını olan Sergey'in bedeni de çürüyüp dursun derinde ha, öyle mi, toz olup dağılsın ve sonunda bir dünya olsun ve onu çiğneyerek yaşayıp duralım ne yazık ki ve acıları bir türlü dinmek bilmesin onun, ruhunu çiğneyip duralım ve Slav ruhu inleyip dursun toprağın altında sonsuza dek ha!..
Neyse, şu sıralar göl kuşları yavrulamaya başladı, sesleri seslere karışıyor geceleri, yumurtalarından çıktı yavrular, minicikler ve aralarında çok iyi anlaşıyorlar, hepsinin iki yavrusu var, tanrının düşleyip, kesinlediği bir kuşlar yasası vardır sanıyorum, korkunç seslerle aralarında konuşup duruyorlar, Naamalı Sofar'ın Eyüp'e dediği gibi, yalnızca paranın ve tanrının arkadaşı olamaz!.. Ne ki bir kuşun şu yaşamda kesin bir can dostu var, gözlemleyebiliyorum bunu, diğer tüm canlıların, hem annesi, hem babası, kardeşleri, dostları ve arkadaşları var. Bilemem, yalnızca insanın dostu yok belki de şu dünyada, inanın, yalnızca insanın...
Ve şimdi 'ölüm kemik bir kahkaha gibi salladı sarı mendilini', bizler belki de, sürekli bir telaş içinde, yaşamı arzulamanın ve tanrıyla yarışmanın gemi azıya alan coşkusunda, hiç bir şeyi göremiyor, hiç bir şeyi duyamıyor ve hiç bir şeyi anlayamıyoruz. Israrlarla yola düşüyor, felaketlerle sarsılıyor, rüzgarın önünde koşarak ve hep başladığımız yere dönerek, sürekli tanrıları yadsıyor ve sürekli tapınıyor, sürekli savruluyor ve kısır bir döngünün içinde dönüp durarak, bilisizlik ve umarsızlığın, sonsuz karanlığın ve ışıltılı körlüğün saltanatında, kendi kendimize armağan ettiğimiz, bağışladığımız savlarla, kesinlemelerle, -demiri bile- delik deşik eden rüzgarlarla avunup duruyoruz.
14
Çocukluk çağlarından söz ediyorum tabi ki, keman çalmak, kemancı olmak, besteler yapmak, düşleyip istiyordum evet, kemani ya da kemankeş anlamında belirteçler var, yaylı çalgılar üzerine çalışmak istiyorum dersem yeterli bence, kemanın gıcırtısı, kulakları tırmalayan çıldırtıcı veya insanların beyninde bir uyarı gibi çınlayan irkiltici, tiz sesi başımı döndürüyor, ne var bu yaşamda ne var, kemanın inip çıkan, pes sesinin ruhları sakinleştiren ve tiz sesinin kalpleri çaresiz bırakan, tanrının ya da yaratılmışlarının inleyen, hayatın ve ölümün baskıları altında çığlıklarını, haykırış ve canhıraş feryatlarını acımasızca, umarsızca, pişmanlıkla bir öze indirgeyen, can alıcı, kahreden, insanları ölümcül uçurumların eşiğinde, hiçliğin eşliğinde, uyuşturan, uyutan, bayıltan ve ayıltan, gözleri fal taşı gibi açıp, elleri ve dilleri imansızca baştan çıkaran, şu keman sesinden başka...
Keman sesinde, kısacık tellerin iniltisinde, yaşamın her şeyini görüyorum ben, yaşamı tüm çıplaklığıyla gözler önüne seriyor o, onda tüm gereksizlikler, umarsızlığın pençesinde inleyen tüm çırpınışlar, görkemle insanlığı yerin dibine sokup, batıran tüm emeklerimizin, çabalarımızın toplamı, kutsal bildiğimiz tüm aldanışların feryadı, günah ya da gazaplarımızın izdüşümünde hepimizi şaşkınlıkla, yaşamdan ansızın kopmanın, elveda bile diyemeden ayrılmanın ya da bir bungunun burgaçlarında, günün birinde yaşam güneşinin şu ya da bu biçimde batışıyla, erken bunamanın koridorlarında karanlığa iman eden veya aydınlığın aldatıcılığında bilinir ve yüzyılların süzgecinden geçmişçesine bağlandığımız illüzyonlara sarılarak ömrünü, yılları, mevsimleri, saatleri, dakikaları ve geçip giden şimdiki zamanların boyunduruğunda, her şeyi özetleyen keman sesine sevdalıyım ben ve neden böyle şimdi, şu an, bu loş otel odasında, hem enginlikle gülümsüyor ve neden göz yaşlarımı tutamıyor, engelleyemediğim sarsılışlarla, gürültülerle ağlıyorum...
Köyde büyük bir kültür merkezimiz vardı, büyükçe bir de kütüphane, bir gelenektir bunlar bizde, edebiyat, sanat; bilim ve endüstrinin meleksi yanlarıdır, onlar süslemezse yaşamın mekanik yanlarını, eylemle dolu hezeyanlarını, yaşamın hiç bir tadı kalmaz, yaşam tek başına bir şiirin dile gelişiyse, evrende, tüm kozmos, bir estetiğin tuvale yansımasıdır.
Tanrının düşüncesinin, evrene ve tüm kozmosa yayılışıdır görüp yaşadıklarımız, evren kusurlu mudur evet, dünya aksıyor mudur evet, tanrı çabalıyor mudur evet, öyleyse bizde katılmalıyız bu altının arayışına, bu yıldızlarla süslü fener alayına bizde omuz vermeliyiz, kendimizi aşamadığımızı biliyorum, ölüm ve öldürüm kederlendiriyor ve umarsızlığa sürüklüyor bizi evet, ama umudumuzu yitirmemiz tanrıyı yadsımamızla eşdeğer bir şey...
Tanrıyı abartmamalıyız, o bizim kardeşimiz, çabaları bazen boşa çıkıyor biliyorum, yönlendirmeleri veya onu yönlendirmelerimiz, yıkıntılar arasında ilahiye dönüşebiliyor, onu da biliyorum, ama evren sonsuz, kozmos sınırsız ve dünya baş edilmezlikle hırçınlaşan, yaramaz ve şımarık bir çocuk belki de, yediğini kusuyor olabilir, içtiğini döküyordur belki de, ama tanrı sabırla, dayanıklılıkla, katlanılır bir özveri ve belki de göze alınmayacak bir cesaret ve çalışkanlıkla, aşkla ve bir sonsuzlukla yaratımları üzerinde, sürekli dokuncalarıyla düzeltimde bulunuyor, tekrar deniyor, gözlemliyor, tekrar yaşama, evrenin içlerinde sürüp giden bir arayışın içine doğru sunuyor bizi ve tekrar onarımlara yönelip, hatayı nerede ve neden yaptığını anlamak istiyordur belki de, onu anladığımızda, kendimizi de anlayacağız ve gerçek yaşama, olması gerekene, eylemin bir görecelilikten çıkıp, mutlanla dolu, katlanılır ve kutsal bir döngüsüne kavuşabileceğizdir belki de, yaşam biçimimizi kökten değiştirmek gibi bir şey bu, olanaksız değil, ama önce tanrıyı anlayabilmeliyiz ve kuşkularımızı bir tarafa bırakarak, onun bir tür varlık olduğunu ve bizimle yan yana gökadaların, meteorların, yıldızların ve sonsuz karanlığın ışıltılarında, bizimle birlikte koşturduğunu kabul etmeli ve barış sözcüğünü lügatlerimizden çıkarmalıyız.
Çünkü, o bizim en büyük ayıbımız, kaybımız, nasıl olabilir, nasıl olabilir ki, böyle bir şeyin, utanması, sözü edilmesi hepimizin yüzümüzü kızartan başarısızlığımızın, tanrının varlığının ve insanın umarsızlığının, dilimize, dinimize, elimize, gözümüze ve benliğimize yansımasıdır bu yüz kızartan ve bizi sonsuzca aşağılayan, bu pasifist sözcük, neden sığınıyoruz buna, neyimiz aksıyor ki utanmadan, sıkılmadan, arlanmadan yineleyip duruyoruz onu, biz insan olamadık mı, başaramadık mı, tanrının yanında, meleklerin katında, sessizce, güvençle, gururla, sevgiyle, aşkla, tanrısal bir varlığın alın teri olmayı!..
Barış sözcüğünden iğreniyorum ben, bir sorun var demek ki, birbirine benzeyen ve sorunlarının tümünü paylaşan ve sonsuzlukla bilebilen bir yaratık, neden barış der ve neden barış demek zorunda kalıp, kanın ve şiddetin bir türevi gibi, kuduzcul bir aşağılamanın kefesinde salınırken, düşeceğim, öleceğim, öldürüleceğim korkusuyla titrer ki gökyüzünün katlarına gözünü çevirmişken...
Barış sözcüğünü unutursak, savaş sözcüğünü anımsayamayız, savaşmayız, savaşamayız, çünkü savaşırken, onun ertesinde türeyen barış sözcüğünün uğruna savaşıyoruz biz, öyle sanıyoruz, barış korkusu yüzünden savaşıyoruz, anlatımı, anlaşılması son derece güç biliyorum, ama şunu söylüyorum, yaşamak için barışa gereksinim duyacak olsaydı yaratılmışlar, tüm varlıklar ve insan soyunun primatları, tanrının çocukları, hiç bir şey yaratılamazdı, yaratılma gereği duyulmazdı...
Başlangıçta böyle bir kaygı yoktu, ama düş kıran eylem, öldürücü problem, ortaya konan yapıt da, hesaplanamaz, baş edilmez bir hatanın oluştuğunu görmekti ne yazık ki, evrenin saat diliminde, bir kaç dakikayı aşamayan varlıklarız biz henüz, bu korkunç bir acı ve hepimizi üzen, umarsız bırakan ve kendimize yönelen bir şiddetin, elektriksel kontağın sendromlarından, hepimizi talan eden, yağmacı, yıkıcı yangınlarından kurtulacağız biz.
Çok yakında o, çok yakında, bir elin dokunuşu kadar yakında, da Vinci'nin tablosunda o giz var, dokunuş gerçekleştiğinde ve bağlantı onulmaz bir kutsallıkla, coşkuyla, mutlulukla, görkemli bir şaşırtıda yeniden kurulduğunda, o sonsuz, büyüleyen gerçeği görecek ve tansığın cennetini dünyamıza getireceğiz biz...
Büyük sorun bu değil, büyük sorun, kozmosun var oluş ve evrenin yaratılış sıkıntılarından, utancından ve keder veren yanılgısı, yanılsamalarından tümümüz kurtulduğunda; o büyük güne, saate ve hepimizi takdis eden o ana ulaşabildiğimizde, o zaman ilk kez gülümseyecek ve ilk kez özleyebileceğiz o şeyi, tanrısal aşkın, incinmezliğin, dokunulmazlığın ve kutsal enerjinin yayılışında, büyücül, bizi sarhoş eden ışıkların salınışında, gülümseyeceğiz ve yaşamı hak ettiğimizi, tanrının ve evrenin içinde bir pay sahibi olabileceğimizi, çiçeğin sessizce açılışında, bereketin olağanüstü güzellikte nasılda yayılabildiğini görecek ve göz yaşlarımız yeni bir evrenin müjdesi, mayası ve kutsal bir ayet gibi yeryüzünden, gökyüzüne yükselişine doğru, bir ışık cennetinin göz kamaştıran dağılışı gibi ürpertiyle, huşuyla, kutsallıkla, tansıkla, tanıklıkla ve inancın kederli varlıklarını bir anne kucağı gibi sarıp sarmalayışında, bir ah edecek ve şiddet, açlık ve acılar, sözcüklerden duyduğumuz utanç ve bizi cehennemin dibine layık gören tanıklıklar, ağzımızdan bir har gibi çıkacak ve evrenin yokluk, hiçlik ve sonsuzluklarına, bir daha geri gelmemek üzere karıştığında, evreni yeniden kuracak, insan yeniden doğacak ve tanrıyı günahlarından, pişmanlıklarından ve sonsuz acılarından kurtaracağız, insan olacağız!..
Sorun işte bu, bunu başarabilecek miyiz, bunu görebilecek miyiz, kim olduğumuzu bile artık bilecek miyiz!.. Tanrım bana yardımcı ol; sana yardımcı olacağım!.. İşte biricik özlem bu, biricik söylem bu!..
Gecenin karanlığında, başımızı eğdiğimiz yeryüzünden, solup gitmekte olan yıldızlara doğru kaldırdığımızda, umarsızlık, bir utanç ve bıkkınlıkla, özlediğimiz şey nedir ki diye yine sorabiliriz, insanı özlüyoruz, insan, yani kendimizi... Ama çok acı bu demekten kendimi alamıyorum ben, çok acı, çünkü görüyorum dokunamıyorum, seviyorum sarılamıyorum, anlıyorum ama tümellikle söyleyemiyor, bir türlü dile getiremiyorum...
Bir türlü dile getiremediğim bir şey var benim, dilimin ucunda, dönecek, birden çıkacak ağzımdan ve bütün giz ortaya dökülecek ama; henüz zaman var, henüz sırası gelmedi demekten başka elimden bir şey gelmiyor, bir şey var, saltıklıkla elimizde olmayan, belki bir gün ufka bakacak ve hep birlikte haykıracağız; işte yaşam başlıyor çok şükür!..
Umut sözcüğünü rafa kaldırın, barışı unutun ve savaşı anımsayabilen atalarımızdan, günahsız kabilelerimizden hiç bir yaratılmış kalmasın, ne mutlu bize ve ne mutlu, evrenin sabrına, gücüne ve sonsuz akışındaki, kışkırtan ve hepimizi şaşkınlığa boğan, inandıran ve sarıp sarmalayan gülüşüne ve tanrının ve kardeşlerinin, o uçsuz bucaksız cenneti ve sonsuz ıtırları, serin sabahları, ılık rüzgarları güneşin ayaklarına ve yaşayanların kollarına bırakan, o bitimsiz, sınırsız gülümseyişine!..
Bir gün, köyün en görkemli binası, diyagonal simetrisiyle üç katlı mimarisi, ruhlarımıza coşku, kalplerimize avuntu ve düşlerimize giren estet duygusuyla, bizi kendisine her daim hayran bırakan kültür merkezimize zamanın en gözde sanatçıları geldi, tümü yazın denen musikinin esin perileri...
Edebiyat, ah başlangıçta söz vardı dedi Arseni'nin arkadaşı, son günümüzde gene bir söz olacak ve yaşamın ne olduğunu o zaman anlayacağız ve ah diyeceğiz ah, bu muydu, bu muydu peşinde koştuğumuz, ne güzel, ne büyüleyici, ne meleksi bir şey bu tanrım, bizi affet, bu sihiri biz görüyorduk ama anlayamadık, onu anlıyorduk ama bilemedik, onu biliyorduk ama göremedik!..
Bir döngü bizim elimizi ayağımızı nasıl da bağlamış, ama her şey bitmedi, işte, işte o, işte her şey yeniden başlıyor tanrım, işte o, görüyor musun, evet, evet işte her şey bitti ve her şey yeniden başlıyor, tanrım, sen varsın, biz varız, o var ve biz yeniden başlıyoruz yıldızlı karanlıkların şarkısına... Hepimiz benziyoruz birbirimize evet, aynı şarkıları söylüyoruz biliyorum ama nerede ayrılıyor ve dayanılmazlıkla hırçınlaşıp, patlıyor ve paramparça oluyoruz ve neden, nasıl oluyor bunu anlayamıyor ve bu gizi çözemiyorum, hepimiz gibi, garip!..
'Delikanlım!.. iyi bak yıldızlara, onları belki bir daha göremezsin. Belki bir daha yıldızların ışığında, kollarını ufuklar gibi açıp geremezsin... Delikanlım!.. senin kafanın içi yıldızlı karanlıklar kadar güzel, korkunç, kudretli ve iyidir. Yıldızlar ve senin kafan kâinatın en mükemmel şeyidir. Delikanlım!.. sen ki, ya bir köşe başında kan sızarak kaşından gebereceksin, ya da bir darağacında can vereceksin. İyi bak yıldızlara onları göremezsin belki bir daha… Delikanlım!.. belki beni anladın, belki anlamadın. Kesiyorum sözümü. Sevmek mükemmel iş delikanlım. Sev bakalım… mademki kafanda ışıklı bir gece var, benden izin sana, sev sevebildiğin kadar.'
Bu şairi çok severim. Şarkılar kimi söyler!.. Kimler gelmişti biliyor musunuz köye, Sergei Ruleev, Lesya Ukrainka, Aleksandr Fadayev, Vladimir Visotskiy ve adını anımsayamadığım, o dönemde ünlü ama sonra ortalardan kaybolan bir kadın yazarda vardı. Bu konuyu uzatmak istemem, bir kadının sanatçı olabilmesi için, karşı cinsin aştığı engellerin, en az bir kaç katını aşması gerekir dünyada, birinci engel nedir diye sorarsanız, erkek egemen toplum klişesinin öznesi, -karşı cins- derim, yani kendisine 'sahip çıkan' -ne demekse-, yönlendiren ve draft eden Adem'in çıkardığı engelleri aşması, aşılması gereken pek çok engel var sonra, hepsi birer soyutlama, ama biri var ki, söylemeden geçemeyeceğim, karşı cinsin engelinden sonra, onun aşacağı bir başka engel de kendisidir, kendisinin ürettiği engelleri geçmesi gerekir ne yazık ki, yani en büyük ikincil engel -insanın kendisidir- sanat yaşamında!.. İki ana sorun ve çözümlenmesi gereken en büyük iki engel, dışrak ve içrek sorunsalın tanımlanması böyle bilinir, estet duyumunun dikenli yollarında!..
Ben biçer döverin (konbayn derdik kısaca), devasa, kaba saba canavarlar gibi yayıldığı, kuyruk yutan bir tanrı gibi homurdanarak, yaratanı kendisine hayran bıraktığı, başakların arasında çocukların bir görünüp bir kaybolduğu tarlalardan, tavukların, ördeklerin, koyun, keçi ve domuzların, elma, armut, ayva, ceviz ve nar ağaçlarının arasından koşup gelmiştim şölene, on altı ya da on yedili yaşımı sürüyordum sanırım, belki on beştir, -en kolay unutulan ya da anımsanan şey zamandır ne yazık ki- o gün çok güzel şiirler okudu sanatçılar, deneysel yazın örnekleri, yazın üzerine görüşler ve öykücüklerle ruhumuzun açlığını öylesine doyurdular ki, evlerimize dönerken herkes birbirine sarılıyordu sevinçle, kutsanmış birer yaratık gibi duyumsuyorduk kendimizi ve sarılırken birbirimize, sanki ilk kez tenlerimiz birbirine dokunuyor ve birbirimizin kutsanmış birer canlı, gerçekten özel ve eşsiz birer yaratık olduğumuzu anlıyorduk, saltık duygunun ve tanrısal ürpertinin, bir eriyişin ve esrimenin dolambaçlarında...
Şöyle düşünüyorum ben, bir roman gibi yaşamın insanlara dikte edilmesinden hoşlanmıyorum, olayların, ormanların kurumuş yapraklarına inci gibi dökülmesinden, mücevherlerin parıltısına benzer, göz alıcı biçimde sıralanıp, bıktırıcı hologramlarla yinelenmesinden haz alamıyorum. Yazın bence bilinmeyen şeylerin araştırılması, yoğunlukla yeni ve el değmemiş varyantların, tuhaf ve bizim tadına varmadığımız, dokunmasız, çözemediğimiz, bilemediğimiz, insani, ruhani, somut ve soyut, tensel ve tinsel tüm gizlerimizin, anlayamadığımız, kavrayamadığımız, ulaşıp, erişemediğimiz ve -insan insanın kurdudur- söylenine uyum gösteren, bizi yinelemelere ve kanıksanmışlıklara boyun eğmemize, evrensel skalada, insani deyimle yenik düşmemize yol açan, yeraltı ve yerüstü tüm çağlayanlara, burgaçlara ve bulanıklıklara çözüm getirmeyi deneyen ve hiç ve hiç söylenmeyen metinlere, gözlemlere ve denemelere ilgi duyuyorum, bunlar doyunç verebilir bana, bilinmeyenin aşığıyım, günahlarımızın dünyevi, sorgularımızın bir yinelemeden öte gitmeyişi, et ve kemiğimizin insani olmasına katlanamıyorum ben.
Jitomir (barış içinde yaşamak demek!) kentinin, Balboka köyünden, Arseni'nin bir arkadaşı gelmişti ziyarete, o gün kendinden geçen biri de o, o denli mutlu olmuştu ki genç adam, bir konuk olduğunu unutmuştu evde, sanki biz ona konuk olmuşuz gibi sevinç içinde, gece yarılarına kadar coşkulu ve huşu içinde bağırıp çağırarak, neredeyse göz yaşı dökmüş ve hıçkırarak yaşamın güzelliklerine övgüler yağdırıp, umut ve aşk çığlıkları arasında geceyi sonsuzluğun esrik şarkılarına ve meleklerin kollarında sabahlayan esin perilerinin yolcularına bırakmıştık ve yıldızların dökülüşünü izleyerek bir bir, tanın ağarmasını beklemiş, gül kokularının çiğlerle serinleyen, baygın kokular yayan ve kuş cıvıltılarının bir dua gibi dağılan sabahında, tanrısal olanın ruhuna ermiş ve doğan güneşle, bilginin bağışlayıcı ve estetle doyumsuzlaşan sonsuzluğunun sarhoşluğunda, bir ışık parçası olduğumuzu anlamış, aydınlığı içmiş ve varoluşun derinliğine, sanki bir tözün tozanıymışçasına ermiştik!..
Anımsadım, söylemeden geçmeyeyim, bisikletli Maria'da uğramıştı eve, gecenin geç vaktinde, neşeyle tartışmalarımıza, söylen ve dedikodularımıza büyük bir coşkuyla oda katıldı, sonra birden kalktı ve ona gitme diye beline sarılan dostlarından kurtularak, kendisinin haykırıp çağırdığı, bir müzik eşliğinde uzun süre oynayıp, kalçasını savurdu, herkes gülüyor, bravo diyerek alkış ve çığlıklarla eşlik ediyordu ona, karanlığa karışmak üzereyken haykırarak, yaşam işte bu dedi, sonra dayanamadı sanırım, kırmızı şeftali ağacının altından geçerken dönüp, 'belki de o değildir demek istediğim' dedi!.. Sözünü benden başka duyan oldu mu bilemiyorum. Maria sütun gibi dimdikti ama kuşkucu biriydi, onu her zaman sevdim...
15
Geçmişten, yuvadan uçmadan önceki romantik, didaktik, natürel yaşantıdan izlenimler, anımsananlar bunlar. Bir değerlilik ve vefa bilinciyle anımsadıkça yine söz edilebilir ama temelde kalanlar sanırım şimdiki paylaşılanlar olmalıdır, her anımız, geçen her an, zamanın her kesiti anıdır gerçekte ama belleğin buyruğundan süzülebilenlerin tutsağıyız biz.
Ukrayna'da doğmak, orada büyümek, gelişime doğru donanımların, birikimin ve tenimizle tinselliğimizin ana çizgilerinin oralarda belirlenmesi demek, aks oralarda biçimlendi, insanın Belize'de doğması, Yeni Gine'de veya Antiller'de doğup büyümesi bir şeyleri değiştirebilir belki ama insanlar her şeyde benzer tepkiler verebiliyorlar, içgüdüsel ortaklıklarımız var, değişmeyen eşdeğer tepkiler, genellenebilecek yaşamsal tavırlar var, -pek değişmeyen-, kültürler, yaşamla ilgili gelenekler ayrılabilir ama çok büyük aykırılıklar yok, ötekilerde Ukrayna'dır sonuçta, bir yaşamın temelleri, göçmenlik, savaş sürgünü kitleler, birey öbeklerinin karşılıklı değişimi bilinen şeyler. Bunun yanında yine de anlaşamıyor insanlık kendi arasında, paradoksal birliktelik ölümcül sırlar taşıyor, geçen yüzyılların en büyük bağımlılığı afyon değil, din değil, dil değil, savaş!..
Gerekçesi binlerce, klişelerin tutsağı olmamızda yanılsama alışkanlığımızın tortularından başka bir şey değil. İrili ufaklı çatışmalar, çitleri aşmak, sınırlardan atlayıp, postalların toprakları özgürce çiğnemesine topluca iman etmek, ağıllara girmek, tavanları iki ayaklı sarkıtlarla süslemek, kafataslarından kılıç suyu içmek, sayılarla, istatistiklerle tarih yazmak, siloları talan etmek, hayata ve ambarlara el koymak ve en büyük felsefi sorunsalımızın başında gelen alışkanlığımızı yineleyerek, salyalarla, maskelerle, mermilerle hiçliği kutsayarak, sonsuzluğa koşar gibi, kuduzlaşmış, uluyarak, bağırarak, çağırarak, haykırarak, canhıraş çığlıklarla, yeri göğü inleterek, hunharca Ravenna surlarının önüne gelmek...
Sibirya steplerinde sisler arsında kahkahalar atmak ve ölmek ve doyasıya öldürmek. Yaşam, var oluş, var olmanın dayanılmaz ağırlığı... Kundera, hafifliği diye ironi yapıyordu romanında ama bir teselli arayışının umarsızlığıydı o, nasıl bakılırsa bakılsın bir mercek ya da odağın kıskacından yaşamın katlanılması alabildiğine güç, bir ağırlığı vardır her zaman. Onu hafifletmeye çalışmakla geçer bütün ömrümüz, tek çabası budur insanın, ağırlığı hafifletmek, esnek, katlanılır, ipeksi, tüy uçuşu tadında bir görüngüye, gönüllere göre değişen bir müziğe dönüştürmek isteriz yaşamı, bunu başaramayınca topraklar, topluluklar, birey birlikleri, kitlesel oluntular, küskün, yönünü yitirmiş yığınlar, tıpkı batmakta olan bir geminin ölçülebilecek, yaşamını uzatabilmek adına fazlalıkları, gereksiz erzakları, gereçleri, çuvalları, yaşamsal zorunluluktan uzak olan-olmayan tüm gereksinimleri nasıl denize -geldiği yere- bırakıyorsa, yaşamın akışında da insanlık bazen safrayı atma gereği duyabiliyor, duyuyor, kaçınılmazlıkla kutsuyor yok etme arzusunu, otoritenin sürklase ettiği, toplumsal paranoya diyoruz buna, hayır, şu an bulunduğumuz konumda bu bir kaçınılmazlık, bu yöntemi uygulayıp, kullanıma sunabilmişiz biz yaşamımızda, değiştirecek gücü henüz kendimizde bulamıyoruz, zamanın akışında çok şeyin değişeceğini biliyor, seziyor olabiliriz, ama yazgımızda şu var bizim, ateşi bilmeyen, onu kullanma seviyesine gelemeyen bir toplumda nasıl çakmak ürkütücüyse, çatal kullanmayı bilmeyen bir cennetlik, nasıl eliyle yemeyi çok daha mantıklı ve insani buluyorsa, yeniliğin bir kullanım değeri yoktur artık ve eşya tümüyle gereksiz bir nesne konumundadır, zamanla gereksiz konuma sürüklenen ilkel alışkanlıklarımızda böyle, petrol lambası neredeyse kullanımdan çıktı, kılıç günümüzde duvarları süslüyor, zırh biçim değiştirdi, yer sofrası tarihe karışmak üzere, manyetik giysiyle aydınlanıp, ısınacağımız günler yakın, gece ve gündüz arasındaki fark giderek azalıyor, elektrik tanrısı iş başında, yine de ilerde güneş dünyayı tümüyle aydınlatabilir, gece olmayacaktır belki de diye düşünüyorum, büyük bir enerji tasarrufuyla, bunun çaresini bulacak belki de deli dolu Einsteinlarımız!..
Şöyle düşünüyorum, uzayda paneller, büyük çaplı aynalar birbirine güneşin ışığını Archimedes'in düşlediği gibi odaklayacak ve dünyanın karanlık yüzü kalmayacak... Bu tür düşüncelerin komik yanı şudur, gelecekte bir gün gelecek deriz ama biz bütün düşüncelerimizi geçmişin yaptırımları, gerçelliğin vargıları, doğal ya da yapay oluntuları üzerinden yürütürüz, geçmişin aşamalarıdır bize füturistik özlemler ve düşünceler bağışlayarak vargılara sürükleyen, geçmişten geleceğedir düşüncemizin yönü, Zeno'nun oku gibi hiç bir ilerleme kaydetmiyordur belki de, her şey bir sanı mıdır, bunun ileri sürülebilirliği de bir düşüncedir.
Bizim düşünsel biçemimizin, üretkelerimizin yönteci gelecekten geçmişe doğru olabilseydi, ilk insanların meşalelerle aydınlanacağını hiç bir yanılgı payı olmadan öngörebilirdik, görüngülerimiz, öngörülerimiz ve bilit ve bilintilerimiz, küçümseme çabasına kapılmadan ve bir zaafın oyunlarına düşmeden bilmeliyiz ki gelecekte olabilecekleri düşleyebiliyoruz biz, yanılma olasılığını indirgeyebiliyoruz, sıfır gidere uyumlu bir aydınlatma modelini geliştirdiğimizde, güneşe gerek kalmayabilir, evrende her şey kaçınılmazlıkla, bir gereklilik üzerine kurulmuştur, olmaması gereken hiç bir şey yoktur, kelebek bizim yazınımızın nedenselliğidir, solucan makinelerimizin çağrışımı, atlı karınca yapı söküm gereçlerinin benzeşidir, 'insana ilişkin her şey kabulüm' derken, evrenin salt insan için olmadığını da bilmek gerekir, evren körpe bir denemedir, bu deney, bu varsayım veya oluşumun varlıklarıyız biz, korkunç bir görkem var bu tür yapılanmada ama bir arpa boyu gidemediğimizi düşünüyoruz, her şeyi kabullenmek, kötücül olana boyun eğmek elbette bir anksiyete sorunu, sinir krizinin eşiğinde bırakıyor bizi, arzunun karanlık nesnesinde iyi gittiğimizi düşünebiliriz ama basit bir şeyin bile hala bizlerle yolculuk yapabiliyor olduğunu düşünmemiz ve hemoglobin savaşlarına son veremeyişimiz kederlendiriyor bizi, yıkıma sürüklüyor, göz yaşı bezlerimizi çalıştırıyor ve kar körlüğüne yol açıyor ikide bir ışıklar.
Bahçe biçim değiştirebilir, dönüşebilir ama bir bahçe, her zaman bahçe konumunda işlevini sürdürebilir, gökdelenlere yükselebilir, yerin altına girebilir, okyanusların içine evrilebilir, bir saksıya, vazoya dönüşebilir ama sonuçta çiçek ve ağaç ya da toprağın varlıksı bir türevi olma yolunda biçim değiştirse de bilinirliğini, algılanırlığını bizimle sürdürebilir, var olan bir şey yok olmaz, yok olan bir şey var olamaz ilkel bir düşüncedir, ama doğruluğunu bizim görüş alanımızın varlığı içinde sürdürüyor, var olmakla, yok olmak aynı şeydir belki de, niceliğin kesinlemeleriyle yargılara ulaşan komik varlıklarız biz, güven duyamayışımız, güvensiz oluşumuzda artısı oluyor, bu garip sağaltımlarımızın. Diyesim robotlaşan bir insan, insan olmaktan çıkmayacaktır, insan değişim ve devinimle yolunu sürdürecektir saltıklıkla, biz el ve ayakları olan bir varlık değiliz, biz bir düşünceyiz!.. Beyin olmadığında insandan söz edilemez, evren kılcal damarlar gibi yayılmış bir beyin olmasın, nöronların dünyasında kozmos, bir usun varlığında sürüp giden bir omur olmasın, beyin bir bilgisayarsa, bilgisayar bir tanrı olmasın, dalga ya da parçacıklarla dağılmakta olan bir düşünce olmasın tanrı. Bu kavramlaştırma, söz gelimi tanrı, burada son derece insani ve yetersiz kalır, tanrının kesin varlığı kadar yokluğu da anlaşılır bir şey olmalıdır. Tanrının en büyük sorunu, onun insani olmasından başka bir karşıtlık taşıyamamasıdır, onu insandan başka ileri sürebilen yoksa, bilemiyorsak, tanrı ne yazık ki insanın kendisidir. Evren belki de beyindir. El ve ayakların evrimini kodlayabilen bir yaratık. Bizi beynimiz yaratıyor, eğer titan aksamlı siborglara dönüşüyorsak bu beynimizin bir buyruğu da olabilir, komutu!..
Gelecekte ne olacağız biz, geçmişte neysek onu olacağız, değişen hiç bir şey bizi şaşırtıyor olamaz, varlığın algı gücü, evrensel var oluşunda, kendini sürdürme yeteneğine olan yatkınlığı, ayak uydurma gücü, kendini yenileme, konsantrasyon, başkalaşım, metaforize ederek, sinerji yaratarak, endüstriyel, mekanik, tinsel her tür değişimlerimiz, bizim anlak içi versiyonlarımızdır... Anlak içi olan hiç bir şey bizi şaşırtamaz, beyin bizim buyruğumuz altındadır, biz beynimizin buyruğu altındayız, karşılıklı bağımlılık diye katlanılır, anlaşılır ve edebi bir dille süslemeye de kalkışabiliriz olan biteni, biz salt beyinle yaşanabilen bir evrime ulaştığımızda, solumamız ve beslenmemiz yalnızca beyin gözenekleriyle gerçekleşebilirdi, ne olacağımızı bilemiyoruz ama düşünceysek biz, robotlaşmamızda ilkel bir dönüşüm, çünkü düşünce ancak düşünceyle varlığını sürdürebilmeliydi, bu yüzden geride kalan her şey bir ilkelliktir sonuçta ve yineleyelim ki bizi evrende şaşırtabilecek hiç bir şey yoktur, şaşırtıcı olan şaşırmaktır ne yazık ki, dışardan gelen bir yaratık düşünelim, evrenin oluşturabileceği olasılıkları düşünelim, ne olacağımızı düşünelim, başka bir yaşam objesiyle karşılaştığımızda, hiç bir şey olmayacak ya da ne düşlüyorsak o olacak büyük olasılıkla dememiz, yaratılmışların haklı çıkma alışkanlığı yüzünden klişeye dönüşmüş bir yöntem, merak yanlış bir kurgulama mı bizler için, hayır, merak olmazsa olmazımız bizim, doğal durumumuz. Kolomb, Yeni Dünya'yı keşfettiğinde Aztekler onu güneşten -doğudan- gelen bir tanrı sandılar, tümüyle haklılar, tanrı bizden daha güçlü olan -nen- diye tanımlanabilir, şaşılacak bir şey yok bunda, başka dünyalardan gelen bir varlığı, tanrı yerine koymayacak kadar kurnaz bir Odysseus kültüne kavuştuk biz, deneyebiliriz ama bizi köleleştirerek, tanrılarınıza boyun eğeceksiniz diyebilirler diye düşünebiliriz, bilemiyorum, komik bir tanımlama ama evren sürekli benzer devinimlerle kendini yenileyebiliyorsa eğer, başka dünyalardan gelenler bizi zincirleyerek sığınaklara da doldurabilirler, evren bir klişedir ne de olsa, ama düşlerimizin gerçeğin boyunduruğu altında olduğunu görüyorsunuz değil mi, ileri sürülenler bizi şaşırtıyor olamaz, çünkü tümünü duyduk, gördük, yaşadık, bizi şaşırtan versiyonlardır, sözcüklerin büyüsüdür, yoksa algılarımızın korkaklığı, yüceliği ya da beceri dolu anaforlarla sürüklendiğimiz düş alemlerinde değişen hiç bir şey yoktur, yeni hiç bir şey yoktur.
Kolomb'un başına gelenlerin gökyüzü versiyonları bizim başımıza da gelebilir ama bir üzünce kapılmamız gereksiz, çünkü tümüyle benzeri şeyler olacak, kızılderililer ilkellikleriyle kırmızı ceketlileri şaşırtıyordu, Maoriler sürüp giden danslarıyla, yüzyılların içinde değişmeyen alışkanlıklarını sürdürdüklerinde, Yeni Zelanda'ya gelenler bunu tümüyle hoş gördüler, çünkü onlar ilkel kabilelerden gelen insanların çocukları olduklarını biliyorlardı, niçin şaşırsınlar. Şaşırmaları zamanda küçük bir yolculuk yapmalarıydı, kendilerine şaşıyorlardı yalnızca!.. Evrende bilinmeyen demek, bilinenle yüz yüze gelemeyişimizin dile getirilişiydi teoremde, elektrik doğada baştan beri vardı, ateşi Prometheus bulmadı, onu kullanıma sundu, o bir bilim insanıydı. Edison'da öyle ama onun aynı zamanda bir tüccar olmasından niçin alınmalı!.. Pavlov alışkanlıklarımızı metaya çevirebilen ya da bir yarara dönüştürebilen bulgundu...
Işık hızı aşılamaz diyoruz, evrende son hız limiti ışık hızı olabilir mi, bu bizim zayıflığımızın göstergesidir, sınır diye bir şey yoktur yaratılmışlıkta ve her şey bir algıdan başka bir şey değildir, Newton'un yanıldığı ortaya çıktı, Einstein yanılmayacaktır demek Einstein'ı aşağılamaktan başka bir şeye yaramaz, o yanıldığı sürece ortaya koyduklarının bir değeri olabilir, değişmeyeni buluyor olmak, dogmatik, statik, skolastik bir varsayımın mekatroniğine dönüşür ki, bu Einstein'ın bulgularını, taş taştır deme noktasına getirir, böyle bir şey ve bu tür anlayışlar yaşamımızda vardır, onlar kim, işte Einstein'ın kuramlarını değişmezlikle varsaymak, onun kör, sağır ve dilsiz olduğunu söylemekle eşdeğer bir yaklaşımdır.
Bütün bulgularımız yerin ve zamanın gereksinimine paralel olarak ortaya çıkar, çoğalır, dağılır ve söner gider, pi sayısının değişmezliğini öne sürmekte gereksizdir, boyutları farklı bir evrende ya da başka bir geometrik formun simülasyonuna geçildiğinde, pi sayısının komik bir oluşum olduğunu duyumsayabileceğiz, taş taştıra geri dönmek anlayışının ürünü olabilecektir bu, çünkü sürtme taşının, hani buğdayı bulgura dönüştürdüğümüz küçük değirmenin kulpunu, dairevi taşın çevresinden merkeze uzaklığını ölçümleyerek yerleştirmezseniz, taş dönmeyecektir, kulp dairenin dış kenarına yakın olmak zorundadır, bununda bir pi sayısı var, aradaki uzaklığın bilimsel bir limiti, usa dönük olması gereken bir aralığı var, ama unuttuk, çünkü değirmen işlevini yitirdi, zaman varlığı yendi ama yarış sürüyor, yarış çok sevimsiz bir sözcük olsa bile, bisikletli Maria'nın kalın bilekleri el değirmenini coşkuyla döndürürdü, yaşamda hayranlığın bitmeyişi, merakın sürüp gidişini belki Marialarımıza borçluyuz, ben kolun bir tür motor, bileğin bir manivela, elinse kavrayışı acımasız bir vida olduğunu ve değirmenle uyum içinde eskivler yapan büyücül gövdenin, ondan farksız bir makineye dönüştüğünü, görkemli Maria'nın bedeninde doyasıya duyumsadım, Maria her daim görkemli bir makineydi!..
Diyeceğim, zamanın akışında tanrılarımız değişmedi mi bizim, volkanlarımız değil miydi tanrılar, totemlerimiz oldular sonra, çünkü eşyayı üretebilen bir topluma evrilmişdik, Yunan demokrasileri tanrılarımızı çoğalttı doğallıkla ama primitif çağların kalıtlarından süregelen yaşamsal geleneklerimiz, onlara mitolojik misyonlar yüklemek zorunda kaldı, saltık mutlanın kısa süren göreneği sonrasında otoriteizm ortaya çıktı, kentler oluştu, kabile ve kavimlerin oluşturduğu koloni ve tebaa yönetimleri çağdaşlığını yitirdi, nüfus yoğunlaştı giderek, insan türü belirli yerlere sığınabildi, yerleşim alanları coğrafik yapısını değiştirdi, bildiğimiz modern yaşamın örnekleri ortaya çıktı.
Kleopatra makyaj yapmaya başladı artık, estetiğin yer aldığı çağlar başladı, güzellik kavramı yer aldı insanın doğasında, Roma hamamları sardı ortalığı, kanalizasyon düzeni geldi ve bireysel cinayetlere olanak tanıyıp, kişisel şiddete izin verdi çağcıl modernizm, önceleri aslan, domuz ve yırtıcı hayvanlara yönelen düşmanlık kültü, şiddet ve beslenme zincirine eşlik eden pagan tutumlar, insanın özüne yönelme özgürlüğünü tattı ve modernizm kavram olarak ilk kez ve böylelikle başlamış oldu, çağdaşlık, çağın gerektirdiği dolayımlardı.
Modernizmin en büyük başarısı doğaya yönelik saldırının, insanın kendisine yönelebilmesinin önünü açmasıdır, bu yaşam biçimi adına yeni bir özgürlük olarak algılanıyordu derinliğinde, suç ve ceza kavramı oluşuyordu, kendini yiyen canavara dönüşmekle, modernizmin kurallarına boyun eğmek ikilemi arasında kıvranacaktı artık insan ve dolayısıyla modernizm diye bir şey yoktu gerçeklikte...
Kabil'in Habil'i öldürmesi kutsal kitaplarda yazılıydı, neden, öyle bir şey olmadı, insan bir tür ekonomik, sosyal yaşamsallığın gereği olarak, kendi cinsine yönelik saldırıyı geliştirdiğinde, onu kanıksamanın yollarını arıyordu, en ehveni yaşamsal çevrenin acımasız kurallarını ve ticaret, sınıfsal farklılık ve sermaye oluşumuyla başlayan öldürüm çağlarını, ilahi yasalarla süslü mitlerle çevreleyip, kültürel bir algının, yol açabileceği değerlere dönüştürerek, sistemin doğallığını ve yerleşikliğini sınamak gibi, bir bileyi taşına vurmadan, gidişatın bulanıklığını gidererek, sosyal mekanizmanın sağlamlıkla yerleşmesine ön ayak olmaktı.
İlk cinayet, sınıfsal farklılık ve insansal statünün bir yönetim biçimi olarak kendini göstermesiyle gerçekleşti, daha doğrusu meta can alıyordu artık, makyaj ve biçimsel kültürün uzaysıl hızda gelişimi, insanın görkemli değişimi, kabullenilir ve gurur duyulur bir şeydi ama her gelişimin dayanılmaz, acımasız sendromlara yol açtığı da kesin olarak ileri sürülebilirdi, öyleyse, yol ayrımında, tanrısal aşkınlıklara ulaşırken, insanlığın yerlerde sürünmesine yol açan yanılsamalarımızın neler olabileceğini de araştırmalı, gözden geçirmeliyiz.
Şu bilinmelidir ki, Clau, Clau, Claudiusların elmas parıltılarıyla taç giymesi, Kleopatra'nın gözlerinin sürmesi ve yüzünü kınalarla büyücüye çevirerek, küpelerinin ürkünç, statü yayan bir üstünlüğe dönüşmesi modernizmin başlangıcıdır. Çariçe Katerina, Anastasya, Yekaterinburglu Nikola, Stalin ve bizlerin 'kenetlenin Lenin' diye kutsadığımız tüm kahramanlar ve günümüz dünyası, erkeği ve kadınıyla modernizmi ve güzel sanatların bir dalı olarak cinayeti kutsamış ve sürdürerek, bir alışkanlığa, bir hak tanırlığa dönüştürmüşlerdir. Modernizmin simgesi kravat, yani boyun bağı, bilinir ki insanlığın darağacıdır. Çünkü kentleşme bireyin hemcinsini öldürme özgürlüğünün tanınmasını sağlayan bir tür modernleşmenin adıdır, bunun yanında toplu ölümlerin, katliamların miladıdır, modernizm öncesi insan kendi türünü öldürme kavramından yoksundu!..
Modernizm, temelde ortak bir yasalar düzeni oluşturmalıydı, onlar, krallar, monarklar, çarlar, şahlar, sultanlar oldu... İşte odur ki tek tanrı kavramını oluşturan başkalaşımların çıkış noktası da bu oldu ne yazık ki, çoğul tanrıcılık çok daha erdemli bir yaklaşımdı oysa, ayrıca usa daha yatkın bir kavramdı ama artık kabul edilemezlikle evrildik ve bu son derece mantıksız bir yaklaşım geliyor artık bize...
Anaerkil veya ataerkil düzen dememizin bir gereği yok, ortak yaşam zorundalığı, ortak karar almak zorunluluğunu doğurdu ama bireysel yaşam olanağı tanıyan kentleşme, bireycilik, tek tanrı kavramını ve onun uzantısı olabilecek bir düzeni yaratmak zorunluluğundaydı doğallıkla ve o günden bu güne totaliterizm sürüp gidiyor, demokrasi kavramı, totalitarizmin ortak kararların alındığı ilkel çağ yaşamlarının versiyonlarından yararlanma düşüncesiyle, kendi varlığını sürdürebilmesinin bir gereği, bir umar arayışı olarak ortaya çıktı, yaşamın belirli bir kaç sistem ve yönelimle sürebildiği ilkel çağlardan, kentleşme ile bir kargaşa ve denetlenemeyen bireyin yaşam sürebildiği bir yaşam biçimine, kaosmoza evrildik, kaotik düzenliliğe. Modernleşme tek tanrı düzenini zorunlu kıldı, yine de bu bizim ilkellikten kurtulamadığımızın göstergesi olarak gelebilir bize, insanın karanlık kozmosta tek başına, hiç bir yaratığa gereksinim duymadan, sanalitikde olsa varsıl bir dünya içinde yaşamını sürdürebiliyor olması halinde, şunu bilin ki tanrı kavramı ortadan kalkacaktır, modernizmin bireyi, sürüleri sömürme sistemi üzerine kurulu doğallıkla, ama uzaysıl çağın bireyi kendinden başka kimseye gereksinim duymayacak biri olacaktır ve bu modern ötesinin bir aşkınlığı sayılacaktır artık, tanrı düşünsel bir kavram olarak bir öngörüye, kabullenim ve yaşamımızı süsleyen bir varyant olarak sıradan bir imgeye, baştan beri gizil biçimde varlığını sürdüren bir varsayıma, süse dönüşecektir, oysa tanrı şimdi bir otorite ve bizi bir arada tutmaya yarayan vaatleri bol, eli kanlı bir figürdür.
İlkel kordalı çağlarda yaşam çok daha kolaydı çünkü gereksinimler temel sorunların dışına çıkmıyordu, kitabın icadı, hayal gücünün gemi azıya alması, istemlerin, özlemlerin geometrik biçimde artarak, gereksinimlerin ancak aritmetik düzeyde bir sunuma dönüşmesi ya da dönüştürülebilmesi tanrının varlığını, tekilliğini, monarşik otoritesini zorunlu kıldı, o tek olmalıydı ayrıca, çünkü çok tanrılılık, kent yaşamının çağdaş ve modern diye nitelediğimiz yaşam biçimini ortadan kaldırırdı, evrilmeyi durdururdu, çünkü bireyin özgürlüğü tek tanrının gölgesinde sürüp giden meta alışverişiyle olanaklıydı ne yazık ki...
Bunun sona erebilmesi için kalabalık yaşam biçimlerinin bitmesi, megapolden tekrar klanlara ayrılarak, birbirinden kopamayan yaşam öbeklerinin, başka bir versiyona dönüşmesi gerekirdi, orta çağda çocukların babası bilinmiyordu, belli olmasına gerek duyulmuyordu ve babalık kavramına yer yoktu, çocuk ehil ellerde eğitim alıyor, soğuk kanlı bir canlı gibi yetiştiriliyordu, modernizm, ortaçağı bilinenin aksine yerle bir etti ve katliamlar çağı azgınlıkla varlığını artırdı.
Rönesans ortaçağın salt kendisiydi, ekonomik anlamda merkantilist varsıllığa kavuşan insan, sosyal anlamda bir vampir, bir canavara dönüştü, bireyin imparatorluğu, tanrının varlığıyla süslenerek pekişti ve o tek bir tanrının gölgesinde yaşıyordu ve tanrıkral kavramı hiç bir zaman bu denli çoğunlukla ve baskıyla kullanılmamıştı. Tanrı otoritedir, bizi bir arada tutan yasalar birliğidir ve ruhani papalıktır, diğer bir deyişle 'baba!..'
Tanrının inanç olarak değil, tüm varyasyonlarıyla, yaşamımıza egemen olan tüm sistem ve kalıtlarıyla ortadan kalktığı gün, yeni bir yaşam biçimine geçiş yapmış olacağız ve bilin ki bu bizim için yeni bir modernizm, çağdaşlaşma ve evrim olacaktır. Tanrıyı hiç özlemeyeceğiz ve kolaylıkla unutabiliriz, bu kişisel bir var oluş sorunu değil, insanlık ve bir bütün olarak yalnızca varoluşun sorunsalıdır bu, domino teorisi gibi oraya doğru sürüklendiğimizde, yeni bir hayat başlayabilir, başlayabilmesi gerekir. İnançsız olmamızın bir fanteziden öteye gitmeyeceğini bilmeliyiz, çünkü inançta bir fantezidir iç dünyamızda, üst yapı kurumunun estete düşkünlüğü, bir tür göksel komiklik, tapınak kültü diye yüceltebiliriz onu, ama tanrının yok olması için dünyanın yok olması, biçim değiştirmesi gerekiyor, kökten evrilmesi koşulu...
Nasıl Einstein doğruları bulabilmek için yanılmış olmalıydı diyebiliyorsak, tanrı otoritesinin de yanılabileceğini kolaylıkla öngörebiliriz, bu değişimin, evrilmenin önkoşuludur, ama Korsakov güneş, Borodin aydır, Plehanov asla yanılmaz, Proudhon ne derse odur, Bakunin değişmez doğruların adamıdır dersek, gerilemiş, yerimizde saymış oluruz, düşüncenin temeli ne Lunaçarski mistisizmi, ne narodniklerin hırçınlığıdır, düşünce sürekli değişen ve devinen adsız bir şeydir, kavgasını verdiğimizi ileri sürdüğümüz gelişme, ilerleme, aydınlık yanılsamalarımızın ürünüdür, bizi doğrular değil yanlışlarımız geleceğe götürür.
Tanrıdan kurtulduğumuzda, tanrı sevinecek ve ilk olarak kendi benini, özünü kutlayacaktır. Çünkü geldiğimiz nokta onun bileşkesi ve gideceğimiz noktada öyledir, elimizi bıraktığında bu işi başardığını düşünecektir, bu gerçekte bizim başarımızdır; biz maceramızı yalnız sürdürebilecek seviyeye taşıyabildiğimizde, tanrısal yalnızlığa ulaşabildiğimizde, ölümsüzlük dolu bir dünyada, tanrıya da yer kalmayacaktır doğallıkla... Dilimiz şöyle kavrulabilecektir artık; öyleyse tanrı yoktur!..
Bu bizi korkutuyor, kendimize, dünyamıza sunulmuş kategoriler, ideolojiler ve yaşam biçimlerimize ölesiye bağımlıyızdır değil mi, öyleyse niçin tanrı dünyevidir diyerek sakinleşemiyoruz. Bizi korkutan onun yokluğu değil alışkanlıklarımız. Babülmendep boğazı nasıl bir gereklilikse, tanrıda öyledir, düşüncelerimiz nasıl gece denizlerinde doğuşup, çoğalıyorsa, tanrı da içimizdedir.
Gerçekte her şey tanrı kavramsallığı gibidir, sanat bir yerde moda olarak tanımlanabilir, değişken ve geçicidir göstergeleri, gelip geçer, bir tür alışkanlık, bağlanımdır, sanatın beğenileri de zaman içinde değişir ve bazıları bir daha geri gelmemek üzere tarihin karanlıklarında yitip gider. Kandinsky ölümsüz değildir, adı son kez anıldığı gün, öldüğü gün olacaktır, bu kaçınılmaz, bugün İsa üzerine ikonlar yapmak, göksel peyzajlar oluşturmak, panaromik manzaralar sunmak, onun adına ve İsa kültünü çoğaltıp sonsuzlaştırmak, artık bir moda olmaktan çıktı, İsa bir gün Adem değil, adem olacak, bir harfin minik bir değişimi onun ölümüdür ve bir daha anılmayacaktır artık, belki de değil, öyle...
Yaşamın düşünülemeyecek denli uzak geçmişinde, düşünemeyeceğimiz bir biçimde, cansız bir varlıktan doğduğu gerçekse, o zaman, bizim varsayımımıza göre amacı bir kez daha yaşamı yok ederek, nesneleri inorganik duruma dönüştürmek olan ya da sıfırı kutsayacak, her şeyi, tüm kozmosu ve varlıkların cinini yok edecek, yok sayacak, bir içgüdünün de bulunması gerekir.
Bu yok etme arzusudur varlığın, varlık yok olmak ister, yok oluş özlemi çeker, adı aşktır bu dogmanın, bu umutsuzluk değildir sonsuzlukta, bir nedenselliğin, derinlikle dışa vurumudur, bu yüzden insan ölümü arzulayabilir de, yaşamın getirdiği paradokslar -parçalı düşünce- o kadar çok ki, bu içgüdüde; varsayımdaki kendi kendini yok etme, yıkma fenomenini de varsayarsak, bulabilirsek, o zaman bunu her türlü canlı sürecin içinde bulunan -ölüm mekaniğinin- belirtisi olarak kabul edebiliriz. Hayal gücü, karmaşık, fantastik ya da başkalarının düşleyemeyeceği şeyler tasarlamak değildir. Düşlediğini, hangi sanat yoluyla aktarmayı seçiyorsan, o sanatın inceliklerini ve estetiğini tümüyle yerine getirebilmek, yansıtabilmektir o...
Kötü bir dil, iyi bir şiire kaynaklık edemez, tek boyutlu bir müzik, Tarkovski'nin Solaris'ini bayağı bir yapıma dönüştürürdü. Doğunun masalları argoyla dolu, ama Decameron, Canterbury Öyküleri ve Marki de Sade'a yol gösterecek, önünü açacak denli incelikler barındırıyor. Gogol'un paltosu modern insanın yalnızlığını ya da güçsüzlüğünü, meta bağımlılığını, eşyaya olan tutsaklığını öngören öykülerin başlangıcı, Gogol şu söylenenleri öngörüyordu, modern edebiyatın bir köşe taşıydı, sanat tümlük arzusudur, kusursuzluk arayışıdır, saltık bütünlük, tanrının, tanrısal olmanın yollarını aramak, bir estet olarak evreni elinin altına koymak, egemen olmak, hükmetmek, onunla bütünleşmek ve sonsuzu-sonsuzluğu ele geçirmek dürtüsüdür. Sanat yaşamın sıradan bir göstergesidir ve diğerlerinden hiç bir farkı yoktur. Nasıl olur, çünkü varlığın her edimi benzeri öğeler, dürtüler ve insani özellikler taşır, gösterir.
Ölümden kaçış ama bunun bezdirici yollarını arayarak, yaşama yenilmenin yöntemlerini hafifleten yapıntılarla öznesini kuşatarak bir arayışın içinde savrulmak değil sanat ne yazık ki, öyle olsaydı sanat bir gereksinim olamazdı, hep var olan bir şey ilgi çekici olamaz, sanat sonuçta kendini yok edebilen, yoksayabilen her şey gibi bir büyü ve yaşamın bu nedenle sıradan bir göstergesi, edimi; yere ayağı basmayan, hiç bir şey bağımlılık sağlayamaz, göksel arzular ve kapılımların ayağı yere basmasaydı, din tümüyle bir hurafe ve gönüllü bir küfre dönüşürdü, sanatta böyledir, olağanüstü değildir, tansık barındırmaz ve her eğilimi içinde taşır, gerici, primitif özlemlerin dili olmaya da soyunabilir, çekici olmasının nedeni de bu, tümüyle insanidir.
Füssli'nin resminde atın bir an için, burun deliklerinden birinin unutulduğunu ya da bir kulağının kısa olduğunu düşünelim, hemen komik ya da ironik yapıtlar müzesini boylayacaktır!.. Sanat tümlüktür, bizim içimizde oluşmayan, yaşamsal olmayan hiç bir çarpıklık sanatta yer bulamaz, şaşırmamalıyız Malevich'in boş tuvali bizim gözyaşlarımızdır.
Sanatta söz sahibi olmanın, güçlü olabilmenin yollarını aramak nasıl gerçekleşebilir ve sanat nasıl gelişir, değişir?..
Çağımız, yaşama yabansı gelişmelere aldırmayan karteller, yabancı kuruluşların, kurumların boğduğu kentler, hoteller, milyonlarca oto ve onların uğruna uzanan köprüler, yollar, ekonomik, sosyal ve kültürel anlamda kuşatılmış, boğulmakta olan alanlar ve yağmalanmış topraklardır...
Yaşamın tek bir filozofik düşüncesine bile kucak açmadan yaşamın sürdürülebilirliğini düşünen mekatronizm, duygu ve düşüncenin öneminin olmayacağını, olmadığını, felsefenin ilkel bir bağlanım olacağını düşünebilen, öngörebilen sanalitik yaşam argümanları...
Ressamlar, müzisyenler, yazın aşıkları yaşamda ilkel çağlardan kalma kodlanımlar, kategoriler gibi algılanabilir mi, bu siborg çağlarına atılan bir adım olabilir, ama ruhun yok olduğu yerde, özümüz insan olmaktan böylesine uzaklaştığında, taşın bir nesne olarak yerini almış olmaz mıyız, sonsuz derecede modernleşmemiz, bir fosil niteliğine dönüşmemiz olacaksa, elektronik ve konstrüktivist putrellerin, çelikten, titansı gelişmelerin bizi başa döndürmekten başka ne amacı, ne yararı olabilir ki, bu yol sonu; robotlaşmakla, cromagnon çağlara dönüş versiyonlarından başka bir ereğimiz kalmayacaktır.
İlkel çağların insanı afaziydi, biz modernizmin varyantlarında afaziden kurtulamamış siborglar ya da birer siborga dönüştüğümüzde tek hünerimiz dilsizleşen varlıklar olacaksa, değişen yöntem ve us dışı gelişmelerin bizi başlangıcın kullarına dönüştürmeyeceğini kim savlayabilir. Düşünce tanrılaşabilir evet ama biz bunu başarmaya çalışırken, geçmişten daha kötüye gidebiliriz, görünüş bu algılara izin verebiliyor.
Rüzgârda titreşen yapraklar Guernicaları doğurdu, Ekim devrimi insanın insan olma yolunda bir adımıydı diyorlar, ama salt Guernica mıdır bizi modernizme sürükleyecek başkalaşımlar, çarlık düzeninin değişmesi evrensel ölçekte bize ne kazandırıyor, çarların papyon takması mıdır aşkınlık, Romeolar, Volvolar, aya, Merih'e ulaşımlar, yüz yıl önce altyapısı bitmiş kentler, uçaktan hızlı giden trenler, bütün bunlar bir puzzle parçaları, bir mozaik, felsefecimiz yoksa, mühendis Andrussov neye yarar, Kandinsky'niz varsa, Gagarin'iniz olmamış; Musorgksky yoksa, Mendeleyev'iniz olmuş neye yarar, batının demir perdesi parçalanmış bir yapı olmaktan kendini kurtaramayacaktır o zaman, ekonomik sorunlar aşılmadan, sosyal atılım olabilir mi, sosyal atılım olmadan ekonomik göstergeler neye yarar!.. Garip bir bileşen ama bilinmesi gereken bir şey var ki, Kierkegaard'ın tilmizinin dile getirdiği şey; Her şey var olmasına karşın, hiç bir şey bir bütünlük taşımıyorsa, yaşıyor olamayız biz.
Salt direnişin, karşı koymanın yaşamda veya sanatta atılım ya da göze gelen bir birikimin söz sahibi olmayı sağlayabileceğini sanmak, kişiyi yanılgısıyla baş başa bırakabilir. Hiç bir akım, hiç bir yeniliğin öncüsü olamadığımızda adımızın unutulacağını, yerinin olamayacağını bilmeliyiz, sanatın atılım yaptığını düşünün, coşkuyla, trafiğinizin cehennem olduğu bir dünyada, uzayda yol almaya kalkışmak, bir karınca yiyenle Everest'e tırmanmaya benzer bir trajedidir.
Yineleyelim ki kara Avrupası'na komşu, evrensel skalada gelişime katkı payı düşük sayılan bizler durumumuzu geliştirmeliyiz, birilerinin kuyruğunu tutmamalıyız. Yüzyılımızdaki fason yapılanma, sanatı, bilimi benimseyemediği sürece, kültür ve sanatta da tüketici konumdan, üretici; gerçek deyimiyle yönlendirici, sözü edilebilir konuma geçemeyiz, arada yıldızın parladığı anlar olur mu, bütün sorun zaten böyle bir dürtüyle avunur olabilmekten kaynaklanıyor. Biz hantallaşmışız, ilkel çağlardaki gibi bireysel yaşama dönebilmeliyiz, ayrılmalıyız ve kendi yazgımızı belirleme hakkını kullanabilmeliyiz.
Umarsızlık düşündürüyor ki, acaba fason yapının, eklektik kentsoylunun, yapay, sundurma üretimi sanatçının; bütün bunları ya da bu anlayışı ortadan kaldırmaya, yok etmeye çalışan sanatçılarla, gizli ya da açık, kimselerin bilip, kavrayamadığı biçimde sürüp giden bir savaşı mı var!.. Bütün dünya, olmak ya da olmamak düşüncesi içinde kıvranıyor sanıyorum ben.
Tüketim tekellerinin, döviz transferlerinin, olan biten her şeyi denetlenmiş, belki de ele geçirilmiş bir toprağın direnenleriyle, direnmeyenlerinin kozmik çorbaya dönüşen kaotizmini kim çözecek, bu formülasyon çözülmediği, sorunlar partizanca bir paylaşım kavgasına dönüştüğü sürece, güden değil, güdülen, dahası güdümlü toplum olmanın önüne hiç bir zaman geçemeyeceğiz...
Bu büyük kampanya parçalanmalıdır, Berlin duvarı gibi yıkılmalıdır, her toprak kendi yazgısını belirleme hakkına sahip olmalıdır. Çok söylenir, Sokrates'in bir meselinde, insanlıktan umut kesilmez diye düşünen bilge, yine de kargaşaya, olan bitene ve hırgüre us erdiremediğinden, çevresine kötü davranırmış; insandan umudunu kesen, idealist bilgemizde, bu pesimist tavrından dolayı herkese alabildiğine kayıtsız, iyi davranırmış... Sokrates, bu bir paradoks mu bilinmez ama, bu bilgelerden gerçekte hangisi hümanist diye soruyor?..
Çağımız, her şeyin birbirine karıştığı, neyin gerçek, neyin insani olduğunun belirsiz ve ölçülemez olduğu bir çağ ve her tür devinim ve devrim belki de bir illüzyon artık... Çünkü sanal olanı ve gerçeği ayırt etmek, illüzyonların hangisinin arkasında, inanılır bir yapı, hangisinde sağlıklı ve gerçek bir ruh var çözebilmekle olanaklı, ama günümüzde şeyin ruhunu anlayabilmek olanaksız artık!.. Edgar Degas kendisinin gerçekçi olduğunu söylermiş ama kamuoyu, basın onu, izlenimcilik akımını kuranlar arasında gösterirmiş, illüzyonlar dünyasından kurtulmalıyız. 'Miranda, neredesin sevgilim, evet uçuyoruz, bak Oort bulutu, Kuiper kuşağından geçiyoruz' bundan bir yarar oluşturamayacaksak, bu tip tümceler kurmanın ne yararı var!.. Bir atın doğuruşunu, bir tayın doğuşunu izlemeyen insanlıktan ümidimi kesiyorum ben.
Paul'un Vaazları ve Platon'un Euthdeos Diyaloğu, Epikür'ün Menekheos'a Mektupları, Pascal'ın Düşünceler Kitabı beni etkiliyor, Bahtin'i, Turgenyev'i de seviyorum, başlangıçta tanrıça vardı diyorum... Yakup tanrısıyla güreşe tutuştu ve onu yendi, Davut çok kan döktü, kör ve topala düşmandı Süleyman, müsrif ve gaddardı Musa, zalim ve Eloah'ı kandırmıştı, Davut'a şeytan musallat olmuştu ve cemaatini saymıştı.
Benyaminler sayılmadı, Levililer ve İsraeloğulları sayılmadı, rab Davut'u öldürecekti, kadın peygamberlerde vardı, Aşer sıptından Fanuel'in kızı Anna isminde bir peygamber vardı, 84 yıldır dul idi, Musa'nın kız kardeşi Mriam peygamberdi, Hulda adında bir kadın peygamber daha vardı ve o vakitlerde Lappidot'un karısı peygamber Debora İsrael'e hükmediyordu. Ey rabbim Tobiya'yı ve Sanballat'ı hem de beni korkutmak isteyen peygamber Neodya kadınını ve peygamberleri bu işlerine göre an. Nehemya'ya ve İşaya'ya vicdan ver. Onlar halk arasında vampir illeti olarak bilinen porfiri illetine tutulmuşlardı, güneş ışıklarından ölümüne kaçarlar ve karanlık ve yağmurlu günlerin özlemiyle yanıp tutuşurlardı. Dikey gaz jetleri, kahhar olanı evlerinden alır ve bir daha geri dönmezdi ve o zaman Ehoa evde Sofiya'yı ölü bulmuş gibi oldum derdi, kanallarda yüzen balıkları tutup yiyenler gibi, arkadaşım böyle konuşurdu, kutsal kitapların anlaşılmaz diliyle, ölümüne kaçarlardı ve kere karanlık ve yağmurlu günlerin özlemiyle yanıp tutuşurlardı, kuzey güney kutbunda giderseniz jetlag olur musunuz derdi, sonraları onun neden böyle, bağlantısız sözlerle konuştuğunu, ilahi kanıksamalara neden yaslandığını anlayacaktım, İsrael'e göçmüştü ve orada bir havrada haham olarak çalıştığını öğrendim, bir bildiği varmış ama nedeni bilinmez...
Sesimizi geleceğe duyuramayız ki, bu dünyanın bizi tutsak eden kavramsallığından, tüm anlamlarından kurtulmalıyız, kültürümüz ölüm ve öldürme kavramlarını kutsayan bir kültür, sanatımızda öyle, sanıyoruz ki sanat kutsal bir uğraşı, hayır o yaşamla iç içe ve yaşamın birebir ürünü, ileri fırlayan hiç bir ok bizi ileriye götürmüyor ne yazık ki, Zeno'nun oku sanki o, çünkü içinde kültürümüzde var, bizde varız, değişen hiç bir şey olmuyordur, devinim içinde hareketsiz duruyoruzdur, geçip gidiyor zaman ve biz duruyoruz. Godot'yu mu bekliyor ruhlar, yeni yaşam biçimleri üretmemiz ve yeni bir kültür geliştirmemiz gerekiyor, ölüm ve öldürüm yazgımız olduğu için, hiçlik, boşluk ve sonsuzluk üzerine düşünceler üretiyoruz, sanatımız hiçlik üretiyor, ölümle kol kola, oysa kültürel algımız ve temellerimiz kökünden sarsıldığında, Samson gibi sütunların altında kalıp ölmeyeceğiz, kurtulacağız bu kez ve sanatımız ve yaşamımız o zaman sonsuza dek değişecek, başka bir dünyayı kurmuş olacağız. Umut adına konuşmayınız, ama bilinmelidir ki bizler tanrının, tanrısal olanında ötesindeyiz... Çünkü varız!..
16
Anakronik bir şey olabilir ama kendimi tutamadım, şimdi anımsadığım bir algı, anlatmak isterim, derdim bu değil ama asıl söylemek istediğim şu... Kuşlar nasıl uçuyor bir türlü anlamış değilim dünyada, bisikletli Maria bütün köyü, göl kıyısındaki şenliğe götürdü, herkes gülüp eğleniyor. Maria düzen veriyor tabi köylülere, bu kızdan nefret edenlerle, sevenlerinin sayısı dünyada tam tamına eşit olan tek şey bence, çünkü devinimin efendisi, sürekli arıyor, soruyor. Organ, ele başvurup, düzenliyor ve oradan oraya koşturuyor insanları, bizde aramızda birlik yaratıyor duyduğumuz sevinç diyoruz her seferinde ona, öpmek serbest Maria'yı, sanki yaşam önden kaçıyor, Maria kovalıyor, uyuşturan sevdaya ve zamanın biricik düşmanı geceye kin besliyor sanki, eğlenceye katıldığım yok, bir kenardan olanları izliyorum, orada piknik yapanlara kuşlar yaklaşıyor ara sıra, bir nevale, tadımlık kapabilmek için yarışıyorlar, çalıyorlar da ama insanlar elini sallar sallamaz havalanıyorlar, yakalamaları olanaksız, kanatlarının arasından hava geçmediği için mi uçabiliyor bu kuşlar, daha doğrusu kuş insanlar, her şeyi biliyor gibiler, karga, sofralara alabildiğine yaklaşıyor, zıplayarak geliyor, kovsalar bir an geçer geçmez gene orda...
Konuşma olasılığı en yüksek kuşmuş karga, aralarında bir partizan ya da Bolşevik olanı da var mıdır acaba, gagalı bir propagandist, şunu düşünüyorum, biz niçin uçamıyoruz, uçmanın kanatla bir ilgisi yok diye düşünüyorum, öyle olsa roket uçamazdı, kanat uçmaya değil havada durmaya yarıyor, uçmak, ileri doğru süzülmek, gerçekte ok gibi olmakla yakın bağı var, kanat hızlanmaya yarıyor belki, uçmaya değil, kanat motor gerçekte, bir geçiş yapmak, İkaros olabilmek için yüzyılları bekleyen insanlık, komik, parmak kadar kuş olabilmek sancısı...
İki madde karşı karşıya geldiğinde, özgül ağırlığı, kütle değeri, diğer maddeden daha hafif olanı üstte kalıyor, yoksa altta mı, bilsem merak eder miyim, özellikle sıvılarda, suda, yağ suyun üstüne çıkıyor, su yağdan daha ağır-hafif veya kovalent bağları daha mı güçlü acaba, anlamadığım konularda düşünmek saçmalıklara götürebiliyor insanı, ama insanın merak ettiği şeyler üzerine düşünmesi, düşüncelerini ileri sürebilmesi gerekiyor, tüyde uçuyor, havadan hafif olduğu için mi acaba, öyle değilse de bir uçak elbet havadan ağır bir şey, ama o kadar hızlanıyormuş ki havalanırken, sesten hızlı uçakların sesinin uçağın gerilerinde kalması gibi, acaba ağırlığı hızdan dolayı hafifliyor, gerilerde kalıyor ve önden kaçmakta olan uçak artık havadan daha hafif olduğundan, o an havalanabiliyor öyle mi, çünkü hız, maddenin kütlesel ağırlığını geride bırakıyor, hız karşısında kütlenin nominal ağırlığı arkada kalıyor ve hafifliyor, özgün, yersel ağırlığı sanal miktarlara indirgenen madde, bir tüy gibi hafifliyor hızlandığında, uçmak öyleyse, kendi ağırlığından kurtulabilen maddenin, söz gelimi yer çekiminden kurtularak boşlukta durabilen bir maddenin doğal belirtisi gibi bir şey belki... Ağırlık yer çekiminin, bedensel kütlemize oranı gibi bir sanı mı ki... Ayda sıfıra yakın oranlarla, gramajlarla ölçülüyoruz, ağırlık diye bir şey yok ve düş hızında giden bir uçağı kucağımızda tutabiliriz biz, hatta evreni bile, tutuyoruz zaten diyenleri duyar gibi oluyorum, olabilirim, bize acılar veriyor bu, sorun işte bu, işaretler bu...
Bir gün, Mars'ta dünya dışı varlıklar bulundu desek bile, bir yanımızla şöyle düşünmekten kendimizi alamayacağız yine de; olayın aslı şudur, ağzındaki kemiği yukarıdan bırakarak parçalanması ve yenilebilir bir kıvama erişmesi amacıyla, Kayalık dağlarından havalanan akbaba, uyduların yaydığı radyoaktif dalgalar yüzünden yolunu şaşırarak, Mars gezegenine doğru kanat çırpmaya başlamış ve oraya vardığında, yöreyi, Kayalık dağlarındaki habitata benzeterek, ağzındaki kemiği bırakmıştır, yüzeyde kırılan kemiklerle bir süre beslenen akbaba, başkaca bir yiyecek bulamayınca, açlıktan ölmüş olup, söz konusu kemikler, ne yazık ki akbabanın kemikleridir ve dünya dışı yaşamın kanıtları için yeterli bir bulgu sayılması olası değildir. Şimdi Artyom'un uydurma şeyler konusundaki yeteneğine mi, yoksa bu yaklaşımın olabilirliğine mi inanacağız.
Uçmak tanrının bağışladığı bir ayrıcalık gibi algılanıyor, aerodinamik yasalara uyum gösterebilmek sanırım uçmak, kuşlar pike yapıyorlar, yine havalanıp, gövdeyi -kütleyi- rüzgâra bırakıyorlar, bin bir çeşit gizem var uçmalarında, şu sıra piknik yapan kızlar, çalan domraya ayak uydurup oynuyorlar, epey hızlı ayak oyunları var, acıklı bir balad da bile oynuyor kızlar, kutup tazısı eşlik edermiş gibi hızla dönüyorlar, onlar yaşamın ağırlığına karşın yaratılmış meleksi birer varlıklar, hafifçe konuşuyorlar, su, su derken suyun anlamını yitiriyorum onların dillerinde, belki de suyun gerçek anlamını kavrıyorumdur; su benim anlağımda gerekirse bir zehir olduğu izlenimini bırakmış artık, kızların su deyişindeki ipeksi akış, dilin tadı, benim ruhumu hafifletiyor, sakinleştiriyor belki ama kızlar gizem dolu yaşamın acımasız varyantlarından kurtaramıyor ne yazık ki dünyayı, neyse çocuksu, bir Ren yavrusu gibi bakışan bu meleklere; elişi tanrısının öğleden sonraki tüm işlerini bıraksak, ruhlarını öne bıraksak, acaba mutlu olabilir miydik...
Erkekler somurtkan, kibirli ve bir amaç peşindeymiş gibi geziniyorlar gölün kıyısında, öyle bakıyorlar ki çoğu ürkütücü, genlerinden mi geliyor bu diye soruyorum kendime, bu korkunç varsayımın ardında, ezilmiş, ürkütülmüş bir yaratık var, çelimsiz ve özgüvenden yoksun gerçekte, güven duygusunu bir savunma aracı gibi kullanıyor ve gerekirse saldırabiliyor içgüdüsel bir dürtüyle, acınası bir birlik, çözümsüz bir imgelem, tarih boyunca komşularıyla kavga etmiş, çatışmış ve ancak savaşmışlar, kan döküp, yortularla kutlamışlar bu içgüdülerinden gelen buyrultular kaprisini, yanında dantelli ve ince belli, korseli giysileriyle eşlik eden ruhların rengi kadınlar, onların melankolik (siyah), beyaz birer kuğusu gibi duruyor, söylersem kimler alınır bilinmez ki, gizlenmiş bir köle ve efendi ilişkisi bu ne yazık ki, kadın ona eşlik ediyor, sezilmez biçimde geriden geliyor kadın, giysisinin, entarisinin çelik korseyle büzülmüş beli ve aşağıda bir kasnakla kocaman dairevi bir görkeme dönüştürülmüş eteği, sanki önden gidiyor ama...
Hayır öyle değil, etek bir ufo -tanımlanamayan gök cismi-, tuhaf bir göktaşı, bir uydu gibi yanındaki eril varlığın çevresinde dönüyor belli ki, dikkatle incelendiğinde böyle bu, kim ne derse desin yörüngesini terk edecek olsa bu incileyin, alabildiğine narin görünen, güzelim yaratık bir süre sonra paramparça olup, dağılacak gibi duruyor, şu kamçılı zigotun yanında!.. Tuhaf ama yanılma payı yüksek, katlanırlık oranı da, bir o kadar yukarda, garip bir ilişki, kopma ve bağlanım oranı neredeyse eşit, kesin denebilecek biçimde aynı diyebileceğimiz bu tuhaflığın, gölün ışıkları ve yaprakları altında süzülen dingin manzarasında, ağaçların süslediği, büyüleyici ipilti, pamuksular ve kozaları altında, mavicil bir sis eşliğinde, bir düş gibi uzayıp giden ve öbür dünya izlenimi veren, bir auranın kozmik görüntüsünde, seçilmesi güç birer tansık, kutsanmış birer hayalet gibi, gölün kenarında, kıyılarda el ele yürüyorlar...
Bu yaratıkların tartışmasız böyle bir tavır takınmaları, inanın doğada da var, horoz, kartal, yılan, kaplan, puhu, boğanın duruşu, asabi ve saldırgan oluşu, erkek egemen, ataerkil toplum diyoruz biliyorsunuz, işte bir arpa boyu ileri gidemeyişimizin kanıtı mı bu, doğanın yasalarını bile geride bırakamamışız henüz, yazık demeyelim, yineleyelim, acınacak derecede, acınası ve tekdüze bir yaratıklarız biz...
Bizim bir horozumuz vardı, doğada tepeli kuşlar afra tafra yapıyor ya gerçekte, olağanüstü güzeldi, bir hayranı değildim, tapıyordum ona, tanrısal bir güzellik, kümesin, kümeleşmenin kralı, efendisi olarak yaşayıp, yemlere saldırarak, her şeye el koyup, çitlere boyun eğerek, tutsaklığı koruyarak yaşayıp gitti, ben köyümü terk ettim ama o sahibiydi, saldırdığı da oluyordu, bu horoz şimdi neye benziyor, erk dediğimiz, bireysel ya da bir öbekte görülebilen, toplu egemenliğin hışmına, politik bonkörlüğün, sınıfsal hiyerarşilere bölünüp, parçalarla dağıtılarak, altta kalanın canı çıksın hegemonizminin, neşe dolu varyantlarına, kadehlerin çarpıştığı kadanaların balolarına ve güvertede kalanların ötekilerce, göçmenlerce, yetimlerce, yurttaş diye nitelediğimiz öksüzlerce, sessizlerce paylaşımına; et ve kemik ideolojisinin uygarlığına, bir kan sirkülasyonunun kadim cenneti ve elem veren cinneti, anlayabiliyoruz değil mi...
Kızılca kıyametin krallığında hüküm süren, bin bir renkli gökkuşağını bile dize getiren, yeryüzünün horozunu, başında bir taç, -horoz tacı-, kıvrımlı, kırmızı, asimetrik sanısı veren, ateşsi, evrensel bir simetri, bir ortaçağ şövalyesinin tuttuğu flama gibi de dalgalanıyor, yarısı sarkan, mahmuzlu, kızıl bir toyrak, kardinal kavuklarının cinsi, tümüyle ona benziyordu, gagası taçla uyum içindeydi, taç yukarı, göklere doğru yükselirken, varoluşa meydan okurken, gaga aşağı, kayaları, taşı toprağı delmek isteyen bir kruvazör, bir destroyer, yok yok bir ekskavatör gibi kıvrılıyordu, kulakları küpeliydi horozun, yuvarlak, aşağıya doğru sarkan kırmızı, kızıl küpeler, nazarlık gibi, horozunda acılarının, ulaşılmazlık dolu özlemlerle kıvranacağının, acı çekebileceğinin ılık ve erişilir işaretleri, yer çekimine boyun eğmiş, horozun sevimli, düşsellikle yaratılışının arka planında, görünmez güçsüzlüklerinin olabileceğinin imi, horoza acıyın artık, evrenin, hurilerle dolu evinin, kokuların kokularla giderildiği cennetinin, eli kamçılı beyefendisi, öyle yaratılmış, niçin kızıp, her sorumluluğu, her kusuru, günahı, suçu ona yükleyelim ki, olan biten tüm dengesizliklerin, eşitsizliklerin sorumlusu neden o ve sürüp giden kurgulanmış sistemi olsun ki, sistemin hükümranı, gerçekte sistemin kurbanı belki, öyleyse konuşalım, bağıralım, çağıralım, meydanları kanla bezeyelim, evrim devrim diye afra tafra yapalım, ama yastığa başımızı koyduğumuzda, planetin her seyrü seferinde, alayların, taburların, bölüklerin, tabyaların horozu olmak için, düşlerin de ötesinde, düşler kuralım...
Biz küpeyi insan icat etti sanıyoruz, henüz hiç bir şey bulgulayamadı insanoğlu, horozun zülüfleri, kuyruğu, kuyruğunun yanından sarkan, simetri harikası, o spiral tüyleri o kadar göz alıcıydı ki... Boynu dikleyik, uzun, renkli tüylerin süslediği bir hiyeroglif, büyüleyici Kiril harfleri gibiydi, başı neden yukarda bu yaratılmışın, yaşamın geometrisinin, ezen ezilen diye sınıflara ta baştan ayrıldığı söylenebilir miydi...
Solucan neden yerde, başını neden kaldıramıyor, domuza yıldızları görmek yasak mıdır, gergedanın tanrısı güneşi bilmiyor mu, horoz solucanı acımasızca tüketiyor, bir şey yaratılıyor ve kurgulanıyorsa eğer, o sistemi değiştirmek için yıllarca yıllar kadar yıl çabalayacaksak, bu sistemi kuran, öngören ya da yaşama sunarak, bir düstur verenin düşünsel birliğinden kuşku duyuyorum ben, kuşku duyabilsin bazıları diye, bir senkron, denge peşinde koşulmuşsa eğer, duraksıyorum artık, dünya yaşanmaya değer ya da değmez, tartışılması gereken bu değil ama seçme hakkımı kullanmaya kalksam sonrasında konuşacakların, ağır bir yitimle, bir yenilgi duygusuyla, kaybederek, ezilerek, acılar içinde, hiç bir söz hakkı olmadan ya da havalara, havralara, duvarlara ya da Kırım'daki o ünlü kayalıklarda, denizin ve göklerin sonsuzluğuna, uçsuz bucaklığına haykıracak kadar umarsız geçen yaşamlarına da acıyorum!..
Yaşadın, yedin, içtin, kavga ettin, hak yedin, haksızlığa baş kaldırdın, ama ikisini de tanrıdan daha güzel ayırt ettin, nankör değildin ama biliyorduk ki şaşılası, kin tutmaz, cerbezeli, yağılık içinde piri mugan bir ermiştin ve ayrıcalık üretme sevdasıyla geçen ömürde, her cavalacivozluğu yaptın ama 'et tu Brute' işte, 'aşk olsun' niçin buraya geldin...
Hoş söylemler değil bunlar, iyiyiz, iyisiniz, iyiler, mutluyuz, mutlusunuz mutlular... Öyleyse şimdi, olması gereken oldu, safrayı attınız ve kendimizi kandırmaya ve utandırmaya kaldı gene valslerimiz ve topuklarımızın reveransı, zaman soyut, para tanrı işlevi görüyordur ne de olsa, değişen bir şey olmayacaksa da, sürdürün şarkılarınızı karıncaların su içtiği yerde, karşı çıkarak, haykırarak, yalvaçlar gibi adil olmaya heveslenip, bir tanrı gibi haksızlıkların başı ucunda hortlayarak, sizin gibisi yok, Havva kızının kızları, sizin gibisi yok Adem oğlunun oğulları, bir kere geldiniz, yaşayın, zevk alın, başkasının canına kast edin gerekirse, çalın, çırpın, acımasız, yırtıcı bir canavar gibi uçun ve düşmanlarınızı, kendinizden başka herkesi iğva edin, ilençlerle, kargışlarla, bukağılarla perişan edin ve kendinizden başka herkesi tamuya kurban edin ve bütün bunları söyleşi ve hedonizmin bir parçası ilan edin!.. Petrograd tanrımızın kalesiydi, İsa Mesih nasıl olsa kurtaracak bizi, öyle mi!..
Horozun kanatları, kanatlarından sağrısına, oradan yere doğru sarkan gövdesinin, ipek kıvamındaki uzun tüyleri o denli parlaktı ki, yeryüzünün tüm renkleri orada gizliydi, sarıdan, yeşile, yeşilden, kızıla, güneşle, rüzgarla ve ünle, şanla değişen renkler öyle göz alıcıydı ki, tüm dünyayı tozu dumana katacak, tek gizemli şey oydu, bu renkler, renk birliği ve büyülü parıltılar nasıl gerçek olabilirdi ki, verevine bir S harfi gibi uzanan tansık dolu salınım, belki de imansız bir çığlığın, görkem dolu renkleri, kandır bizi tanrıcığım kandır bizi... Bizi yaşama bağlamak için bu çaban neden, bizi aldatmak için bu kahreden parıltı, bu can alıcı elmas, efendilerin mozaiği neden, gözbağcılığın yeter, dur, yaşamı yadsımıyorum, inanıyorum ve coşkuyla, hıçkırıkla, haykırışla, inleyişle aldanıyorum, tapınçla, hırsla, kahreden bir bağırışla, canhıraş bir çağırışla inanıyorum ona ne yazık ki, her şey iyi, her şey ela gözlü ceylanın ak sütü gibi ve her şey o denli olağanüstü ki...
İşte Maria gene çılgınca oynamaya başladı, tek başına, işte asıl soru bu, kuş nasıl uçar gökyüzünde, Maria neden oynar yeryüzünde, ilk fırsatta neden yeni bir aşk ararcasına; Viking kızılına boyar saçlarını, bir türlü anlaşılmaz, ama işte birden gök gürledi kuzeyin ormanlarında, oradan kara bulutlar şimşek gibi yaklaştı, Maria'nın tebaasına ani sağanak, yıldırım gibi saldırdı, yağmurun okları, bir kılıcın göz yaşları gibi düştü gölün üzerine, kırları ve ormanları ıslattı, bir kutsalı yerine getirircesine, bir günahı, bir bağışı silercesine... Yararlılık duygusu değişken; bizi pişman eden yağmur kalanları sevindiriyor ve tüm doğa ve her şey yağmuru kutsuyor işte ve ulu bir ruhla, iniltiler içinde bir serzenişle, eğilişle, şükranla ve kanla süslenmiş, kalplere götürülen eller, çelenkler, küflü yeminler, dirimcil antlar ve anıtların süslediği bir kalabalık, konfetilere doyurulmuş meydanlarla tapınıyorlar şimdi biliyorum...
İnsanlar zevk ve sefa içinde ıslanarak topladılar eşyalarını, kaçıştılar yağmurun altında, köyün tanrıçası Maria'nın yaşam sevincine ortaklık eden kullarıyla, deli dolu haykırışlarla döndüler köye...
Maria yarı yolda tanrının neden göklerde arandığını biliyorsunuz değil mi dedi, yağmur, kar, yıldırım, şimşek, rüzgâr, beklenmedik her şey yukarıdan, göklerden gelir. İnsanlar, baştan beri tüm insanlar, demek oralarda, o var demişlerdir ve bu yüzden tanrıyı göklerde aradılar. Bir adadan ayrılan geminin, adanın gözden kayboluşuyla, dünyanın yuvarlak olduğunu sezebilir insan, dünyanın yuvarlak olduğu sanısıyla yan yanayız ama tanrının göklerde olduğunu anlamak için daha ne kadar bekleyeceğiz.
Tanrı yoktur, tanrı biziz, tanrı her yerde demek kadar, şu da sönmüş bir yanardağla kol kola yüzen bir düşünce metaforudur ne yazık ki; Tanrı kimdir... Salt kemik değil, bir kıkırdakla bile berkitilmemiş bir organımızdır dil ne yazık ki. O gün köye dönerken Maria'ya (yağmur suyu demek), bir inci gibi çiseleyen, omuzlarımıza tüneyen damlaların altında, her zaman dinlediği gibi, bir şiir okudum. Yağmurdan önce, güneşten sonra, belki kederlenmiştim, karamsarlığa, umarsızlığa övgü düzüyordum belki de, iliklerimize işleyen, buz gibi yağmur sularının hızlanışı ve tanrının uğuldayan, göklerden yeryüzüne, yeryüzünden göklere doğru yükselişine, haberci Merkür gibi inleyen, sürüklenen rüzgârlarına ağıt yakmıştım...
'Kimim ben yollarda şarkılar söylüyorum bugün. Yarınsa gizemlerle yüklü bir ölü olacağım. Kim yaşıyor bu tür bir krallıkta, büyülerle süslü kısır bir karanlıkta, Önceleri ya da sonra ya da bir zamanın dışında. Bu yüzden gizemcilere şöyle dönüp bakabilirim. İnandığımı söyleyebilirim. Ben cennet ve cehennemi kendime bağışlıyor değilim, Öngörülerde bulunmakta istemem. Her insan kendine mit yaratabilir, Proteus'un anlam kaymalarıyla çözünmüş biçimlerine kanabilirim. Karman çorman bir işin dolambacında, dev bir parıltı kör ediyormuşçasına. O zaman yazgımın görkemi ve utkusu geri dönmüş olacak benim. Tutsak bedenimin ruhu bana sunulduğunda bu macera bitmiş olacak. Ölüme ilişkin her şeyi anlamak isterdim ben her şeyi yaşamak? İşte o zaman unutuşu içmek isterdim saf-kristalinden, Hiç bir zaman düşlenemeyecek denli; bir sonsuza giderken ben.'
Yüzüme doğru baktı Maria, bir ağırlığın altında ezilmiş gibi, büyümüşte küçülmüşsün sen der gibi, ne de olsa yeni yetmelik çağları. Sırlarımızı gizler miydik Maria'yla, belki de her büyük, kendisinden daha büyük olanın karşısında, bir çocuktur şu dünyada!..
17
Gençlik Güzel Şey diye Herman Hesse'nin bir kitabı var, öyküsü var daha doğrusu, gençlik çağlarına doğru geliyordum artık, sonradan insanın sonsuza dek çocukluktan kurtulamayan bir yaratık olduğunu anlasam da, müzisyen olmayı ya da müziğe ruhumun daha yakın, yatkın oluşu Ludwig denince daha çok heyecanlanmama neden olur benim, URSS, CCCP, sovyet sosyalist cumhuriyetler birliğiydik biz doksanlı yıllara kadar, Ukrayna bizim için o yıllardan sonra gerçek oldu, Russiyan toplumlar, kutupsuz deyimlemenin Slavik toplumu edebiyat ve güzel sanatların dallarında oldukça iyidir, bunun nedeni özel yetenek, zorlu çabalar veya karakteristik özdeşleşme filan değildir, bazı toplumlar sanata diğerlerinden daha çok değer verir, yatırım yapar, bale, dans, müzik, heykel veya sanatın diğer alanlarında ki gelişmenin tek nedeni, olanaklar dünyasının genişliği, yaratılmış göreceli uçsuz bucaksızlığıdır, sanatın ruhu kovuklara bile sinebilir artık. Bunun gözden kaçırılmışlığı ve yönetimdeki bürokratik monopolün istenmeyen varlığı yüzünden, toplumlar ve her yoğrulmuş toprak pagan çağlara kolaylıkla dönüş yapar, ekonomik kriz, çapul ve savaş, kitleleri geriletir, sanat ve estetizm giderek duraksar, toplum moronik sendromlarla oyalanır olur, bu periyodiktir yeryüzünde, kuşaklar ve çağlar değişir, estetik ve göz alıcı yaşam, mağaramsı görünümlerle dolar, gerçekte sanatın ve estetiğin olmadığı ve bir şeyin değişmediği, açlık ritüeli ve mide lirizmiyle geçen yüzyıllar zootizmdir, bir tür Ademleşme, hiç bir yaşam nosyonu estetik barındıracak düzeye gelememiş ve yüzler içtenlikle gülümsemiyorsa, gülü koklayamıyorsa tüm esrikliğiyle toplum, orada bir yaşamdan söz edilemez, beşeri değil, ruhanidir yaşam, bilindik yaşamdan ne denli uzaklaşırsa kitleler, o denli yaşayabilir, temel gereksinimleriyle bir obezite cennetine kavuşan insanlık yaşamı yadsıyordur özelde, beslenmenin ve temel gereksinimlerinin çözüldüğü ama estetik duygularını yaşayamayan, dile getiremeyen hiç bir insan, varlığından, var oluşundan söz edemez, kafeste beslenmiş bir kuş gibidir o, ötüyordur, kısa uçuşlarla geçmişini özlüyordur, belki çoğalabiliyordur da, ama o bir kuş değildir gerçeklikte, canlılık belirtisi gösterebilen manipüle bir nesnedir o, bir kobalt ve kobay mı diyeyim orijin olsun diye ve kendisi de değildir artık o, varlığına yabancılaşmış, bir tür olmaktan uzaklaşmış, gerçekte bir cansız varlıktır, bir ölüyaşar!.. Yaşam belirtisi kendisinden uzaklaşmış hiç bir varlığı canlı saymaya, yaratılmış bir varlık olarak benimsemeye yeterli değildir o, bir sapmadır yalnızca ve bir tümör ve bir anomalidir gerçeklikte, kemanın tellerinde yaşamın tüm engebelerini ve yüzyılların gelgitlerini, bezdirici boşunalığını okuyabiliyorum ben, keman konuşan tek müzik aleti gibi geliyor bana, neşeyi ve acıyı, sığlık ve derinliği onun kadar dile getirebilen bir müzik kutusu yok şu yeryüzünde, varmak istediğim bellem, tekil orijin şu, bir yerde yüz kişi keman çalıyorsa, diğer bin kişinin keman çaldığı yerde, bu yüz kişiden daha iyi keman çalan biri kesinlikle olacaktır, çünkü çoğunluğun geliştireceği varyasyon, azınlıktan daha çeşitli ve gelişmiş olmalıdır doğallıkla, bu matematiğin sihri değil bir kuralıdır, onların becerisi, büyüsü, sayıların evrene hükmeden yapısından, açık seçik göz bağcılığından kaynaklanır, çoklu düşünce, daha çok ayrıntı, daha çok düş gücü ve daha çok deneyselliği getirir beraberinde, sanatta beceri, o işe emek veren insan sayısıyla doğru orantılıdır ne yazık ki, kemanın bile olmadığı bir yerde olağanüstü bir sanatçı çıkmış ve rekabetin kutsandığı kurtların dünyasında, ötekileri alt etmişse bunun adı aritmetik büyüsellik diye süslenerek sunulabilir ama buna niçin sevinmek gerekir, ağızlara çalınan bir parmak bal insanlığı niçin mutlu eder ki, bunun adı derinlerde, çarpıtılmış gerçeklik ve mono bile değil, ultra mazohizmdir, toplumlar kendini oyalamaya ve yalansı kutsamalarla aldatmalara bayılır, gerçekte o ülke, şu ülke diye bir şey yoktur, acı çeken ve bunların emeğini sömürerek geçinen yaratılmış üst sınıflar, berkitilmiş katmanlar, daha güçlü bir ülkenin sömürdüğü işbirlikçi ve narin bir azınlığa dönüşebilir kolaylıkla, sonsuz ikilemlerle süregelen, insanlığın anlaşılmaz ve ürkütücü, insanı dehşetin karanlık koridorlarına sürükleyen kadim sorunlardır bunlar, dil, din, sanat, edebiyat, ağır sanayi, hafif endüstri her şey bir sömürü ağına ve dev transatlantiğin bölüntü kamaralarına, katlı kompartımanlarına dönüşebilir yaşamda, yaşamda hiç bir şey; günahın biricik sorumlusuna, cinayetlerin baş tacı kahramanlarına dönüştürülemez, bir mekanizmanın ahtapot gibi uzayan ve görünmez, sezilmez kollarıdır her şey gerçekte, görünmeyen bir bağla işbirliği içindedirler, kendileri bunu bilemeyebilir de, yoksa kablolar kolaylıkla karışabilirdi de, bilinmezlik, açık gizem ruh sağaltır ve işlek bir geçiş sağlar zulmette, bir tür erki, soyutlanabilen gücü elinde tutan ejderha topluluğu, sayısal kitlenin, azınlıkta bile olsa; acımasızca kendi toplumunu yok edebilen bir otoritesidir, düzeni bozan odur, bildiğimizse; yürüten odur biçimindedir ve kendini sınıfsal ayrımın dekadan görkemine hapseden, aşağılık düzenbazlıklardır olup biten gerçekte ve iç içedirler ne yazık ki...
Belki şu panorama da, kimi zaman bir kişi dünyaya bedeldir ama bu yüzyılda bir görülen cinslemin tansığı sayılabilir ancak, tenimiz, benimizde bir tansıktır aslında, ama büyü derler hazımsız toplumlar, bu tür saydamsı açınımlara, totemik düşlerle süslerin olan biteni; inanılmaz bir şey gerçekleştirmiştir evet ama tanrı eğer tansığın, büyünün, el çabukluğuyla, tılsım ve sihrin yanında olup, gerçeğin, emeğin, çabanın, çalışmanın yanında olmasaydı, dünya Samson'un sütunları gibi bir gecede çökerdi, bu tür büyülere bel bağlamak tanrıyı yadsımaktır, yaşamı hiçlemek ve zorlu çabaların hakkını albıza, bir uğruya bırakmak gibi, bir tür silikonsu gerçekliğe yol alıştır, ilginçtir dünya, sömürülenler bu tür kahramanlarla yüzyıllarını geçirirler, oysa tek bir kişinin kurtaracağı dünya, kurtarıcısını bekleyen bir dünya, kurtuluşun istenmediği bir dünyadır, şu haliyle bile içler acısı insanlık, zaman geçmiyor, geçip giden insanlığın kendisidir, tüm bir boşunalıkla...
Kültürün iki asal özütü var, dikey olarak niceleyebileceğimiz kitlesel sayının giderek artımı, yatay olarak niteleyebileceğimiz kültürel donanım alanının genişliği, sayısal çokluk, sanata el uzatanların kalabalıklığı sanatın boy atmasını kolaylaştıracaktır ama kültürel derinlik ve yatay olanakların sunumu, müzeler, kütüphane, gelenek ve geleceğin tasımlanarak, uzayın ve geçmiş çağların kültürü, eski ve yeni, görsel, dilsel ve düşsel, tüm kültürel alegoriler bu kitlelere sunulmuyorsa çoğunluktan yarar sağlanamaz, ikisi paralel olmalıdır, ne denli resimle uğraşan sayısı çok olsa da, bireyler birliğinin kişisi, Rublev'i biliyor, ama Malevich'i bilmiyorsa onun ürünleri gizli bir yetersizliği barındırma olasılığı taşıyacaktır, yine Korsakov'a övgüler düzüp, Haçaturyan denilince sessizliğe boğulanda müziğin derinliğinden yoksun biridir, ayrıca sanat komplikedir, güzel sanatların ve hayatın tüm dallarından olağan bir bilgi ve görgüye, donanım ve görüngüye sahip olabilmelidir sanatçı, -gerçekte tüm insanlık, yoksa neden yaşanır ki- Lem'i okumalı, Pavese'yi tanımalı, hiyeroglifden anlamalı, mimariyi bilip, seramiği kavramalıdır, Bosch'un karşısında dili tutuluyorsa, doğulu Siyahkalem'den haberdar olmalıdır, bunun aksi şu sorunu doğurur, Malevich'i bilmeyen ayrımında olmadan onu yinelemenin tuzağına düşebilir, o yoldan geçenlerin, uğrayanların varlığını bilseydi türümüzün bireyi, yeni bir resmin atomik parçalanımını imgeleminde canlandırabilmesi daha kolay olacaktı ve sunumu daha güçlü olabilecekti, türün öbür bireylerine karşı ve belki de bir yerde bilinenin, öte yanda bilinmemesi, onu bir dolayımla, ayrımında olmadan ve belirttiğimiz gibi bir yinelemeye, bulgulanmışı bulmaya sürükleyebilecektir artık.
Gerçekte herkesler -biril çoğunluk- bir denge tutturabilir şu dünyada, ayrımlar birbirine yakındır şaşılası biçimde ve ussal terazinin kefeleri öyle korkunç farklılıklar göstermez, Kiev'de beğenilen, Lviv ya da Harkov'da da beğenilecektir kolaylıkla, Odessa'nın çanları, Voznesenski (ah, Andrey'in elektronik çangırtıları ah) ya da Kovel'de de çalacak ve eşlenimle kabul görebilecektir, bu dünyada da böyledir, bu bir yönlendirmeden ziyade, doğal yurttaşlığımızın eARTh birliğidir. Kültürün en gözde yayılım biçimi, doğal algı metotları olmalıdır yine de, hepimizin ortak bilincinden süzülen bir resmin, içimizden bir figürün -esinçocuğu- paletinde canlanıyor olması, geleceğin düşlenebilir olduğunu gösterir, biliniyor olabilir gelecek, oysa bu verileri bir bilsaya -kompüter- yükleseydik, aynı resmi çizebilir ya da öngörebilirdi, sanat için olası tehlikede budur, ama doğal algı yoluyla, manipüle edilmemiş kitle ya da bireyin dışavurumunu öngörebilmemiz çok daha zor ve olasılık dışıdır, kompüter bile yanılabilirdi o zaman, sanat bilinenin bilinmeyenini değil, bilinmeyenin bilinenini sunabiliyorsa, bu konuda bir derinlik, daha kayda değer doneler oluşturabilir vizörümüz diye düşünmekten kendimi alamıyorum, ama üzülmemek gerekir, düşünmek, düşünüyor olmakta bir sanattır...
Sanat adına bu tür düşüncelerimizi, vargılarımızı temellendiren alışkanlıklarımızın, ileti ve dalgalanımlarımızın kökenini Marks geniş bir çerçevede ama tek bir tümceyle açınlamıştır; 'İnsana ilişkin her şey kabulüm.'
Şu durumda bile içler acısı insanlık diyoruz da; düzensizlik, aldatı ve hile, bu denli başat olabilen bir şey olsaydı, kıyamet çoktan kopardı inanın, yaşıyorsak, yeknesaklık adaletimizdir, eğrisiyle doğrusuyla adil olmaya çabalayan bir tanrısı vardır dünyanın ama kahredici olanda budur, yüzyıllar boşa geçiyor ve soydaşlarımız ölüp gidiyor, kimin için, tanrının adına, yeryüzü adına ve gelecek kuşakların bekası adına, bunun kadar saçma, vahşiyane ve acımasız bir düşünce olabilir mi, yine de ayakta duruyor bu düzenbazlık, tanrının kıyameti; küresel diye bir klişeye çevirdiğimiz dünyayı boyunduruğunu çıkararak, yörüngesini bozarak silip gitmesi en kolay şey çünkü, yaratılmış bir us dışılığı bir anda yıkmak, onu sonsuza dek eleştirmekten, yok saymaktan ve hiçlemekten çok daha kolay olur ve körlemesine bir boşunalık taşırdı, dahası acımasızca olurdu bu, ruhsuzca ve yetersizliğin güçlendirdiği bir biçimde gaddarca, kıyamet olmayacaktır elbette, tanrı emeğini kendi yaratılmışların düş gücünü kontrol edemediği ya da bunu bir türlü beceremediği için cezalandırdığında, salt kendini cezalandırmış olurdu, bu tanrının canına kıymasıyla eşdeğer bir şey, tanrı kendini öldürecek güçten yoksundur bu yüzden, kaldıramayacağı kadar bir yükün altına girse de, girmese de gücü sınırlıdır onun, Pandora'nın kutusu açılmış ve olanaklar alanı yeryüzüne ve evrene yayılmıştır bir kere, geri dönüşü yoktur ve kıyamet bir söylence olup, olanaksızdır ne yazık ki, bu yüzden ağır aksak gidiyoruzdur belki de, ölüm yok çünkü, bir kaostan bir türlü kozmosa geçiş yapamayan düşüncelerin acıları ve kemanın tellerindeki sonsuzca değişen seslerin, acı tatlı anıları vardır artık yalnızca...
Tümüyle eğretilik, ariyetle -ödünç, borç- yönetilen bir dünya, ışığı tükenmiş bir nova gibi kendi içine doğru çöker, kovulup giderdi evrenin sınırlarının dışına doğru, bunu demek zorundayız, çünkü yaşıyoruz, yaşadığımız sürece bir yanımızla iyimser olmak zorundayız, bizim yakıcı düşüncelerimiz, bizi yücelten düşüncelerimiz, bizi var eden, yok eden, hiçleyen ve tanrılaştıran, şeytanın çatal mızrağının süslediği yollarda, nereye gittiğimizi bilmeden koşturmamıza neden olan düşüncelerimizdir ve bir umar arayışımızda bu yüzdendir, demeliyiz ki düşünceden başka bir şey değiliz biz, salt düşünce...
Bir arayıştır bizim başımıza gelen, dayanılmazlık, katlanılmazlık ve soyumuza yönelen alışkanlıkla kutsanmış şiddet, çılgınca arayışın yıkıcı sendromlarıdır. Sonsuz güzelliğin, esenliğin arayışları, estetik çaba ve haktanırlık olabildiğince vardır ve olmalıdır, yazgılarımız içinde kül olup gitmekliğimiz, evrenin aksayan yanlarıdır biliyorum ama zorlukları aşacak bir tanrı ve onunla işbirliği yapacak yaratılmışlar birliği, bu sorunu aşacaktır günün birinde, robotlaşsak da, siborglara dönüşsek de, bir gün yaşamın tadı, hiç bir zaman olmadığı kadar sonsuz ve hiç bir zaman ulaşılmadığı kadar haz verecektir maddenin büyülü yaşamına, varlığını sürdüren dünyalılar olabilmenin enginliğinde, yeryüzünün tanıklarını sarhoş eden dalgaların maviliğinde, elbet bir gün düşünmeyi, sevinmeyi, gülmeyi ve aşkı öğreneceğiz, çabalarımızın çok büyük bir bölümü, hemen tümüyle insanidir hala, mülkiyet, para, otorite hevesi, egolarımızın henüz törpülenmemiş ve atalarımızın ben merkezli, ilkel içgüdüleriyle donanmış olup, yüzyılların içinde zerre kadar bu deneyselliklerden kurtulamamış olmamız, umutsuzluk anlamına gelemez, insan, özünün prangalarından, ufku daraltan boyunduruklarından kurtulacaktır, tanrıyla yer değiştirecektir, tanrı kavramını ileri sürmesi de, bu yeteneğinin göstergesidir ne yazık ki, ne yazık ki çünkü hala bu kavramı gereğince, yeterince değerlendirememenin ezilmişliği içinde, yarattığı devin altında yok olup gitmektedir, tanrıdan kurtulmanın yolu onu yadsımak değildir, her ikisi de bir klişe bir alışkanlıktır tanrının varlığı ve yadsınması, tanrıdan kurtulmanın yolu, tanrı olmaktır.
Mitoloji dünyası yarı tanrı katına varmak istiyordu, biz ise diğer yarıyı arıyoruz ve kavuşmalıyız, düşüncenin saflaşması ve maddenin şiddetten uzaklaşmasının yüceltilmiş bir yoludur bu...
Eğitim sistemimiz, okullardaki anılar her yerde görülen cinsten sıradan şeylerdi, eğitim otoriteye bağımlılığı aşılıyor, dünyevi hilebazlığın barakadan sarayları onlar, otorite ne kadar yaşama bağlılık gösteriyorsa, görecelilikle sizin eğitiminiz de daha esnek, daha hafif ve değer farklılıkları gösterebilir, eğitmenlerin sevecen olanı, sertçil olanı ve orta yolcu şamakonları her zaman vardı, birinin kırdığı kalbi, diğeri onarmak için gönderilmişti sanki, eğitim benim ilgimi çekmedi, bazen kendi kendimize ya da başka habitatlarda, flora ve faunalarda çok daha güzel şeyler öğrenebiliriz, hayat mektebini bitirmiş sözü de buradan geliyor olabilir, daha iyi bir eğitim sistemini bulduğumuzda, bu yöntem tarihe karışacak, belki de yok olacak, gelişmemiş, kendini aşamamış bir varlığın bir sonrakini eğitmesi bir yinelemedir, acı gelebilir ama bir ihanettir, tekdüzelik ve zaman içinde bir geriye dönüştür, kanımca eğitim kökünden yok edilmelidir, dilsizleşirdik eğitim olmasa diyebiliyoruz, yaşadığı dünyanın içine doğan hangi varlık şaşırıyor, karınca eğitiliyor mu, arı bizden eksik mi, bizim türettiğimiz bir söylenti bu, tam aksine biz kazanımlarımızı yakıp yıkarak ilerleyen tek türüz diyebilirim şu dünyada, üzerinde düşünülmesi gereken tuhaf ve çıkmazlarla süslü dolambaçların, başlangıca açılan kapılarıyla dolu bir labirent bu eğitim. Taş ağ!..
Bizim egemenliğimiz dinozorsudur ve bitebilir de!..
Bizi kökten uzaysıl kılabilir de, değişen bir eğitim sistemi, yeni bir tanrıyı bulmamız gibi, ama bir şey terk edilmedikçe alışkanlıklar sürüyor ne yazık ki, öyleyse tanrının peşini bırakmalı, eğitsel yöntemleri de tümden yok etmeliyiz, başka bir yöntem bulamaz mıyız, olamaz mı, başka dünyalar var mıdır demeyi andırıyor, başka dünyalar o kadar çok ki, ama siz onu bulmak istiyor musunuz, gerçek sorun bu, onlar neden gelmiyor demeyin, siz ilk okul öğretmeninizi bir kez olsun teşekkür etmek için arıyor musunuz şu yaşamda, tümümüz böyle miyiz, siz başka dünyaları aramak zorunda olduğunuzu düşünüyorsanız eğer, bulacak olanda sizlersiniz, bir dünya, başka bir dünyayı hiç bir zaman gereksinmez gerçeklikte, yenilik ürkütücüdür, bu ona karşı çıkmak değil, doğal bir dürtü, arayış kendi iyiliği, yaşamı ve ölümsüzlüğü adınadır, ölünce cennete gitmeyi düşlüyoruz, o nerede, arayın, böyle bir şey düşünmediğimize göre, cennet bir yalan, yanılsama diyelim, ama başka dünyaları aramak gibi bir düşüncemiz varsa bu bir gerçekliktir inanın, evrende aranan şey, kesinlikle var olan şeydir. Kavramlarda çatışır.
Neyse yaşama tepkili olmam doksanlardan sonra (1991) azgın bir sele dönüştü, varlığımız, bizi hiçleyen bir kavrama dönüşmüştü ne yazık ki, kendisini duyumsayamayan yaratıklar olmuştuk, anlatacağım başka bir gün... Köye Yunanlı bir kadın gelmişti, Slav ruhunun sindiği bütün toprakları, aşkla solumak istiyormuş, bu kadın ikide bir Morina balığıyla uzo içmekten söz ediyordu nedense, köyün yaşlısı Pavel onun bu yinelenip duran patavatsızlıklarına olmadık bir komplimanda bulununca, Eleni ona uzuvların yerinde mi diye bağırmıştı, herkes öyle bir kahkaha attı ki, Pavel'in yüzü kızardı birden, çünkü Eleni, adını Eleni diye anımsıyorum, dirimsel bir gelgite parmak basmıştı haliyle, unutmadan söyleyeyim ki eğitim konusunda, bizim köyümüzde bile konservatuvar ayarında bir yapı vardı, kutsal mabedimizdi doğallıkla ve kaçınılmazlıkla, eğitim olanaklarımız çok iyiydi gerçekte, ama yaşam her şeyden üstün, her şeyin iyi olması -bu iyi sözcüğünü, alışılmış bir durağanlık, biteviye bir tek düzelik ve bıktıran bir çöküntüler dünyası olarak algılıyorum ben-, onun yansımalarının da çok iyi olabileceği kesinliğini vermiyor, veremez, matematik yoksulları sömürmenin bilimsel yolu diye bir düzenti var, evet eğitim dinmez bir sızı benim içimde, eğitim bilisiz ve edilgen sürüler yaratmak için bir maskedir belki de, belki de değil öyle!..
Eğitimli hiç bir insan, hiç bir zaman, kesinlikle baş kaldırmamıştır şu dünyanın oldu bittisine, eğitim yaratılmış ve sürüp giden nihilizme onay verecek, boyun eğecek ve onu ölesiye savunup, korunması için kitleleri ölüme sürecek, -sürükleyecek değil- olan otoritenin otomatlarını yetiştirmektir.
Ne Zapata ne Rasputin eğitimli değildi, çarın büyücüsü kale içerden çöksün istedi ve 17 Ekim devrimine giden yolların gizli kahramanlarından biriydi, köhnemiş Romanofların düzenine son saniyeye kadar bir kobay gibi boyun eğmiş göründü ama o bir değişkeci ve gerçek anlamda bir devrimciydi, anlamak ve bilmek için araştırmak ve incelemek gerekir, çelişki değil bu, Kiril tabletleri okuyup, incelemek başka, bağımlı bir sosyolojinin şövalyeliğine soyunacak primat sürüleri üretiyor olmak başka...
Zapata ise alaylıydı, doğuştan eşkıya diye nitelenen vulger sınıfın Don Kişot'u!.. Eğitim, ölüm ve öldürmenin, sınıf ayrıcalığının, cennet ve cehennem biyolandına sadık canlılar üretme ve violentizmin uygarlığıyla, esnek profilden, ari, çıkmaz sapakları hilekârlıkla dolu bir dünya barbarizminin sürüp gitmesine payanda olacak, erilizmin tutsağı olmuş, zincirlere vurulmuş, gerçekte düşlemsiz, yalnızca gövdeleri olan, insan yavruları üretme çiftliğinin adıdır.
Gerçeklikte hiç bir insan, ne ateist olabilir, ne bilinçsizce her şeye karşı çıkan bir anarşist, ne eşkiya, ne uğru, ne de bir Spartakist, eğitilmiş insan çağımızın vebası, karşı koymak bile bir çeşit işbirliği sayılabilir mottosu uyarınca, ancak kalbur içi, düzenin esnek sınırları içinde, kafeini alınmış bir panzehir, bir Karındeşen Jack olabilir o ancak, izin verildiği ölçüde pankart taşıyacak, yücelimi, görüngüsü, koordinatları belirlenmiş bir seviyede flama sallayacak ve kaldırımlarda ezilenlerin önünde, serbest kürsülerde -serbest kürsü, zavallıların sintine boşaltma klozeti- bellediği retoriklerle ağzından salyalar akacak ve günü geldiğinde ezenlerin arkasında, görüşme masalarına oturmanın, eli ayağına dolaşarak, düşü, düşüncesi bağırsağından yayılarak, bir beyin jimnastiği yapma bağışı sunulduğunda, eni sonu -bu görünmez- yürüyerek işi, direnişi, yükselişi olması gereken frekansta tutmanın mutluluktan uçan aczi ve kitleleri uyuşturan kadrinin kutlanışı ve yaşa var ol nidalarının yankısı ve gerçekte hainler kralı Azev olmanın hazzı ve perakende bir mal gibi düzenlenip, uzaktan kumanda edilen ambalajının içinde, günü geldiğinde hesabının görüleceği bir ahir zamanın, öbür dünyasını boylayacaktır, öteki dünya, barbarizmin, bir ölü cinayet, bin ölü istatistiktir kuralı uyarınca kurban olmuş, niceliğin insanı olmak bahtsızlığıyla, zorbalıkla ölüm kuyruklarına sokulmuş, kimsesizler mezarlığının adıdır, ölmüş yığınların holiganlarının kararlarıyla kahramanlar yaratarak, anıtlarını diktiğimiz, onur ve şan bağışladığımız hiç bir insan bir kahraman değildir, karşı koymanın sınırlarında cirit atmış, ortak belleğimizin, yönlendirilmiş kurgunun olabilirlik alanını tüketmeye ç/alışmış, bu uğurda zorlanan hiç bir ölümlü, bir karışlık düşüncenin bile değişmesine önayak olamamıştır şu dünyada, ortak yargılarımızın kıyılarında dolanan hiç bir insan kahraman değildir, cesaret neden korkacağını bilmekse eğer, o yaftalanmış bir kurban, seçilmiş bir korkak veya ortak dünyalarımızın bir oyun ve kıvılcımı içinde en kahraman rıdvan (başmelek) olabilir ancak... Kahraman hepimizin, tüm insanlığın karşı çıktığı bir şahmaran olabilir şu dünyada, Kırım ejderhası, ne yazık ki anasından doğmadı!..
İsa bir girişimde bulundu, şükredelim ki peygamber olduğunu bilmeden ölmeyi başardı, tüm insanlık adına ayrıcalıklıydı, her şeye karşıydı doğallıkla ve ama olmadı, ölümünden hemen sonra onu aslına, bellemiş olduğumuz insanlığın, düzmece kahramanlarına uydurma -benzetme- girişimleri başladı ve o hepimizin sevdası oldu, şu an ayağa kalkabilseydi eğer o, İsa, peygamber diye nitelendiği için kendisinden utanacaktı, o Jesus'tu oysa, tanrının oğlu, hiç kimsenin peygamberi, ancak böyle olabilirdi o, gene de çarmıhı onun bu dünyaya layık olmadığını imliyordur, gizil ve kimselerin üzerinde durmadığı bir gerçeklikle, mutludur belki de yattığı yerde, şu dünyada hiç bir şeyi değiştiremeyen bir kahraman olarak ölmüş olmayı bilmektense, herkesin kargışladığı ve acıyarak baktığı bir ikon olmak, böylesi bir insan için, tanrının yanında olmak gibi bir ayrıcalıktır neredeyse ve hakçası, doğrusu da budur, ilencin ve aşağılanmanın kulluğu; değişmeyenin yüceltilen ve alçakça sürüp giden bir kısır döngünün kahramanlığından yeğdir...
Sonraları glasnost, perestroyka kavramlarıyla oyalanacak, böl ve parçala yöntemiyle insanlık yüz yıllardır süren avuntu yöntemini yine uygulamaya koyacaktı biliyorsunuz, o günler gökselleşen teorinin yeryüzünde kargaşaya yol açtığı, bildik, bir tür dünyevi narodnizm günleriydi, o günlerde sık sık dalıp gittiğimi biliyorum, yorumlarla, pişmanlıklarla, yaşamın gelgitleriyle sürüklendiğimiz belirsizliğin görkeminde, acıyla dolu, tanrımıza sığındığımız günler, acı dediğimiz şey kimyasal bir reaksiyon mudur, bir draje aldığımızda toprağın işlenmiş elementlerinden mutluluk sarhoşu olabilir miyiz biz, bir insanın kaslarla süslü çemberinde, deliliklerle taçlanan bünyesinde, olup biten umarsızlıkları, bir kuvözde hormonlar enjekte ederek değiştirebilir miyiz, biz kimiz ve neyiz o zaman.
Gerilerde kaldı o anılar, o düşünceler, sözü edilecek, yazılacak o kadar çok şey var ki, yılancık çıkaran tüylü bir varlık gibi, dilimin dönmeyişi, usun sınırlarının olduğunun göstergesi... Belki hiç bir zaman, hiç bir amaca ulaşamadan ölüp gidecek -türümüz- insanlık, tanrım o gün baş ucumda göz yaşı döktüğünde hiç şaşırmayacağım, İsa'nın babası; içimizden biriydin sen biliyorum, ağlama boş yere, söyleyemiyorduk belki ama gerçekte; hepimiz birimiz için, birimiz hepimiz içindik, ama yenildik, yenildik tanrım senin düşlerine, kurguladığın evrene, seni insan suretinde çizdik, seni bilinmezlikle yücelttik, kusurlarınla süsledik, her günahı, her ateşten yaşamı ve her yalazın yakıcı sarhoşluğunda, acı dolu haykırışları, çığlıklarla sürüp giden feryadını, tavafını, erginliğin, kendinden geçmelerin, kutsanmış baygınlığını, esirgeyen bağışlayan ululuğunla, yücelmişliğini sana adadık ve seni eşsiz, yenilmez bir silahşor bildik, birimiz hepimiz için, hepimiz birimiz içindik gerçekte, bağlılığımıza yeminli, bağıtlarımıza boyun eğmiştik zamanlar boyu ve işte seninle başlayıp, seninle bitirdik maceramızı ve evrenin uçsuz bucaksızlığında, seninle dolup taşan, seninle başlayıp biten kozmikomikliğimize yenildik biz ve cezamızı çektik, neden üzülelim ki, her an, hep birlikte, birimiz hepimiz için, hepimiz birimiz için değil miydik!..
Köyde atları yaz başında dağlara salardık otlasın diye, Stepa'nın atları çoktu, ata meraklıydı adam, bir gün bakmış ki bütün atları çalınmış, at hırsızlarının işi, at hırsızı, yalnız bu işi yapan insanlara dendiği için uydurulan bir deyim, özel bir nişane, herkesten farklı bir ayrıcalık, çiganlar, yersiz yurtsuzlar ve panayır esnafları bu işe yatkındır, Stepa şaştı kaldı, bütün varlığı elinden gitmişti adamın, ama bir gün Kırım (Azak) denizinde bir adaya yolu düşmüş onun, bu olayı ondan dinlemiştik biz, adada faytondan başka bir araçla gidilmiyormuş, Stepa'da zevk olsun diye binmiş, ama birde ne görsün, çalınan atlarından biri değil miymiş çalımla nal süren, hemen inmiş ve adada ki yetkililere bildirmiş durumu, olay tümüyle çözülmüş sonuçta, at hırsızı yakalanmış, zararı karşılanmış Stepa'nın ve fayton sahibi koşullu olarak salıverilmiş durum anlaşıldığında, ilginç değil mi!..
Bazı şeyler şaşırtıcılıktan da öte büyüler taşır, öylesine gezip dolaştığınız bir yerde, izini kaybettiğiniz bir yakınınızla karşılaşırsınız birden, sürprizlerle doludur yaşam, doğrudur, şaşırtılar için kurgulanmış bu evren ve biz son kez şaşırdığımızda ölmüş oluruz dostlarım!.. Bir zamanlar Ukrayna toprakları üzerinde İskitler yaşarmış, amazonlarıyla ünlü, atalarımızdır belki de, arabalarının üzerinde olurmuş evleri, karavan gibi, hiç bir yere bağımlı olmadan, iklim koşullarınca oradan oraya giderlermiş, sürekli şaşırmak istermiş onlar, sıkıcı gelirmiş durgun yaşam, bir koster ya da arabalı vapurun sürüklediği bir yolcu gibi nereye olursa gitmek, evini kaplumbağa gibi üzerinde taşıyarak gezebilmek.
Nedir ki İskitler, Perslerden öğrenmiş bu sergüzeşti, arabalı evler yaparak dünyayı, her ucu bucağı görmeyi, akan suları, arıları, kuşları, üzerinden dumanlar yükselen ocakları, olmazsa olmazları, sevinç ve acılarla içkinleşmiş çığlıkları, bu yüzden Perslerle hiç savaşmazlar, onlara bir zarar vermeyi düşünmezlermiş, gönül borcu, hayatın açtığı yaralardan daha hükmedici, daha yönlendiricidir bazen!...
Bir bebeği kuşlar büyütseydi uçabilir miydi acaba derdi Arseni, bizi alışkanlıklarımız yönetiyor da... Stepa, köyün tanrısının bile uğramadığı o tuhaf adada, neyi arıyordu bilinmez, ama onun köyde, dağın yamacında annesiyle yaşadığı bir evi vardı, atlara daha iyi bakıp, göz kulak olabildiği yerde, daha önceleri bir ikiz kardeşi varmış onun ama sarı hummadan bir gece içinde ölmüş derlerdi, geçenlerde annesi ve atlarıyla yıllarını geçirdiği o evde Stepa'nın da öldüğünü duyduk, adadaki faytoncuların ilenci tutmuştur belki de, öyle derler ya, Stepa, şizofren bir adamdı aslında, yarı yarıya, yamacın başındaki, çan kulesi gibi bacaları olan tuhaf evine vardığımızda -bazı insanlar var oluş sorununu eşyalarla paylaşır-, Hz. Süleyman gibi duvara yaslanmış, sanki hoş geldiniz der gibi duruyordu. Annesini göremeyince telaşa kapıldılar, alttaki merdivenlerden mahzene dek indiler, karanlıkta ne görsünler, altın bir tabut, meğer annesi çoktan ölmüş Stepa'nın ve bir yarı şizofrene yakışabilecek, ruh göçüren en görkemli şeyi yapmış, altın yaldızlarla süslü bir tabutta gizlemiş annesini, korkunç bir bağımlılıkla, onun ölümüne dayanamamış belli ki ve herkesten gizlemiş ölümünü, şizofrenler annelerine korkunç derecede düşkün varlıklar olurmuş psikiyatrlara göre, Poe'nun Usherler'in Köşkü adlı öyküsünü anımsadım o an, yoksa duvara bir ölünün gizlendiği öyküsünü mü, tabutu ister istemez açtılar, gerçekten o kadar bağımlıydı ki annesine Stepa, ne yaptıysa yapmış ve annesi ölünce onun için görkemli, can alıcı mı demeli, bu tabutu yaptırmış, hepimiz göz yaşlarımızı tutamadık, Stepa'nın da öldüğünü unutmuştuk, sevgi nasıl bir şeydi, onu kendince kem gözlerden saklamış, atların bile çalındığı dünyanın tekin bir yer olmadığını bilerek, altın bir tabutta sanki kalbine gömmüştü annesini, belki açıyor ve üzerine kapanarak, her gece ağlıyordu kim bilir...
Altın yaldızlarla süslü, her gece göz yaşlarının kutsadığı bir tabut, Stepa'nın kendine özgü bir elem tapınağı vardı demek ki, bir masal gibi, tabut açıldığında annesinin kemikleri toz olmuş dediler sonra, kalabalıkta gözlerimle görememiştim ama, ölüye saygısızlık olurdu böylesi bir çaba, yalnızca sırıtıp kalan dişleri görünürmüş kadının, o sıra üzerine bir kelebeğin konduğu, vücudunun neredeyse yok olduğu söylenirdi, küçücük bir kadındı zaten, Stepa'nın aşkına karşılık veren tek kadın, kelebeğin ölü olduğunu da söyleyen vardı, sanki yaşıyor olabilirmiş gibi, ama rengarenk görünümüyle öylece duruyormuş, rengarenk ama ölü, ne demek ki bu, ama inanın şu yaşamda, her şey bir masal gibi, inanılması olanaksız düşlerle dolu bu dünya!..
18
Her zaman bir bilinmeyen ve hiç bir zaman tam olarak anlatılamayan bir şeyler daima vardır. Stepan Bandera bizim özgürlüğümüz için savaşmıştı, ama adamın karalanmadık yeri kalmadı. Ukrayna küçük bir ülke, güçsüz, bu tip ülkelerin özgürlük savaşçıları içinde, dünya entelijansiyası çeşitli suçlamalar, kısmi övgüler ve söylentiler üretebiliyor, onun Nazilerle işbirliği yaptığı, soykırım suçlusu olduğu, kitlesel tekdüzeliğe, yeryüzü birlikteliğine karşı çıkıp nobran bir ayrılıkçı olduğu, peki bu adam Ukrayna halkının özgürlüğü için savaşmadı mı, o bizim ulusal kahramanımız değil mi, bir kere savaş demek, kazananın da kaybedenin de eli kanlı birer öldürmen olduğu yeryüzü gailesi demek, bu konuda bir düşünce üretiyor olmaktan bıktık, yeryüzü bir meleği bile yıldıran vampir öyküleriyle dolu, bir savaşa katılan ve sonra filozof olan insanlar var, tersi de görülebilir, ikisi de us dışı, çünkü bir utanç yolculuğu, insanı filozof yapmamalıdır, günahlarımızdan arınmak için günaha girmemiz mi gerekir, bu bir döngüdür ve düşünce bir yineleme olduğunda düşünce olmaktan çıkabilir, şair olup özgürlük nidalarıyla haykırarak, ateş edip insan öldürenler, savaştan kaçıp sonra erke soyunup toprağını ölüm tacirlerinin eline bırakanlar var, hepsi çelişik şeyler, Françoise Villon bir adam öldürdü ama sonra şiirler yazdı, şair oldu.
Mayakovski yaşamı kutsayan şiirler yazıyordu ama canına kıyıp yaşamı aşağılayan birine dönüşmekte hiç bir beis görmedi, anlayamadığım şu, belli bir düşüncenin içinde yüzüyor ve o düşüncenin har vurup harman savurduğu tümelin bir ferdi oluyorsanız, sizin düşünce sisteminin dışında hareket eden herkes size yabancı oluyor, sizin anlak içi davranış ve düşüncelerinizin dışına çıkan herkes deli ya da düşünce kaçkını olabiliyor, düşündüğümüzde bizi birbirimize bağlayan düşünsel çatkılar son derece kozmikomik ve gülünç geliyor artık.
Robespierre Fransız devriminin ayakta kalan son aydınlanmacısıydı ama kendini giyotinden o da kurtaramadı, düşünce ölümle sonuçlanıyor yeryüzünde ve biz hala yok aydınlanma, yok devrimci, yok kendini halkına adamış kahraman diye düşler üretebiliyoruz, oysa devrim gerçekte Bonapartizmin icadından başka bir işe yaramadı ve bir yinelemenin provasından başka bir şeye dönüşmeyecekti ne yazık ki, biz şiddetle düşünceyi henüz birbirinden bile ayıramamış, zavallı birer yaratığız, devrim dediğimiz şeyde nöbet değişimidir, öyle varlıklarız ki biz, aletin, el çabukluğuyla süslü yaratımların, otomatik aygıtların cehenneminde, ışık hızına doğru yol alıyoruz sanısıyla, Frankenstein'in yaratıkları gibi koşturuyoruz, coşuyoruz ve bir kez bile doyurulmamış acıklı ruhlarımızın eşliğinde, hiç bir şeyin değişmediğini gören gözlerimiz, ezilmiş bedenlerimiz ve kırılmış kalplerimizle, yayından fırlamış ok gibi evrenin içlerine doğru ulaşılmazlıkla, hazla, yılgınlıkla ve umarsızlıkla yitip gidiyoruz...
Ansiklopedilerimiz ölümü göze almış kahramanlarla dolu, bunlar birer bilge sıfatı taşıyor doğallıkla, düşünceleri uğruna canını verdi, beni öldürüyorsunuz ama ruhumu ele geçiremeyeceksiniz, gelecek kuşaklar ve tarih beni anlayacaktır, bu mottoların hiç biri saygın ve anılası değil, hominid dünya suçlu diyemem elbette ama düşüncenin bu yöntemlerle yaygınlaştığı, kabul gördüğü ve yüceltildiği yeryüzünde, bu tür olup bitenler ve düşünsel kümeleşmenin tümü, horlanası birer beyin jimnastiğine dönüşüyor kanımca, hiç bir insanın diğerinden daha az düşünebiliyor olduğuna inanmıyorum, hiç bir insanın gerçeği, diğeri kadar algılayamayacağı savına katılmıyorum, toplumsal yaşamda çekit görevini üstlenen, sosyaliteye el koyan, ekonomik mekanizmalar, sınai ve sanalitik dişliler, ekinsel varyantlar, pusula ve momentumlar, düşüncede aşkınlık göstermek zorunluluğuna ermedikçe, tanrısal, çılgınca ya da tümüyle ergen bir yersellikte, hangar büyüklüğünde, sonsuz olgunlukta birer salkım gözüyle bakabildiğimiz hiç bir düşünce, yeryüzünde kendine bir yordam bulamayacak, bir yurtluk edinemeyecektir.
Ütopya boşlukta yüzen elementleri süzebilen geçirgen yapısıyla, açlığa çözüm bulan bir insan modeli düşleyip, tasımlamaktadır, ama bu tarımla geçinen plantasyonların, aracı, alsatçı, küçük pazar üreticisi, makinenin olmazsa olmaz aksamları ve işçi karıncalardan oluşan ve ovaları, kentlerin sacayaklarını, iç organlarını dolduran ve kıtlıkla, soluk alıp vererek ya da gökkuşağının renklerini çıplak gözle izleyerek, terin gramajı ölçülerek, takas ya da damla-damla bağış yöntemiyle geçinen, yarı kondu, yarı göçer, yarı yaşar pleb birliklerinin yaşam skalasından düşmesi ve silinip gitmesi demek, ana gövdeyi yürüten ayaklardan herhangi biri olmadıkça, tüm insanlık engelli bir koşunun yaratıklarına dönebilir, çapul ve moronizm bir salgın gibi yayılır; bu mekatronizmi -verili mühendislik- anında çözecek ve değişimi tüm insanlığın yorgunluk ve acılarını ortadan kaldırıp, yok ederek, bir aydınlığa çıkaracak yöntemi yürürlüğe sokacak bir düşünce otomatı geliştiremiyoruz biz, yeryüzü hantal bir yuvar olup, herhangi bir değişim yüzyıllar alır ve kokpitten kalkmadığını, sürücüsü olduğunu söylediğimiz virtualitenin tanrısı bile, bu her yöne açık bir mobileti istediği gibi yönetemez, bir paradokstur bu, kurtuluş içerden olmadıkça, içten yanmadıkça karalar, karıncalar sofra bezine bulaşan peksimet lekesiyle yetinecektir.
Bundandır ki ve umarsızlıkla, baktı ki Galile olmuyor, düşüncesini geri almak konusunda hiç bir çekince göstermedi, kendini yadsıdı, en doğrusunu yaptı, dünya dönüyor diye ısrar edip ölüme koşmak kadar ucuz ve değersiz bir varsayım olabilir mi, Galile bir düşünce, görece bir uygarlık ve bir kitlesel algılar dizisine başkaldırdı, eğer dünya dönüyor diye ölüme koşacak kadar bir skolastik davranış içine girseydi -bu tasarım, pek çok şeyin değişmesine yol açacaktı sonuçta, dünya dönüyor demek, ufuktan merkantilizm geliyor ve düşlerimizi Eldorado süsleyecek artık demektir ama kilise, 'teistik tekelcilik' zaten sermayeyi elinde tutuyordu, onu alıcı kuşun tüyleriyle süslenmiş, İspanyol paçalarıyla korsan gösteriler yapan, yeni yetme haramiler ve devşirme kentsoylu sınıfla paylaşmak istemezdi-, onun bilim adamı olmak şöyle dursun, bir deli bile olmadığını düşünürdüm artık ve karşıtlarından hiç bir farkı kalmazdı, çünkü bir görüşe karşı çıkmanın şiddeti, o görüşte ısrar etmenin şiddetiyle paralellik taşıyorsa evrende, iki görüşünde bir diğerinden hiç bir farkı olamaz artık, değişmeyen temelin ve asal mantalitenin üzerinde, parsa ve payın bir savaşımla el değiştirmesidir bu, hiç bir yenilik barındırmaz ve yalnızca, -kilisenin de bildiği- (Galile din adamıydı) dünya dönüyor safsatasının, safsata çünkü, bilinen bir şeyin, merkez komitenin algı yaratımına dönüşecek bir yargı ve sermaye gücünün oluşmasına yararlı kanlı bir çığlığa dönüşecektir yalnızca o ve hepimizin tüylerini ürperten kitlelerin hiçlenişi ve sayıların büyüsüyle süslü soykırımlarla sonuçlanacaktır. Aydınlanma diye bir şey olmasaydı, bugün aynı yerde olacağımıza inanıyorum ben, kitabi öngörülerle karanlıklar yırtılsaydı, Tesla'nın öbür dünyadan sesini duyabilirdik!..
Galile dünyevi ve kozmikomik bir farsın öğesi, acınası bir unsuru olmak istemiyorsa, görüşünde ısrar etmemeliydi, öyle yaptı ve gerçekten bir insan olabileceğini kanıtladı, eğer bizi tanrı yaratmışsa, Galile bunun ilk kanıtıdır, tersinir, öylesi bir paranoya, gerçekte şizofrenik bir tutum olurdu inanın, bir düşünce uğruna ölümü göze almak, egosantrik bir saplantı uğruna, tüm yaşamı yadsımak gibi beyhude bir sapkınlığa dönüşebilirdi, ölüm ve öldürme kavramına, dünyasına ve her türlü eylemselliği içinde barındıran bir şiddetin iğvasına, her ne biçimde olursa olsun, katkıda bulunuyor olmak, o sistemin sürüp gitmesine, pozitif veya negatif motivasyon sağlayarak, dağın eteğinden doruklarına süzülen bir destek veriyor olmak anlamına gelir ki bu Galile'yi karşıtlarından, ona yüz çevirenlerden farksız kılar ve ileri sürüldüğü gibi, tümden onlar gibi biri olabileceği anlamına gelirdi, düşünce kozmolojik kutsanıştır evet ama kan kokmayacaksa eğer, -bu çok mu önemlidir, insanın ezeli sorunu budur işte, zulüm düşüncesi üzerinde masumiyet oluşturmak, şiddet sarmalının içinde barış aramak- derinlikte bunun kavranımını, algılanırlığını beklemek, Galile'nin kendisiyle ve dolayısıyla düşünümleriyle çelişmesi olurdu, çünkü algı değil, metazori olan eylem ve mekanik yaşam düsturlarının değişmesi güçlüğüdür sorun ve bu kılıç suyu ideolojisinin gün ışığına da sızmasıdır artık. Kutuplaşmanın bizler adına, insani ve dünyevi bir açmazın tuzak dolu kapıları, kapanları olabileceği ve ama bunun zootistik genlerimizden kalan bir alışkanlığın ürünü olduğu, yaratılmışlığın tinsel gayyasında derinliğine gidildiğinde, kolaylıkla ve umursuzca yadsınabilecek bir şey değildir ne yazık ki...
Ölüme boynumuzu mu uzatalım, hayır, ama dünya bugünlere, ölmek ve öldürmek pitoreskinin kıyamıyla gelmişse eğer, bu tüm kahramanlar katil, tüm katillerinde birer kahraman olduğu anlamına gelir ki, böyle bir dünya, aydınlanma, ilerleme gibi kavramların bizi sürgit vulgerize eden ve bir kasaplık kursundan geçen, düşünceleriyle ışık saçtı diye mazohizmin veya sadizmin kollarında, soluğunu verenlerin bir dünyası olurdu ki, bunların ne cennetine, ne cehennemine inanıyorum ben, evet ve hayır aynı şeydir bu dünyada, cennet ve cehennem, ölen ve öldürenlerin avundukları bir metodoloji üretmenin Farsçasıdır kısacası, ölen ve öldürenlerin dünyası sürsün diye uydurulmuş birer kavramdır onlar ve ne yazık ki, kimsenin ölmediği, ezimin, açlığın ve sınıfsal cellatlığın kendine yer bulamadığı bir dünyada bu tip açın, kendini bilen bir insanın gülümsemesine yeter fabller olabilirdi diye düşünebilmek gerekirdi olsa olsa...
Galile engizisyon çadırı altında düşüncelerinden vazgeçmişse eğer, bu onun ikiyüzlülüğü ya da düşüncelerinin sığlıkla yol aldığı anlamına gelmez, o düşüncelerinde ısrar etseydi, inadı uğruna odun yığınlarında can veren şeytansı bir varlığa dönüşecekti, çığlığını tanrı işitecekti belki evet, ama dünya döndüğü için değil, otoritenin buyruğuna başkaldıran bir ölümlü olduğu için çıkacaktı o tanrı katına, tanrı varsa eğer, kutlamak için verilecek davetiyesi, kaçıncı sırayı alacaktı acaba, yüz yüze gelebilmek için tanrısıyla, Galile büyük olasılıkla bu utançtan haberdardı, oysa vazgeçtiği düşünceleri bir rüzgarın sürüklediği ılık bir koku gibi yayıldı dünyamıza.
Galile düşüncelerinin önünde durmaya kalkan bir kahraman olacak kadar aciz biri değildi, o dünyaya saldıranlara göğüs gerecek kadar alçalmadı, ölümlü bedeniyle aradan çekildi ve yadsıdığı düşünceleri tüm yeryüzüne yayıldı ve nüfuz etti, o karşıtlarını düşünceleriyle baş başa bıraktı, her iki yanı şiddetin unsurları olmaktan çıkarıp, uzaklaştırdı, düşünceye davet ederek, cennet ve cehennemin dünyasında, başka bir seçeneğin, öteki, bir üçüncü kapının yolunu açtı, Galile teoremde bir kahraman değil, saltıklıkla ilk insandır!..
Düşünceler üzerinde değil yıldızlara, Kandehar'a kadar gidip gelebilen, var mıdır acaba şu dünyada, Mayakovski gibi yaşama methiye düzerken aniden ölebilir insan, eğer öyle bir şey olurda yaşamı hiçlemek gibi bir karar verebilseydim kendim için, ey ruhlar alemimiz, ilk işiniz beni yadsımak olsun, şu düşüncelerde aksayan, kaskatı ve elle tutulmayan bir yan varmış demek ki, öyleyse arayışa devam, ölümün korkunç çehresini gördüğümüz zamanda dahi, evrenin sınırsızlığında, kozmosun uçsuz bucaksızlığında çıldırdığımız halde ve bir çıkar yol, bir umar bulamamanın dehşetiyle, umutsuzca kanat çırpıp bir ışık, bir kıvılcım göremediğimiz halde, bir korulukta taşları tekmeleyerek yitip giden tanrının gölgesine benzeyene ve bir kelebek gibi uçuşarak, gülümseyene dek... Çünkü insan tanrı için vardır, tanrıda insan için, amaçlarsa hepimiz için...
Sokrates, insanlığın bu acınası kutuplaşmalarının gönüllü bir kurbanı olarak ölüme soğukkanlılıkla gitti, çünkü o dünyamızın henüz böyle bir düşünce sisteminden kurtulamayacak kadar körpe ve ilkinsil olduğunu biliyordu, öldürmek, Gordion düğümünün kılıçla tanışması ve düşüncenin yadsınmasıdır, katıksız bir başlangıca dönüş ve tüm evrenin hiçlenmesidir, bu kavranamaz ve yeryüzünde ölen ve öldüren olduğu sürece hiç bir düşünceden söz edilemez. O insanlığın önünde başına gelenin ilkinsil bir şey olduğunu biliyordu evet, ama ölümün her tür varyasyonu bir paradoksa ayak uydurmaktır, gerçeklikte katil ve maktul insanın kozmolojisinde eşdeğerdir ve tek bir kişidirler, tanrısal tözde insan bütüncül bir varlıktır ve onun nazarında tekil ve benzeş bir üreme ve kutlu bir niceliktir artık, tanrının şahikası, bu yüzden ölüm teoride anlamsız, pratikte beyhude bir yinelemedir. Çünkü öldürmek -benin- işi olmakla saltıklıkla, onun, o tek kişinin varlığına yönelik bir edimdir ve gerçeklikte öldüren ve ölen dolayımla aynı kişidir.
Biz düşünmeye doğru evrilmeye çalışan zootist yaratıklarız, acımasız ve fütursuzca gelmesin bu, Epiktetos bir köleydi ve ayağına bukağı vurup çeviren efendisine, kıracaksın dedi, efendisi burkmaya devam etti ve Epiktetos; Kırdın dedi...
Dünya işte budur, salt gerçeklik işte budur, biz henüz düşünce olduğunu ileri sürdüğümüz şeylerin ayağımızdaki bukağı olduğunu dahi sezemiyoruz, Epiktetos'dan bu yana değişen hiç bir şey yoktur ve yüzyılların içinde, yeryüzünde olan biten her şeyin özeti şudur; Kırdın... Demiştim...
Galile ilk insandı ama anakronik bir gerçellikte, düşüncelerinden dolayı onu mahkum edenlere, çelişkilerimize karşın boyun eğen Sokrates, insanüstü sayılabilecek ilk varlıktır. Çünkü düşüncenin tanrısı insana, boyun eğecek yüceliği gösterebilen biriydi o... Görülmemiş bir yücelik. Alçaklığın Evrensel Tarihi'nin ilk sayfasıdır bu...
Bizi uyaracak, düşlerimizden uyandıracak hiç bir şey yoktur yeryüzünde ama, tam aksine her şeyin, her vulgerliğin, şiddetin ve yakıp yıkarak yok etmenin, hiçlemenin kutsandığı bir dünyada, her şey kansayıp, kanıksanmaya, kahrolası bir alışkanlığa ve güllerin -kırmızının, kılıç suyunun- savaşına uyum göstermeye ant içmiş birer canlıya, bir yarasa, kan tutkunu bir vampir olmaya adanmış, böylesi bir vodvili izlemeye koşullanmış bir varlık olmaya can atmak için varızdır ne yazık ki... O kadar da değil öyle mi... İşte bunun için öyleyizdir biz!..
Bundandır çalınan enstrümanların sesi kulağınıza gelmiyor mu, marşlarla karışık, bakın tiyatrolar gizli bir işbirliğinin çıtkırıldım kapılarından girilen zarafet ve şatafat dolu dünyalar, sinemalar gişe rekorları kırıyor, Afgan dağlarının puması Sylvester babanıza ne kadar benziyor değil mi, Kirov balesi size hiç gelmedi mi, Bolşoy geldi öyleyse, sahneye koyulan yapıt, kan ve yakut üzerine göksel bir Kül Kedisi, Çehov ne dedi, duvardaki silah patlamıyorsa, izlediğiniz oyun teatral bir şey mi ki, öyle mi sanıyorsunuz, Çehov bir bilisizdi ne yazık ki!..
Tanrım, biraz Balakirev dinleyeyim, onun gibi çalınamaz, anlaşılmaz, okunamaz şeyler yazmak için... Dünyamızın yaşanılır bir yer olamayacağını bilmesin veya düşünmesin diye, bisikletli Maria'nın payına, aşkın azabına düşmek kalıyordu bu dünyada, kuyunun gölgesinde boğulan çocuğa göz yaşı döken her kadın, dünyanın adaletsizliğini unutur, bir anlık dalgınlık, yerevine bir ayak oyunu, şaşırsama ve çocuksu bir yanılsama ölümle sonuçlanınca, düşünemiyor olabiliriz belki ama artık yaşanan dramayla, anne öz yaşamına daha bir tutkuyla bağlanır inanın, öylesi bir ölüm bir ayrıcalık gibi yansır onun düşün dünyasına, taziyeye gelen, başsağlığı dileyen, gözyaşı satıcıları kapıda bekliyor filan... Ölüm anneyi ve türün öbür bireylerini yaşama bağlıyordur böylelikle... Böylesi bir yaşama, zulmetsi bir yaşama ama!..
Çocuğun gamzeli, çukur bir çenesi vardı, haşin bakışlı bir erkek güzeli olacaktı o, ateşin çevresinde dönen bir kelebek gibi kuyuya vardı ve dipsiz karanlık ve her şeyin efendisi olan, onu yanına aldı, kuyruklu bir yıldız oldu gökte artık, Pakraduni kralı I. Gagik'in yanında şimdi, ölümü ve öldürmeyi, hangi nedenle olursa olsun kutsamak, bu denli sevdalı ve bu denli bağımlı olmak ona, ancak bu kadar olabilir.
Bütün bunlar yetmiyordur, savaşların da bir mitolojisi var, Stalin rayları beş santim geniş tuttu, Alman lokomotifleri steplerin sınırında durdu, Pavlov'un koşullandırdığı köpekler, bedenlerine sarılı bombayla Alman tanklarının arasına dalıyordu, anakaraların birbiriyle savaşan primatları, bir fabrika gibi savaşın kahramanlarını üretiyordu...
Bu toplumun gerçek anlamda direnci, direniş duyguları Kabil'in Habil'i öldürdüğü günden beri körelmiştir, o günden beri öldürme alışkanlığı bir yortudur insanlık için, agoralar, arenalar, stadyumlar ölümün pazarlandığı borsa kurumlarıdır tarih boyunca, bugünde öyledir aslında, çünkü her ne biçimde olursa olsun, ölenlerin sayısı, geçmiş çağları geride bırakarak, aşıp gidecektir bir sel gibi, sel gibi!.. Ölüm için ne doyunçsuz bir güzelleme tanrıcığım!.. Bizi yalnız ölümle mi ölçüyorsun, hayır, alışırsın, alışırsın...
Sanal ödemelerin, oyunların ve kanlı bahislerin uzay çağında, alanlar ve agoralar yer değiştiriyor elbette, elektronik organellerin, manyetik görsellerin, matrikslerin, cennetin ruhları dinlendiren kızıl ufukları, cehennemin yılansı, yeşil otlaklarında, düşüncenin; hiçliğin okyanuslarında boğularak öldürüldüğü, metamorfozun, elephantizmin, hiçlenişin ve etsi insanların birer birer harcanışının elem dolu diyarlarının, zorbanın, metalin, madenin, bitcoin, robot ve çiplerin bizleri yönlendirdiği kıyamet çağında, ölüm her yerdedir artık, karanlık çağların yırtıcı varlıkları, birer zombi yığınıyız bizler, genlerimizdeki şiddet güdüsünü içimizden atamayışımız, olabildiğince olağan ve kanın ışıltısı her zaman kutsaldır ne yazık ki... Atalarımız moleküllerimizdir bizim, sonumuzda moleküler bir sonat olacak...
Ne anlatmak istediğimizi bile bilemiyoruz biz ama yineleyelim, sıradan ve düşünsemesi zor, kavranılması güç sorulardan biri de şudur, her tür iş gücünün, enerjinin ve elektronik dünyanın patronları, işverenleri ve tüm işgücü cinbönleri neden mum ışığında yemek yer... Narin kokusuyla, gizemli ve anlaşılması güç, en çiçeksi soru budur işte: Şu loş ışıkta!.. Çünkü genlerimizde yatan ilkelliğimizi her daim kutsarız biz, hep yarı karanlık bir dünyanın yaratıkları, alaca bir dünyanın çocuklarıyız.
Düşüncenin hazzına kapılmak ve evrenin uçsuz bucaksızlığında, gözyaşlarıyla ona sarılmaktan başka doyunçsuz ve alabildiğine elem veren başka ne var şu dünyada, umarsızca kucaklayabileceğimiz, haykırışlarla anabileceğimiz ve gözyaşlarımızla süsleyebileceğimiz düşüncelerimizden başka ne var şu dünyada, ölümün yollarında gezintiye çıkabileceğimiz, emel denizlerinde soluyabileceğimiz, rüzgarlı konaklarda, ayak basılmamış, el değmemiş topraklarda, sonsuzluğun açılmaz kapılarında, mezarlarda, uğruna ölümlerden geçerek, yaşarken ölümün hazzına varabileceğimiz, onu tadabileceğimiz tek şey düşüncelerimizdir...
Arakne gibi taşların arasına gerilmiş, ışıltılarla süslenmiş düşünceler örmek, arzunun karanlık gölgesinde ölümü görmek, oyulmuş, dantellere boğulmuş düşünceler, ipekten ağlar sermek, Penelope gibi ketene, dokumalara doyurulmuş, isterinin çelik pençeleriyle oyulmuş, piramitlerde yükselmek, göklere doğru, gökselliğin kışkırtısıyla, bulutsu sonsuzluklara doğru, sevdayla yücelmek isterdim ben. Ölümün kollarında bedenimi unutarak, ruhumu bağışlamak isterdim sonsuzluğa, düşünceden daha çılgın, hazzın doruklarına varan, ereksiz, doyunçsuz zevklerle, tanrı katına ulaşan, tanrı olan, başka bir şey var mı şu dünyada!..
Kemanıma sarılmak ve uyumak istiyorum ben ama gene de acılarla coşkuların, düşlem ve sanrıların karşılığı belki de şu şiir dediğimiz şeydedir diye düşündüğüm oluyordur...
'Gerçeğe peçe vuruluyor burada... Panama ayı süslüyor geceleri, mavisini sallayan engerek otları, eter tabakası boyunca, yıldızları yalayarak uzaklara, taşıdı onu. Balçıktan atalarımız, doğum kaşıkları ve deniz sazlarından kılıcımız, öğle güneşinin üzerinde, acımasızca yüzen, ışıktan toplarımız!.. Derin ve sonsuz gecede, kara urban atlılar ve ağlaşan çocuklarla, matriks ve Gödel öğretileri, -kuşku duyuyorum yine de- insan figürü onlar, ruhları sakallı ve Balancar’dan sürülüyorken işte; Yine de gülümsüyor o... Elinde fenerler uçuran papağan, yol gösteriyor sana, kükürde doyurulmuş yamaçlar, dikenli teller, ormanlar, ağaçlar, samandan taçlarıyla inliyor işte; Adversus annulares’in son sayısı... Ve bir gece önceki çisenti, ıslak alevler, siyahsı küller, çözülmez bir dil, Yunancalar, kodeksler, iki sol bacak, hep kendini gören yüz. Yine de gülümsüyor o... Tırnaklardan fırlayan oklar, geriye doğru uçabilen o şey, demir yüzler, demir gözler, devinimler, yalağın yanı başında uluyan mutant, çürüyen zaman, dönerek çöken çark ve damarlarımızdan akıp giden çağlar, ufukta beliren aynalarda, yansımalarda, kargaşalar ve kaosların belirişi ve akıntılarda süzülen denetsiz, bir tek ve yalnızca görebildiğim işte; Yine de gülümsüyor o… Söyle bana, bütün bunlar yetmez miydi!..'
19
Kemanıma sarılmak ve uyumak istiyorum demiştim, -söylemeli miyim, bir keman aşığıyım ben ve bir kemançalar- keman yaşamımıza şarkılar, düşlerimize ninniler söylesin... Müzisyen olmasaydım sözün gücüyle oyunlar oynamak isterdim, bir keresinde kompozisyon dersinde minicik bir öykü yazmıştım, saçma sapan, çocuk tini yeryüzü ya da evrendeki; insanlığın sakladığı o korkunç gerçekliği dile getirmeye kalkışır her zaman, sonsuz masumiyetin zamanla nasılda paramparça olduğunu gözlemleyebiliriz çocuğun dünyasında, kan ve et uygarlığının nasılda çıkmazlara saplanıp, kayalarda parçalandığını, çığlıklarla süslenerek, et ve kanla beslenen bir tanrının oyuncağı olduğunu, yıkıntılar içinde söylediğimiz ilahilerle anlayabiliriz ve kötülüğün destanına katkıda bulunmak için birbirini ezen, yok eden, bıkıp usanmaksızın çiğneyerek, sonsuzca hiçleyen, vandal çatılı yaratıkların tanrısallıkla süslenmiş dramını, gizil, süslü, hep öykünen o yarı tanrılarla görklü trajedisini görebiliriz orada...
Çocuk, yaratılışın ilkinsil tözü, köksü gerçeklik; yazık ki zamanın boyunduruğunda ve dinozorların tarih boyunca ufuktan yoksun, bir yinelemenin gözetiminde inleyen rönesansıyla sürüp giden dünyamızda, kaçınılmazlıkla ve zorla, zorbalıkla bir gün gelir onlarda boyun eğer bu kokuşmuş dünyamıza, bu açmazlıkla sürüp giden, yadsımaların yaratılış efsaneleriyle süslü, aldatıların boyunduruğunda akıp giden, sürünen, bu madrabazlıkla gizemli, bu kahreden sisteme ve şu onmaz, bozulmaz oyuna...
Tek bir ideoloji vardır şu dünyada; domino teorisi!.. Yazgılar ve bir sürklase oluşun pençelerinde, sanki sonsuza dek bir umar bulamayacakmışız gibi yok olup giden yaratılışın özü, eril coşku ve varlığın olmazsa olmaz ve sevdayla yadsıdığımız dişil kışkırtısı; sonuçta ortaya koyulan o büyük sapkınlığa yenik düşeriz hepimiz ve el değmemiş begonvilimizde, o masum çocuk.... Sonuçta her insan, tanrısına şükreder, cinayetleri kutsar ve sürüp giden anomaliye büyük bir hınç ve dehşetle katkıda bulunmayı vahiy bilir, fener alaylarına coşkuyla katılmak bir tarafa, olan bitenin en ufak biçimde değişmesini istemeyeceği gibi, uygarlık adını verdiğimiz cehenneme yeri gelir canını bile feda ederek, özveride bulunur ve sürüp gitmesini ister, insanlığın sözü edilmeyen, gözlerden kaçan ya da kaçırılan en büyük sorunu hali hazırda ne yazık ki budur.
Yazılan şiirler bir ağlatıdır, hiç bir şeyi değiştirmeyen hıçkırıkların avrobesk dünyasında hepimiz karanlığın izbe sokaklarında acılarımızı paylaşarak, karancıl atlaslarımızın Balboası gibi, okyanuslara karşı kibirle gerinmenin, rüzgârların beslediği bir gururla dolmanın ve sevinç ve coşkuyla ağlamanın kutsal yortularında, aşkla birbirimizin omuzlarına yaslanır, acımasız tanrılarımızla, 'Seni aradım, neredesin baba dedim, uçsuz bucaksız boşluklar ve uçurumlara yağan yağmurlardan başka bir şey göremedim' haykırışlarıyla süslü, yüzyılların içinde bir türlü değiştiremediğimiz Bassus'un yasının nakaratlarını yineler ve mutlu, gururlu, hiçliğin dolambaçlarına, yıkıntılarımıza, düşsel ve düşünsel yok oluşlarımıza dörtnala giden fener alayları ve şarkılarımızla, vahşice ve dinmez bir açlıkla süslenmiş senfonilerimizle ve serenatlarımızla, büyük bir esrime ve gümbürtülü bir coşkuyla ağıtlar yakar, big bang ve big brother'lerimize bağlılık yeminleri ederek, fenafillah Araf'ına boyun büker, big crunch'a tapıncayla eşlik ederiz, ben Burkony'yim ve işte söylüyorum artık Vladimir Burkony!..
Niceliğin ayrıcalığında birey birliklerinin kutsadığı bir sarsılma, paralel doğruların, zıtlıklar içinde yol alsa bile sonsuzda birleşerek yok olduğu bir ayrışma, avunma ve çanlar çaldığında omuzlara alınarak karanlığın sultasına, yeraltının katlarına sürüklenen, aşağılık, yüz kızartıcı, utanç verici bir kutsama... Öyleyse, şöyle ya da böyle hepimizin alkışlarla doyurulmuş, bağışlarla bezeli, parıltılarla boyunlarımıza asılan, katlarla, taklarla, otopyalarla düzenli ve geçmiş ve geleceğin dillerinde bıkıp usanmaksızın yinelenmiş, okuyanların dilini yakan, anlamı bilinçleri kasıp kavuran o tek şiiri sonuçta şudur, biz bir yinelemeyiz demiyor muyuz, ne bekliyorsunuz, işte ben oyum, biz oyuz, sıradan, önemsiz ve tanrının elini tuttuğu savlanan bir ademin tuluatı, hayasızca tekerlenen, o utancasız, bitkinliğin ve nikbinliğin çiğnediği, yerle yeksan olduğu, ezilecek hiç bir yanı kalmamış ve bundandır yenilgisiz, şanla besili olduğu savlanmış o delice hoyratı...
'Bodrumdaki tavernada, küfür ve dumanların arasında, yukarıda laternanın tiz sesi, bütün arkadaşlar içtik dün, dün, bütün akşamlar gibi, acıları unutalım diye. Biri diğerinin yanında sıkılıyor ve ara sıra yere tükürüyordu, Ah! Ne büyük bir acıdır, hayatın yükü... Akıl çile çektiği sürece, anımsamıyor beyaz bir günü... Güneş ve firuze deniz ve sefih gökyüzünün derinliği, Ah! Sarı şeffaflığı şafağın, günbatımının karanfilleri, uzağımızda yanıp sönüyorsunuz, giremeden kalbimize! Birinin babası on yıldır, kötürüm -aynı hortlak, diğerinin karısının günleri az, eriyor evde veremden, Mazis'in oğlu Palamidi'de hapiste, Yavis'in kızı Gazi'de. Çarpık kaderimizin suçu! Bizden nefret eden Tanrı'nın suçu! Tehlikeli fikirlerimizin suçu! Hepsinden önce şarabın suçu! "Suçlu kim? Suçlu kim?.." Henüz hiçbir ağız bulup, söyleyemedi. Bu yüzden, karanlık tavernada, boynu bükük içeriz daima, her topuk solucanlar gibi, ezer bizi nerede bulsa: korkak, talihsiz ve kararsız... Bekliyoruz, belki de bir mucizeyi.'
Çocukluğumun o kısacık öyküsünü de anımsıyorum, öyküsemeyi, yaklaşık şöyleydi diyebilirim, elbette çocukçaydı o, çocukça, yani büyük gerçekliği dile getirmeye kalkışan, insanlığın o büyük dilsizi, bir çocuğun gizemli ve dile getirilmez gerçekliğiyle vücut bulmuş kitsch, densiz, düstursuz hikâyat...
'Aşağıya doğru iniyordum, bulut ağzını kapatınca, yolumun kesildiğini anladım, gelenlerin basamaklardaki sesini duyabiliyordum, bir ölü olduğumu da, Assuan'a olan borcunu ödemedi diye, kefil olanı öldürmüşlerdi, beni... Bir borca kefil olmak ve öldürülmek, güneşin batımını izlediniz mi hiç, bu dünyada borç ya da borçlanmanın anlamını kavrayamıyorum ben, belki dalga boyum ya da faz diyagramım diğer insanlardan farklıdır, çocukluk dediğimiz şu görklü yoksunlukta, hepimiz aynıyız ama büyüdükçe o denli anlaşılmaz bir kavramlar dünyasının içine düşüyoruz ki, gözlemliyorum bunu ve yaşam biçimimize de korkunç derecede şaşıyorum artık ve ne anlatmaya çalıştığımı yitiriyorum belleğin korkunç oyunlarında...
Irmağın dolambaçlarından eve doğru giderken, su yolunun şırıltılarında, karanlıkta sırtıma bir şey düştü, bir kız beyaz gelinliğiyle gökyüzünden geçiyordu sanki, yıldız kaydı da acaba parlaklığı bir yanılsamaya mı sürükledi anlayamadım, iki siyah at çiftleşiyor az ötede, çiçeklerin içinde, öldürücüleri anımsıyorum, rüzgâr fısıltıyla esiyor gibiydi, ürktüm ne yazık ki, İngres'in bir tablosu geçiyordu önümden, balonla seyahat eden biri yere inmişti, yürüyorduk gece yarısı, karanlıkta bir gergedan hareketsiz, duruyordu sanki, neden dedim kendi kendime... Neden?..
Kanımın coşkuyla akışını gözlüyordum ben, tutsaklıktan kurtulmuş gibiydi, öyle düşündüm, hain, kırmızı su pırıltılar içindeydi, gözümü gördüm birden, orada akışın içinde belli belirsiz yüzüyor gibiydi gözüm... Ölümüme sarılan bir kişi daha vardı karanlıkta, kim olduğunu göremedim, beni de götür diye yalvarıyordu bazıları, biri ensest yönetim biçiminden, tabasına karşı erselik devlet sisteminden kurtulamadıkça, ölüp öldürmeyi sürdürecek tüm insanlık diye, zülfikarını sallıyordu gecede, üzerinde martı yasalarına göre her eleştiri bir ödüldür yazan bir çığlık duydum, karanlıkta uzayıp gidiyordu, içim titredi, korkmuştum, biri geldi on iki yaşındaymış, eylül ayının ortasında, bugün yaşanan, sanatın hiçselleştirilmesinden başka bir şey değildir diyordu. Rahmaninov sakalını sıvazlıyordu, duyumsuyor muydum, görüyor muydum, dokunuyor muydum bilemedim ne yazık ki, ölü olduğum halde, düş perdesi diye bir şey getirdiler, bilgi yaratma çağındayız diye bağırıyordu İbsen, bağırmak, el salladım birden, günlerce denizi odalara bölüp dağıtmak için uğraştılar, kurt şarkıyı bestelerken, kediye vahiy inermiş Pluton'da, taştan tanrıları kim uyduruyor ki, ölümün de belli bir güzelliği var, umudu andırıyor o da...
O kadar yorgun bakanlar var ki uyku aralarında, gözleri örümcek ağları gibi, yarı canlılar, kötülükle deliliğin edimlerini aşabiliriz, barışı getirebiliriz diye vaaz vermek gerekiyor diyordu Eichmann, ben yalnızca bana söyleneni yaptım diyordu, arpa tarlasının içinden yanıma doğru geldi, ot kokusu dünyayı değiştirebilir dedi Tristan Tzara, yan yana yürüyorlardı, adının heceleri insanı dansa kaldırır gibiydi, fener ışığında tanıyamadım ama, kapitalizm bugüne dek gerçekleşen en büyük ütopyamız adlı programda, bir silah patlamış meğer, adam moleküllerine ayrılmış, kar kristali hemen gelip yeni örnekler almış kendine, iyi ki ölmüş diyor, silah patlamış, silah patlamış, silah patlamış, sanat diye, son iç çekişten öteye gidemeyecek kavramları satın alıyorlar hala, adamı elleri kelepçeli olarak boş masanın önüne getirdiler, günah taşıyıcı, kapitalizm çağlarında valiziyle dolaşan simsarlar görmüştüm ben, holding peygamberleri, kartellerin şeytani melekleri, tröst cinleri, bedensiz biri vardı aralarında, ekinsel gaddarlığın sonuçları üzerine dağlarda konferans veriyordu, seminerler, devalüasyon paranın değerini düşürür diye ortak bir karara varmışlar, dünyaya erken gelmiş olmanın payı var üzerimizde ama Adem peygamberde demiştir bunu diye havladı sanki, çünkü yaşamda tek bir müzik vardır o da orgazm çığlığı, çocuğa vereceğin notun içinden dört rakamı geçmesin ha, çocuğa vereceğin notun içinden dört rakamı geçmesin eğitmen, çengelli ve haça benziyor çünkü, itinç ve ilençle yoğrulmuş gibi de, iyi de eğitmen ne demek ki, işte soru bu, SS birlikleri Dankirk'e yürürken, ne güzel bir dize bu şarkı gibi...'
Şöyle bir şey yapabilirim, öykü sürüyormuş gibi davranabilirim, o tuzsuz kuşlar arka bahçede et ve kemikle sarılı bir tüy bulmuşlar, üzerinde denizden uzak toplumlar hiç bir zaman çağdaş olamazlar yazıyormuş,
Solaris'te okyanus bellek biçiminde tasarlanıyordu, öyleyse doğru, öyleyse doğru ne demek, işte soru bu, yakınlarımdan biri dünya evine girmişti, aman tanrım, o ne demek ki, evlenmişti, evi yok demek ki, korkunç geçimsizliklerle geçti günleri, adam ressam olmak istiyordu, ressam olmak istiyordu ne demek peki, işte soru bu, kadın evi geçindiremeyeceksen neden evlendin herif diyordu sürekli, sonunda ona formaldehit içirerek bayılttı bir gün, soymuş, ellerini ayaklarını bağladı ve evi terk etti, adamı üç gün sonra yarı ölü bir durumda bulmuşlar, üç ay sonra utancından öldü zaten, utancından öldü ne demek, işte soru bu, böyle bir şey olabilir mi, olursa bizler zoo muyuz, ant olsun ki diye tümceyi güçlendireyim mi, evet ama ötekiler değil diyeyim!.. Ne demek bu. Bu vargının hükmü yok ama, sesin ne taraftan geldiğini bile çözümleyemiyoruz ki biz... Her sürünün bir çobanı, her adanın bir Robenson'u vardır bu dünyada, şimşek çakıyorsa bulutların sayısını azaltmalıyız, ne öngörü, mavi uzayın boşluklarında, başka bir dünyada da Roma gülleri var mıdır ki, hep anlaşılır şeyler yazmak, okuma hevesimizi yok edebilir diyor bazıları; ama dikkat edin, halk deyimi, düpedüz otoriter toplumların uydurduğu bir sözcük olabilir diyorum ben...
Ben!..
Bir olasılığın dalgalarıyız biz, insan insanın sorununu ne dile getirebilir, ne çözebilir, bir sorunu üreten yapı, o sorunu kendisi çözemedikçe yaşamın bir dengesinden söz edemeyiz, sıkıcı bir yaklaşımsa da, hiçlik kuşkusu elimizi ayağımızı bağlıyordur belki de, simülatif gerçeklikte, sığlıklar denizi, durgunluklar denizi, vesaire, ana baba ve çocuklar bir üçgense, kareye de sofra diyebiliriz, her şey aritmetiktir!.. İnsan gözü radyoaktiviteye duyarlı olabilseydi, karşımızdakini bir iskelet gibi görebilecektik, öyleyse biz neyiz, puma gibi parlayan dişlerimizle, bir disiplinden yoksun olanın yaşama saygısı olamaz derdi Kırımlı Tatar, Tevfik Voroşilov, eh her şeye olumsuz yaklaşma alışkanlığımdan olsa gerek, -Hazreti Google olsa bile-, sık sık düş görüyorum ben, karanlık koridorda lambaya elimle dokundum, garip biçimde yakıtı tükenmişti, robotlar elektroliz krizine girse her an kurban edileceğiz biz, silolarda artan konservelerimiz siborglara yem olacak, kan gövdeyi götürüyordu, ot damından yıldız ormanları görünüyordu, Kepler'in Somnium'unu okuyordum, antidünyayı arıyorum diye bağırıyordu Hieronymus, sonraları onları boya diye kullandığı söylentisi çıktı, yeşil nükleid yağmurlarla ıslanıyorduk, enfraruj ışığından pek etkilenmeyen saçakların altına girdik, Mesmer paranoidi yaratıklar sağa sola koşturuyor ama hiç bir kapı gözükmüyor diye asılan duyurular eşliğinde, şarkılar mırıldanıyorduk neşeyle, eskiden birden odaya Maşa girer sanrılarımdan kurtarırdı beni, kuruntu bey akşam oldu sofraya diye, ispinoz yumuşaklığında okşardı, şimdi kimse yok çevremde, herkes karınca gibi çalışıyor ve yaşamı anlamadan çekip gidiyor derdi o, sözleri bende akineton etkisi yaratırdı, sakinleşirdim birden, ona karşı kendimi hep edilgen konumda duyumsardım, sırf bu nedenle iletişim yarım kalabilir bazen, kardeşiniz, arkadaşınız olsa bile borcunu ödeyemediğiniz insanlar vardır, bisikletli Maria'ya olan insansı borcumu hiç bir zaman ödeyemediğimi düşünürüm, söz ettim mi bilemiyorum, her anımsayışımda bir üzünç kaplar içimi, onun sevecenliği ve elinin, tanrının eli olması her anımsayışımda boğucu bir kedere sürüklüyor beni, yazgılar, savruluşlar ayırdı bizi, kim bilir nerelerdedir, en iyisi Lethe ırmağına girip yıkanmak, unutuşun ırmağı avutur mu ki ya da bir lethargie belirtisiyle, bilincin bulanıklığı ve boşluğa sürüklenişle hiç bir şeyi anımsayamıyor olmak mı iyi, bir robottan çukura inmesi istendiğinde, hayır beni öldürmek istiyorsunuz demiş, kaçınılmazlıkla içimize kapanıyoruz, her halükarda bir çözüm bulamayacağız biz, savaş sistematiği ve yok oluş üzerine kurulmuş bir evrendeyiz, teröryal endüstri, nasıl mutlu olayım, nasıl bir işe yarayayım ki, glasnost ve perestroyka ile geçen günlerimiz kapıda, nasıl da savrulup bir yok oluşa doğru sürüklendiğimi göreceğim yakında, yakında ama gerçekten yakında...
20
Şöyle düşünüyorum, tarih kitaplarını karıştırıyorum, ne görüyorsunuz, Ramsesler, Bay 'veni vidi vici' Sezar'ın başına gelenler, İskender'in kuşatımı, Napolyon'un utkuları, Korkunç İvan ve Deli Petro'dan harakiriler. Yakın tarihte de değişen bir şey yok, Lenin'in kargaşada kargışladığı gruplar ve nümayişler, Adolf'un illüzyonu, Mao'nun tükenişi, Gandi'nin yürüyüşü, Afrika'dan serzenişler, Castro ve Kennedy gibi irili ufaklı yinelemeler... Böyle tarih olur mu, bunların tamamı ölüm ve öldürme üzerine tasımlanmış ve tuhaftır ölümde ölümsüzlüğü aramış kahramanlar; dünyamız ve tanrımızı görüyor musunuz!..
Sezar, sezaryenle doğan, annesi doğduğunda ölmüş, 'Ana Kucağı'ndan yoksun büyümüş, Napolyon boyu kısa gözükmesin diye ayaklarını uzatırmış sandalyede ve emir erlerini uzun boylu eroğullarından seçermiş, öç duygusunun gizemli sayfalarında yazılanlar gözükmez. İvan ve Petro'nun adının önekleri bir aydınlanmaya yol açıyor sanırım!.. İskender'in boynu sola yatıkmış, dünyayı titretmek istermiş bu kompleksiyle derler, uygarlık götürdü doğuya diye, safsatayla yüklü bir söylence, ona tarih boyunca eşlik etmiş. İskender, Kolomb'un karadaki uzantısıdır, ha İskenderiye, ha Kolombiya!.. SS dünyasının lideri ressam olmak istemiş, benliğiyle özdeşleşemeyeceğini anlayınca, Rus steplerinde flöre savaşlarına girmiş, tümü yaralı aslan bunların, tümü bir anomalinin içinden geliyor ve uygarlık savaşlarına öncülük eden baltalı ilah ve bir çılgınlığın peşinde Son Kişot olmanın düşleriyle, ölüp öldürerek yaşamı kutsamaya çalışan, ağıtlarla süslü bir ilahiye dönüşüyorlar, tüm takım taklavatıyla... Ya peygamberler, hepsi yetim ya da öksüz doğuyorlar, el kapılarında büyüyorlar, itilip kakılıyorlar Freudyen çocukluklarında ve tüm bir insanlığa derman olmaya çalışıyorlar artık, kimisi sepette bulunuyor, kimisinin babası belli değil, kimisi yoksunluk ve yoksulluğun elifi ve koruyucu bir kalkandan yoksun büyümenin ürkekliğinde, dünyaya buyrultu vermeye çalışıyorlar, tam anlamıyla sağlıklı, yansız ve tümüyle barış ya da yoldaşlık duygusuyla dolup taşan bir dünyanın yalvacı olabilir mi bu adamlar. İçinden geldikleri yere borçlu varlıklarını, öyleyse bir yalvaç olamazlar.
Adamlar düşünün ki gladyatörlükten, ezip ezilmekten gelen bir ruhun dumanı genlerinde, savaş ve şiddet coşkusuyla büyülenmiş gözleri aç, omuzlarında vandal bir çatının çıkıntıları, kurtarıcı olabilir mi bunlar, çöllerin, bozkırların tanrısı olmaya yelteniyorlar, vahyin sahibi, göksel ayetlerin sultanı veya duaların hakanı olmaya çalışıyorlar, olası mı, geldiğimiz noktaya bakarak karar vermeye kalksak, iyiliğin aritmetik, kötülüğünse geometrik bir hızla yayıldığını görebiliriz şu dünyada, 'başlangıçtan beri duran ova' tanıktır buna...
Bu insanların hiç bir günahı yok ayrıca, onlar biziz, biz... Tanrının çocukları, anne kucağından inip, taşa, toprağa uzanıp, secde ederek ömür sürmüş yaratıklar, umarsızlığın ninnisiyle büyümüş, büyüyünce kuş dilini yitirmiş ve artık bizler gibi konuşmayı öğrenmiş yitik aslanlar.
Madalyonlar ve üzerine ant verdiği kılıçlarla, sırtı sıvazlanmış komikler, öldürmeye programlanmış ezikler, karşı koymak bile bir çeşit işbirliği sayılabilir mottosunun, sonsuzca yinelenişinde, altının, ıspanağın, volframın, her tür meydan okumanın borsada ya da loncada fiyatı artsın diye, agorada pey sürülmüş şamakonlar.
Dünya tarihi bir gayya kuyusudur. Gor çukurudur. Yeruşalem'in ağlama duvarıdır. Boşunalığın ve her koşulda tanrıyı yadsımanın, ay çıkar çıkmaz, vahşi tüyleri, kalın, püsküllü postları, uzun, konçlu postallarıyla göklere doğru ulumanın serenadından başka bir şey değildir onlar. Biz kendimizi yadsıdık, biz tanrıyı aramış değiliz henüz, bulmuş da değiliz, biz henüz yaratılmışta değiliz, biz körpe bir deneyiz yalnızca, acemiyiz, anomaliyiz ve acınası bir hiçliğiz...
Sınırsız kozmolojinin çitlerinde koşan, dikenli tellerden atlamayı, birbirinin boğazına sarılırken ulumayı, salyalar akıtmayı yaşam bellemiş, can suyunu akıtmayı utku diye nitelemiş, karalardan karalara koşarak, kıtalardan kıtalara uçarak, hemcinsinin boyunlarını keserek, haşmetmeaplarının sarayına yollayan, kendi sayılarından çok, baş kaldıranları kurşuna dizdim, taçsız kralımın, eteksiz kraliçemin bekası sürsün diye denizleri gezdim, isyancıları ipe serdim, forsa çığlıklarını balinalara yem ettim, kürekçileri Malaka boğazında takas ettim diyen, bu kahredici yuvarın engebelerinde, çitlerinde, dağ başlarının dumanlı havasında, denizin yelkenlisinde, ovaların küçük evi, ırmak kıyılarındaki barakalar ve bataklıklar ve sazlar arasına sıkışmış kulübeler, kayalara oyulmuş haçlar, orak gibi saplanmış hilallerle, perçemi düşmüş aylarla dolu bir hengamenin, canhıraş hıçkırıklarla dolu dünyasında, bir uygarlıktan söz edilebilir mi...
Gökdelenlerden yeryüzüne bakan kibirli ceolar, borsa ekümenleri, holding kapılarında avuçlarını ovuşturarak bekleyenler ve ayın hıçkırıklar denizinde cevşen ya da muskasını öpenler, Armstrong ve Homongolosların, tanrı zar atmaz diyen bilim adamlarının (tanrı kumar oynamaz demek istiyor, paradoks bu, öyleyse kesinkes kazanmaya programlı, yani şiddete, böyle bir açın tarzı; yok edici, yıkıcı bir benlik bu, her şeye gücü yeten sınayarak sınamamalı!..)
Şu şiir bizi ve söylenenleri pek iyi anlatıyor, belki yinelemişizdir, günahsızım ben, bütün kusurları ve hatalarıyla biz biziz, kendimiziz!.. Bugüne dek tek bir insan yaşadı yeryüzünde, kan içici, yok edici, Kabil'in soyu, ruhu dilenci bir adem, Havva'nın oğlu, Lilith'in umarı ve Habil'in, kırların, vejetaryen olanın yok edildiği bir dünyanın çocuğu, sonsuzca öksüz, sonsuzca yetim!..
''Garip bir zamanda yaşamak yazgılarıydı onların. Ayrı ayrı ülkelere bölünmüştü gezegen, her birine bağımlılık duyulan, her biri tatlı acıların, kuşkusuz şanlı bir geçmişin, eski yeni geleneklerin, hakların, haksızlıkların, kendi efsanelerinin, tunçtan atalarının, yıldönümlerinin, halk avcılarının ve simgelerin zenginlikleriyle yaşayan. Savaş için elverişliydi bu gelişigüzel bölünme. Kımıltısız nehrin kıyısındaki kentte doğmuştu Lopez. Ward ise, sokaklarında Rahip Brown’ın dolaştığı kentin varoşlarında öğrenmişti İspanyolcayı, Don Kişot’u okumak için. Öbürü Conrad’ı sevdiğini söylerdi, adını Viamonte Caddesinde bir sınıfta duyduğu. Dost olabilirlerdi, oysa yalnız bir kez karşılaştılar o çok iyi bilinen adalarda. Her biri Kabil’di, her biri Habil. Birlikte gömdüler ikisini de. Şimdi kar ve kurtlar tanıyor onları. Anlayamayacağınız bir zamanda geçti. Burada anlattığım öykü.''
Biz buyuz işte, yaşadığımız zamanların, güneşin her doğuşunda Gallalı kadınlar gibi gerindiğimiz çağların özeti bu, boşuna yorulmayın, aramızda mutlulukla ölenlerin yükünü, bastıkları toprakta hala çığlıklarını duyabileceğimiz ölülerimiz çekiyor, doyasıya yaşadım diyenler varsa aramızda, cinayetlere hepimizden çok ortak olmuş ve gönül vermişler olabilir onlar ancak... Ne yapabilirlerdi demeyin, bir düşünce değil miyiz biz, mutluluktan öldüm diye kahkaha atmaktansa, ufuklara doğru bir an bakmak, bakabilmek yaşamı her şeye karşın kutsamanın, delilerin edimlerini kargışlayıp, onu dağlarda yücelen bakışlarla kutsayıp, soyutlamanın biricik yoludur kanımca, mutluluktan ölenler, başı boş dolaşan, Platon'un mağarasında esneyip, mağarayı arşınlayarak, düşünceyi yadsıyanlardır. Derin bir bakış; alanlarda naralar atarak haykırmak ve sarayın duvarlarını çınlatarak kahkahalar atmaktan yeğdir. Günahlarımızın yelkenlisi gülücüklerle dolabilir, göz yaşlarıyla da ıslanabilir ama kayıtsızlıkla dolu dünyalar, yaratıcının yadsındığı anlardır ve biz hepimiz, biriz. Hiç birimiz farklı değiliz, biz başkası değiliz ve tanrıda bizden başkası değil ne yazık ki, en iyisi diyaloğu anlayalım...
Tanrı- Seni yarattım.
İnsan- Çok yücesin.
Tanrı- Değil.
İnsan- Bağışlayıcı rabbim, neden?
Tanrı- Yaşadığımı ve var olduğumu biliyorsun, kabul ediyorsun!
İnsan- Ne şüphe!
Tanrı- Öyleyse kusurluyum!..
İnsan- Anlayamadım.
Tanrı- Ben gözleri bile sonsuz ışıltıya boğamayanım.
İnsan- Buyursanız…
Tanrı- Yaşlılıkta zayıflıyor ve kör oluyor onlar...
İnsan- Kerim olan, efendim!..
Tanrı- Yaşayan ve var olan her şey kusurludur, kusur barındırır.
İnsan- Bağışlayıcı rabbim…
Tanrı- Ve insanoğlu belki bir çözüm bulabilir, tüm yaratılanlar adına bir çözüm?..
İnsan- Düşünüyorum…
Tanrı- Ve kusurlu göz için; kusurlu tanrı hiç olmazsa…
İnsan- Efendim!
Tanrı- …O çıkıntıyı yarattı!..
İnsan- (Elini burnuna götürür, gözlüğünü düzeltir!..)
Tanrı- Kusurluluğun kusursuzluğu belki?..
İnsan- Anladım…
Tanrı- Teşekkürlerle şükretmelisin insanoğlu!..
İnsan- 'Lens efendim!..'
Buradaki lensi, 'Thanks' olarak algılayıp, bir sözcük oyunu olduğunu düşünmemiz gerekir.
Kalkışmalar, devrimler ve dönüşümlerin tümü kılıç suyu üzerinde devinen apoletlerin çıkar savaşıdır, olasılıkla böyledir de diyebiliriz, çünkü tarih kıyımların tarihidir, insanlığın henüz irili ufaklı bir savaş olmadan geçirebildiği bir zaman dilimi yoktur, bir canlı düşünün, kavgayı, ölümü ve öldürmeyi, karşıtını yok etmeyi, yağmalamayı, kendisine yabancı, uzak ve kültürel anlamda ayrıksı olan tüm kabile, klan ve yığınları, kitlesel biçimde yok etmeyi doğal bir hak, haklılık olarak benimsesin, yok etmeyi, tarihinin şanlı sayfaları olarak gösterip, bilsin.
O bunu sonraki kuşaklara bir bilit ve sunum olarak hazırlamış ve bunu arzunun karanlık nesnesi, olmazsa olmaz bir istenci gibi göstermiş, benimsemiş, yetmemiş kanıksamıştır.
İnsanlık, yaşlı kıta Avrupa'dan hareket eden karaveller, gittiği yeni dünyanın tümüyle yabancı ekinlerle donatılmış, çırılçıplak olabilme erdemine ermiş ve belki de ilahi terazide kendisinden daha modern sayabileceğimiz insanları tümüyle yok ederek, kıtayı baştan sona yağmalamıştır. Beyazlar, kızıl derilileri altınları süs eşyası olarak kullanmaktan başka bir şey bilmeyen oturan boğaları, Aztekler'i, Toltekler'i, Quetzalcoatl ve Montezumalar'ı hangi nedenle boğazlayarak, dönüş yolunda konserve etmiş ve ilkellik ve barbarlıkla suçladığı, güçlünün dünyasında haklılığın verdiği şatafatla, yok ettiği insanlara hangi nedenlerle yamyam demiştir ve oradaki canlıları yok etmiş, tutsakları forsa olarak kullanıp, deniz tutanları, iskorpütlüleri hangi nedenle diri diri acı suya atmıştır.
Sonuçta yaşlı kıtanın barbarları, yeni dünyanın vejetaryenlerini yok etmiştir. Şimdi sormak gerekir, vahşi olan kimdir bu zarda, bu kumarda!.. Güçlü olan, modern, çağdaş ve öncü sayılmıştır insanlık tarihinde, güçlülük, doğruluk ve haklılığın anahtarıysa, tanrıya acımak gerekir, hiç olmasa daha iyiydi, belki de tam da bu yüzden yoktur, ah Janus'un yüzü gibi tanrımız, var ama, olmasa iyiydi, hayır yok, ama böylesi zaten olamazdı ki!.. Belki bizden de korkak, belki de ürkek, bizi izliyordur, Frankenstein'in yaratığını, güğümünden fırlayan cinini, şişeye sığacak kadar küçülünce, ölümü özleyen Syble'ini!..
Bugün nükleer silaha sahip ülkeler modernizmin öncüleridir, çağdaşlığın başyapıtıdır onlar, oysa onlar daha dün milyonları yok etmiş ve bir ölü cinayet, bin ölü istatistik kuralı uyarınca, yıllarca yıllar kadar iz sürmüş ve kendilerinden olmayanları öldürmüştür. Onu göklerde aramayın, yapay tanrılarımız ve putlarımızdır onlar. Onlar hümanizmin öncüsüdür, insanlığın sancaktarı ve göksel olanın ayrıcalıklı kullarıdır ne yazık ki...
Güçlü olanın medyası sizi yönetir. Medea ki gorgonlardı, gözlerine bakan taş kesilirdi. Güçlü demokrasi havarisidir daima ve ama sonsuza dek haklıdır ve bizim bütün inançlarımızın özeti şudur; İmansız köpek, hükmü dinledi!..
Otoriter ve şiddeti kutsayan bir düşüncenin özeti değil mi bu, hümanizm bu mu ve gerçekten var olan bir sinek, olasılıkla var saydığımız bir melekten daha kutsaldır diyemiyoruz biz. Öyleyse biz neyiz demenin zamanı geldi. İyi niyet, masumiyet ve arzularla dolu yaşam perisi, bisikletli Maria'nın türevleri de olabiliriz biz, belki; Ama ay ışığında, sahilde parlayan kan sızıntıları benim yüreğimi burkuyor ve yaşamda savrulup giden Maria'ya göz yaşı dökmekten kendimi alamıyorum, belki de kendime ağlıyorumdur, kim bilebilir...
Sahildeki kan sızıntılarına, göz yaşım karışıyor ve boğazım düğümleniyor benim, hıçkırmak istiyorum ama ıssızlık ve yalnızlığın dolambaçları alıkoyuyor beni.
Tepelerden bakan aya ve yıldızlara dönüyorum yüzümü, bir yıldız kayıyor yamaçlardan, umut denize girip saklanıyor sanki, neden böylesin tanrım sen, neden, bir türlü inanmadığım için mi... Neden bizi kucaklamıyor umut, neden yaklaşamıyoruz bir türlü, neden elimizi tutan biri yok, neden göklerden inemiyorsun yüz yıllar boyu, neden sanrılarla, düşlemlerle, varsayımlarla yaşayıp gidiyor, neden göz yaşı döküyoruz sürekli, neden sessizce ölüyor ve elveda bile demeden terk edip gidiyoruz yıldızlı geceleri ve neden tüm zorluklara karşın, yaşam güzeldi diyoruz biz!..
Ve neden ardımızdakilerin acılarına ortak olmak ve onları bir an içinde olsa teselli etmek gayretindeyiz. Neden sessiz hıçkırıklarla, gizlenmiş iniltilerle her şeye katlanmaktayız biz...
Çünkü biz bir anomaliyiz ve korkunç bir çıkmaz içindeyiz, yenilgilerimiz bir tür yengi, acılarımız bir tür sevinç ve duraksamalarımız bir tür döngü bizim ve ne yapacağımızı bilemiyoruz henüz ve senin varlığın, yokluktan beter.
Öyleyse modernizm nedir, teknolojik gücün gösterisi mi, paranın kiri mi, tüketim toplumunun, çılgınlığın boyutlarını aşan, bildik tüm sınırları parçalayan gösterisi mi, aya uluyanların yanında, ironmen'in, titanın oklarıyla oraya varması mıdır modernizm ve modernizm neden kan ve göz yaşının özverisiyle gizlenmiş bir şatafatın tanımıdır tarih boyunca...
Çağdaşlığın simgesi neden bir dilim bez parçasıyla ölçülüyor, topuğu boylarını geçenler, frak ya da papyonla boy gösterenler, maçolar, madonnalar, miçolar, eriller, dişiller, erselikler, üreten, tüketen ve yok edenler, dul avrat çiçeği ve adamotları podyumlarda yürüdüğünde neden çağdaşlığın öncüsü sayılıyorlar, bunları belirleyen barbarlar, sermayenin sömürüsüyle ezdikleri uluslara özgürlük getirmek için neden o topraklara basıyorlar, damızlık atların nallarıyla, mahmuzlarıyla, lazerleriyle, küçük çocuk, tatlı hala dedikleri füzeleriyle neden arşınlıyorlar kıtalardan kıtaları!..
Kederli yüzleriyle, tütün çiğneyen insanlar, zehir fabrikalarında kıyılmış, ince dumanlı ve mücevher kadar pahalı zarif boruları koklamadıklarında, dumanı ciğerlerine çekmediklerinde, neden dağlı sayılıyorlar, modernizm parfüm kokularının pazarlandığı, salgıların, ter kokularının lavantayla, çam kokularıyla harmanlandığı, yapay cennetlerin hamaklarında, plastisite edilmiş, karbon atıklarıyla kutsanmış, şen kahkahalara bulanmış, ululanmış kameriyelerin, cennet havası veren tatsız, bulaşmaz, kokmaz naylonsu çiçeklerin, anevrizmanın, bunamanın, paranoyanın, marihuanayla, kokainle, afyonla, esrarla, kehribarla yaşanan özgürlüklerin, titansı konstrüksiyonlarla süslü çınlaması, bulutlarda sürüp giden bir düşün parıldaması, yansıması mıdır... 'Modernizm Tobacco mudur!..'
Modernizm karanlık ve nereye açıldığı bellisiz bir cehennemin görünmez kapılarıdır, modernizm yerden yere vurduğumuz çağcıl zamanların putu, yüzyılımızın dini, yoksullara ve yoksunlara acımasızca dayattığımız yaşam anlayışının totemi, kanlı ritüelidir.
O, Osiris'in gizil haykırışlarıyla çınlayan, halojen lambalarla süslü asansörlerin, nereye açıldığı bilinmeyen ikiz kulelerin, başı bulutlara değen putrellerin, göksel dolambaçları mıdır, pet şişelerden içilen sular, siber saldırıların, diksiyon bozukluğunda kendisine yabancılaşmış, avam diye ayırdıkları niceliklere karşı, silikon dudaklar ve hareketsiz yanaklarla robotlaşmanın, siborglaşmanın dışa vurumu mudur... İnsanlık sürgit yükselen ve bir cehennemin kapılarına dayanan, dayanacak olan bir anomaliyi çağdaşlık diye sunmaktan çekinmeyen bir uygarlığın geri tepmesi, mutlakiyet arz eden bir silahı mıdır. Ucuz ve kaliteli!..
Bugün, doğada yaşayan insanlar, egzoz dumanının içinden çıkan konkistadorları, neden efendisi biliyor, tanrımızın gücü mü bu, nükleer yıkıntıyı mutlaklaştırmaktan çekinmeyen şeytanların, göklerden gelen barbarların gücü mü bu, bakın Nanni Balestrini, aramızda dolaşan tanrılarımızın dilini, şu kısır döngüyü nasıl da şiirize ediyor.
İyi de, bu şiiri eşe dosta kaçıncı kez yineliyor ve okuyorum ben, hep ansıyıp sunuyorum onlara, son günümde bile anımsayacağım onu, ne yazık ki bende bir tür inağım, dogma, her tür gerçeklik, doğruluk ve bilit değişmedikçe, değişmediğinde zamanla bir sabiteye, kalın, kalıt bir düşünceye, skolastiğe dönüşür, düşüncesini değiştirmeyen bir insan, dayanıklı ama cansız bir sfenksten, bir otomattan başka bir şey değildir, değişim öyledir ki, tanrıyı yadsıyana değil, insanı arayana inanırım ben, Diyojen'e!.. Sonrasıysa, makinaların değişim hızının insanlığın değişim hızından çok daha çabuk olduğudur, dahası gerçek şiirimiz hiçliğin şarkısıdır ve anlamakta güçlük çektiğimiz o tuhaf varsağıdır... Vladimir Burkony, Burkony'yim ben...
''Başım omuzuma bastırılmış, onların dönüşünü seyrediyorum. güneşten otuz kez daha parlak, yavaş yavaş kımıldatıncaya kadar parmakları ve gelirken meydana çoğunluğu şeylerin, bulutun doruğunda, dönüyor hepsi köklerine ve çalışarak yakalamaya giriyorlar bilinen mantar biçimine. Saçları dudakları arasında, dönüyor hepsi köklerine, göz kamaştıran ateş küresinde, onların dönüşünü seyrediyorum, yavaş yavaş kımıldatıncaya kadar parmakları ve çiçeklenmesine karşın giriyorlar bilinen mantar biçimine, yakalamaya çalışarak, gelirken meydana çoğunluğu şeylerin. Göz kamaştıran ateş küresinde, onların dönüşünü seyrediyorum, varınca stratosfere, gelirken meydana çoğunluğu şeylerin, başları omuzlarına bastırılmış, güneşten otuz kez daha parlak, dönüyor hepsi köklerine, saçları dudakları arasında, giriyorlar bilinen mantar biçimine. Kımıltısız yattılar konuşmadan, otuz kez daha parlak güneşten, dönüyor hepsi köklerine, başları omuzlarına bastırılmış, giriyorlar bilinen mantar biçimine, yakalamaya çalışarak ve çiçeklenmesine karşın şeylerin hızlıca yayılıyorlar, saçları dudakları arasında. Gelirken meydana şeylerin çoğunluğu, göz kamaştıran ateş küresinde, dönüyor hepsi köklerine, hızlıca yayılıyorlar, yavaş yavaş kımıldatıncaya kadar parmakları, varınca stratosfere ve kımıltısız yattığı zaman konuşmadan, otuz kez daha parlak güneşi yakalamaya çalışarak. Dönüşlerini seyrediyorum, yavaş yavaş kımıldatıncaya kadar parmakları, göz kamaştıran ateş küresinde, dönüyor hepsi köklerine, saçları dudakları arasında ve otuz kez daha parlak güneş, kımıltısız yattılar konuşmadan. Hızlıca yayılıyorlar doruğu yakalamaya çalışarak.''
Korkunç İvan bir katildi, Deli Petro ölüleri yan yana dizerek, denizel bataklığı doldurdu ve Petersburg'u kurdu, Sezar sezaryenle doğdu ama öldürmeyi aşk bildi, Napolyon apoletliydi, katil doğanlardan, Ramsesler ve teizmin tarihi hepsi kan içici birer yarasa, hepsi şeytani birer melekti ne yazık ki... İnsanlık yavrularına saldıran ve toprakları parçalayarak çoğalan amip sürüleriydi, dünde, bugünde, yarında!..
Çağdaşlık hemoglobin tacirlerinin, özgürlük simsarlarının sütresidir bugün, maskenin maskesini çıkaramayız ve onlar çok iyilerdir ne yazık ki...
Diyorum ki, bir öldürmen, bir yaban, kıtaları aşan bir barbariyan değil, tanrının dilini ezgilere dökebilen bir yahşi, otlaklardan başka bir şey bilmeyen bir yerli, ıslık çalarak kırlarda dolaşmayı adet edinmiş bir köylü, aksanı dilleri yakıp tutuşturan bir deli olsaydım ben.
İşte meseli...
''İnsan oğlu, kızı öyle güçlü, öyle modern çağlara ulaşmış ki, erişilmez denilen yıldızlara varmış, us dışı bambaşka gezegenler görmüş ve oradaki üstün, tanımlanamaz canlıları, düşe sığmaz yaratıkları yenilgiye uğratarak, yurtluklarına el koyup, yeni kolhozlar, koloniler edinerek, gözde madenleri işleyip, fotonsu, sanalitik hızlarda, ilkinsil ve de artık korkunç güçlerle berkiyip, düşlerden aşkın, sonsuzluk ardılı ve tanrıların da ötesinde bir yaşam biçimi geliştirmiş.
Böylelikle, kuşatarak ele geçirdikleri yeni gezegenler ve kozmolojik yuvalarda, kolaylıkla çoğalabilen, yapıları arı mineraller ve besin değeri yüksek jellerle dolu canlıları kurban ederek, hedonizmlerine, sadizmlerine, yeni çeşniler, egzotik tadlar ekleyip, yüzyıllar yılı, bıkıp usanmasız, ezgilerle, naralarla, alaylarla, ilâhi bedenlerinin gereksinimlerini gidermeyi başarmışlar…
Sonra zamanlar geçmiş; yıldızlar yollarını yinelemişler ve tadılmamış günahların eşliğinde, vahşet ve kanla süslü altarlardaki gösterilerini, taklarla, defnelerle, taçlarla süsleyerek, geçip giden çağlara ağıtlar yakmış, destanlar var etmiş ve geleneklerini sürdürüp, törelerini koruyarak, yaşamlarında yeni maceralara, olumlara ve daha da ötelere, hançerenin ta köklerine, evrenler dışı, sonsuzluğun da sonsuzluğuna yelken açarak, zamanlar ötesi yolculuklarını sürdürüp gitmişler.
…
Ama birde Himalayalar’ın gölgesinde yaşayan bir dağ keçisi varmış, doğumundan bu yana bin bir renkli otlarla beslenir, çayırlarla dolu uçsuz bucaksızlığın, yeşil denizlerinde yatar, karların, buzulların arıttığı kaynaklardan içer, geceleri ateş böcekleriyle görklü gökyüzüne dalar, renkcil zambaklar, sümbüllerle süslü, çıldırtıcı seslerle yüklü, yüceler yücesi yamaçlarda, kokusul, şol bayırlarda dolanırmış.
Ayların yükseldiği ve baharın kaynaşıp, çiçeklerin oynaştığı üreme döngülerinde mutlulukla çiftleşir, klânın yeni doğmuş, minicik üyeleriyle gezinir, kayalardan seker, çiçeklerden böceklere, oradan ağaçlara, dallara, elden ele, koldan kola, binbir çeşit kuşlara, dilin dönmediği varlıklara, çınlayışlara dalarak,
güneşin ve gecenin doğumlarında, bulutların ve yağmurun gizeminde, sis ve pus, kırağı ve kar, ormanla rüzgâr ve göklerin masalsı aylasının altında, hişt hiştler arasında, meleksi, düşten güzel yaratıklarla yaşar gidermiş.
…
Gün gelmiş, bu yamaçlardan yamaca uçan dağ keçisi, yeryüzü güzelliklerinin doyumuna ermiş, tanrısal bağışların sonuna varmış ve kadife gibi yayılan, ışıltıyla dökülen ve kuzeyin kuğusunun, prenseslere fısıldadığı masallar gibi dağılan karın altında, rüzgârın savurduğu tozanlar, tüycükler ve uykulu bedenleri esriten gülücükler; inciler, gözalıcı sürmeliklerle dolu, göz gözü görmez uğultu ve uçsuz bucaksız beyazlıklarda; us oyunlarıyla süslü, iremlerin serpildiği, nice sevdaların boyun eğdiği, yaratılmışların bilemeyeceği, düşlerine giremeyeceği, ölüm ve yaşam sarmalında gizlerin döküldüğü, bitimsiz geçmişle, varılmasız geleceğin bağışlandığı, her şey ve hiç bir şeyin birlikteliğinde, dile gelmez olanla, tin ve tün ötesinin muştulandığı düşler arasında, pericil uykulara dalarak; ululuk ve bilinmezliğin kollarına, piramidin ta yüreğine; sonsuzun ve unutuşun uyumuyla, hiçliğin o her şeyden güzel, uçsuz bucaksız uçurumuna benliğini açarak yitip gitmiş…
…
Şimdi, bitimsiz bir yolculukta, yeni yurtluklara ulaşan ve evrenle; tanrısallığın da ötesine kavuşan bir insan mı olmalıydım, yoksa Himalaya eteklerinde, göz alabildiğine uzanan karlar ve yıldızlarla dolu gecelerde, çiçeklerin böceklerin arasında, güneşin altın renkli ışıltıları içinde; soruların sorusuna kavuşarak, gizemlerin gizemine ererek mi yaşamalıydım?..''
Hasılı evrenin gizlerine erebilmek için, önce kendimizi bilseydik diyorum ben... Elbette anlatacağım çok şeyler vardı, düşünürken hepsi hücum ediyorlar belleğime ama yazarken sıraya girmeleri gerekiyor ne yazık ki ve belki de yeni düşünler, yeni esinlerden sıra dışına düşüp yok olup gidiyorlar, düşüncenin hazzına kapılanlar için, ölüm kadar acı bir şeydir bu...
"Yıkıcı güçler birçok bitkiyi yok eder, ama bitkiler yine de yeşermeyi sürdürür. Piramitler bir papatyanın dayanıklılığına hiç bir zaman ulaşamaz. Bülbüller, Buddha'nın ya da İsa'nın sözlerinden önce de ötüyorlardı, onların sözlerinin unutulmaya yüz tutmasından sonra da, nice tanrıların gidişinden sonra da ötmeyi sürdürecekler. Çünkü bu, ne vaazdır, ne öğreti, ne buyruk, ne ayet, ne de baskı. Bu yalnızca bir şarkıdır. Ve başlangıçta 'Söz' yoktu. Şarkılar vardı..."
Bakalım yaklaşan perestroyka haykırışlarıyla çektiklerimiz, gerçek durumumuzu dile getirmeye yetecek mi...
21
İçimi döküyorum ben, sözcükler, sözcükler, sözcüklerle...
Çocukluğum, URSS'in diğer deyişle Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği'nin topraklarında geçti, Ukrayna olarak ortaya çıktığımız an birlik bozuldu ve görünmeyen bir el bizi yoksulluğa ve eski günlerimizi aramaya itti, eğer gamsız tasasız kaynaklardan neler olup bittiğini okursanız, bize göre gerçeklerden uzaklaşmış olabilirsiniz, biz Slav ırkındanız, batının doğusundayız, doğrudur batı bizi doğulu sayar, doğu ise batılı bilir, gerçek ayrım şudur, bizler hıristiyanız, tüm batı hıristiyan, ortodoks olmamız bir şeyi değiştirmiyor, doğu ise müslüman sayılıyor. URSS içerdiği yerel renklerin uçsuz bucaklığında, zamanın hırçınlığında hantallaşmış olabilir, düşünün ki Alaska bir Rus toprağıydı, sattılar USA dedikleri diğer kutba, demek ki toprak parçası devlet olabilmek için her zaman bir değer oluşturmuyor diyelim, konu çok derindir belki de, gerçeği, hiç bir şeyi, hiç bir zaman tam olarak algılayamayız...
Altı kör adam vardı ve öğrenmeye çok hevesliydiler. Nasıl olduysa "fil" diye bir canlının olduğunu duymuşlardı ancak nasıl bir canlı olduğunu bilmiyorlardı. Fil denilen bu canlının neye benzediğini öğrenebilmek için birisine danıştılar. Danıştıkları kişi "Filin vücuduna dokunarak nasıl bir canlı olduğunu öğrenebilirler" düşüncesiyle kör adamları filin yanına götürdü. İlki file yaklaştı ve dokunma fırsatı bulamadan karnına çarpıp "Tanrım bu fil, duvardan başka bir şey değil" dedi. İkinci uzun dişine dokunarak kararını verdi, "Bu şey oldukça düzgün, sivri ve yuvarlakça. Fil denilen şey, bir mızraktır aslında". Üçüncü hayvana sokulup kıvrımlı hortumunu tutunca bilgiçlikle atıldı, "Anladım, fil olsa olsa bir yılandır".
Dördüncü, filin dizine sürünce elini, "Ağaçtır" deyip, sabitleştirdi düşüncesini. Beşinci, kulağına erişip şöyle söylendi: "En kör adam bile senin ne olduğunu bilir, fil bir yelpazedir". Altıncı, filin çevresinde dolanırken kuyruğuna ulaştı, "Anladım bu fil düpedüz bir halattır", sonucuna vardı. Bu altı kör adam, her biri kendi düşüncesinde, katılaşan ve direngen bir kavgaya tutuşurlar. Her biri düşüncelerinde kısmen haklı ve her biri kesin yanlış. Bütünü kavrayabilmenin yolu, tek bir bakış açısı da değildir, ortak yarar ya da birleştirici duyumdur belki de, bu da bir fil öyküsüdür kısacası, bizim başımıza gelenlerin öyküsü değişik kaynaklardan ele alış öyküsü de şöyle...
Sovyetler Birliği`nin çöküşünü hazırlayan etkenler, Stalin 5 Mart 1953'te ölünce yerine, oldukça uzun bir mücadele sonunda, 1957 yılında Nikita Kruşçev geçti. Kruşçev döneminde Doğu-Batı ilişkileri çok sert ve tehlikeli boyutlara ulaştı. 1958`de başlayan Mao-Kruşçev mücadelesi, Kruşçev`in bir saray darbesiyle iktidardan düşürülmesi ile sonuçlandı. Yerine 18 yıl iktidarda kalacak olan Leonid Brejnev geçti. Brejnev döneminin en önemli olayı ise, 1 Ağustos 1975`te 35 ülkenin imzaladığı Helsinki Nihai Senedi veya diğer adıyla Helsinki Deklarasyonu oldu. Sosyalist Blok'un temellerini sarsan Helsinki Nihai Senedi; Mart 1985`te iktidara gelen Mikhail Gorbaçov`un ortaya attığı ``Glasnost`` (Açıklık) ve ``Perestrokya`` (Siyasi sistemin, devlet örgütünün ve hükümet organlarının yeniden yapılanması) düşün ve uygulamaları ile bütünleşince dağılma kaçınılmaz oldu. Çünkü, Doğu-Batı ilişkilerine bir yumuşama ve yakınlık getirilmek istenen Helsinki Nihai Senedi`nin yürürlüğe girmesi, Doğu Avrupa`daki tüm Sovyet uydusu ülkelerinde aydınları ve ulusalcıları harekete geçirdi. İnsan hakları ve özgürlük hareketleri biçiminde başlayan gelişmeler zamanla Moskova`nın hegemonyasına karşı bağımsızlık mücadelesine dönüştü. Ancak, bunlar patlama şeklinde değil, yavaş yavaş gelişen bir seyir takip etti.
Kısacası, Gorbaçov iktidara geldiğinde Sovyet komünizminin yapısını değiştirmeye karar vermişti. Bu değişme veya yeniden yapılanma iki koldan olacaktı. Bunlardan birincisi, siyasal iktidarın veya devlet yapısının değiştirilmesiydi. Hedef, komünist iktidarın tepki çeken baskıcılığını demokratik bazı uygulamalarla halk egemenliğine yaklaştırmaktı. İkinci hedef ise; ekonomik yapıda radikal değişikliklerin gerçekleştirilmesiydi. Bu suretle Sovyet Sistemi`ni güçlendirmeyi düşünen Gorbaçov, ABD ile rekabet düzeyine ulaşacağını umuyordu. Bu iki ana hedefin yanında silahsızlanma gayretlerini de gözardı etmedi. Bir bakıma Sovyetler Birliği`ni kurtarmak için her yolu denedi. Ancak, tüm çabalarına karşın başlamış olan çöküşün tamamlanmasını engelleyemedi.
Dağılma süreciyse, Gorbaçov iktidarının dördüncü yılı bittiğinde, Sovyetler Birliği`nin siyasal yapısında çözülmeler başlamış bulunuyordu. Bu çözülmeler, 1991 yılı sonunda dağılmaya dönüştü. "Glasnost" ve "Perestrokya" ilkelerinin 1987 yılından itibaren uygulanmaya konulmasından hemen sonra Baltık Devletleri başta olmak üzere bağımsızlık ilanları başladı. Baltık ülkeleri 23 Ağustos 1939`da Nazi Almanyası ile Sovyetler Birliği arasında imzalanan tarafsızlık ve saldırmazlık antlaşması ile Sovyet Rusya`ya terkedilmişti. Bu ülkelerden Litvanya 11 Mart 1990'da; Letonya 4 Mayıs 1990`da; Estonya da 8 Mayıs 1990`da bağımsızlıklarını ilan ettiler. Ancak, bağımsızlık ilanları Sovyetler`in dağılmasını istemeyen Gorbaçov başta olmak üzere Rus yöneticileri tarafından tepki ile karşılandı. Mücadele 21 Ağustos 1991`de Gorbaçov`u devirmek için girişilen darbe gününe kadar devam etti. Bu ülkeler aynı gün bir kere daha bağımsızlık ilanında bulundular. Bu arada 23 Ağustos 1990`da da Ermenistan (Ermenice: Հայաստան, Hayistan, Hayq), Asya’nın batısında yer alan bir devlet. Kuzeyinde Gürcistan, doğusunda Azerbaycan, batısında Türkeli, güneyinde Nahçıvan ve İran yer alır. Güney Kafkas Dağları ile Karadeniz ve Hazar Denizi arasında kalan bölgede denize kıyısı olmayan bir ülkedir. Başkenti Erivan'dır.), Sovyetler Birliği içinde kalmakla birlikte, bağımsızlığını ilan etti. Gorbaçov, ülkede gerginliğin giderek artması üzerine 16 Mart 1991`de bir halk oylaması yaptırdı. Oylamada halkın, " Eşit egemenlik ilkesi içerisinde bir federasyon" isteyip istemediği soruldu. Üç Baltık ülkesi ile Gürcistan, Ermenistan ve Moldova'nın boykot ettiği halk oylamasına katılan diğer 8 ülkeden evet oyu çıktı. 11 Haziran 1991`de, Rusya Federasyonu Cumhuriyeti, Rusya Anayasası`nın Birlik Anayasası`ndan üstün olduğu iddiası ile egemenliğini ilan etti. Boris Yeltsin Rusya Federasyonu Başkanı seçildi. Radikal komünistler 16 Ağustos 1991`de Gorbaçov`u karşı bir hükümet darbesi yaptılar. Gorbaçov, Kırım`da oturmak zorunda bırakıldı. Ancak Yeltsin karşı bir hareketle Gorbaçov`un Moskova`ya gelmesini ve görevine devam etmesini sağladı. 19 Ağustos 1991`de Kremlin Sarayı`na 1917`den önceki Rus bayrağı çekildi. Gorbaçov gelişmeler üzerine Komünist Parti Genel Sekreterliğini bıraktı ve 24 Ağustos 1991`den itibaren sadece Devlet Başkanlığı görevini üstlendi. Gelişmeleri yeni bağımsızlık ilanları takip etti. Sovyetler Birliği`nin dağılmasındaki en büyük gelişme Ukrayna`nın bir halk oylaması ile 24 Ağustos 1991`de bağımsızlığını açıklaması oldu. 25 Ağustos 1991`de de Beyaz Rusya'nın bağımsızlık ilanı birliğin tamamen dağılmasına neden oldu. 29 Ağustos 1991`de, Sovyet Komünist Partisi Yüksek Sovyet kararı ile resmen kaldırıldı. Bu karardan sonra Türki Cumhuriyetler`den Azerbaycan 30 Ağustos 1991`de; Özbekistan ve Kırgızistan 31 Ağustos 1991`de; Türkmenistan 27 Ekim 1991`de; Kazakistan 16 Aralık 1991`de bağımsızlıkla ilgili halk oylamaları yapıldı ve oylama sonunda ülkelerin büyük çoğunluğu bağımsızlıklarını istediler.
Gorbaçov’un “Her ulus istediği kalkınma yolunu seçme, kendi kaderini tayin etme, topraklarını ve insan kaynaklarını istediği gibi kullanma hakkına sahiptir.” açıklaması nedeniyle, Doğu Avrupa′da komünist yönetimler tarafından idare edilen ülkelerde halk hareketleri başladı. İnsan hak ve hürriyetlerini kazanmak amacıyla başlayan bu halk hareketleri zamanla Sosyalist Blokun temellerini sarsarak bağımsızlık hareketine dönüştü. Halk hareketleri doğrudan kendi ülkelerindeki sosyalist yöneticileri tasfiye şeklinde gerçekleşti. Kısa sürede sosyalist yönetimler yıkılarak SSCB’ye karşı bağımsızlıklarını kazandılar. Böylece Doğu Bloku ülkelerinde rejim değişikliği ve Sovyetlerden kopma süreci başladı. Macaristan Komünist Partisi, Marksizm′den vazgeçerek Macaristan Sosyalist Partisi adını aldı. Ülkede çok partili sisteme geçildi. Polonya′da Komünist Parti kendisini feshetti ve Sosyal Demokrasi Partisi adını aldı.
Rusya Federasyonu′nun SSCB′ye ait nükleer silahlara tek başına sahip olmak istemesi, önemli miktarda nükleer tesis ve silaha sahip bulunan Kazakistan tarafından sert tepkiyle karşılandı. SSCB′nin Rusya′dan ibaret olmadığını ifade eden Ukrayna, Rusya′nın kendisini BM′de temsil etmesine karşı çıkarak Rusya′nın SSCB′nin mirasçısı olarak görülmesini kabul etmeyeceğini belirtti. Ukrayna ile Rusya arasında SSCB′den kalan Karadeniz donanmasının denetimi sorunu ortaya çıktı. Yaklaşık 300 savaş gemisinden oluşan Sovyet donanması ve Kırım′ın denetimi tartışması Rusya ile Ukrayna arasında gerginliğe yol açtı. İki devlet Ocak 1992′de Karadeniz donanmasının paylaşılması konusunda anlaştı. Moldova′da bağımsızlık sonrasında, ülkedeki Rus azınlığın Dinyester Cumhuriyeti′ni kurması Mart 1992′de iç savaşa yol açtı. BDT′nin ortak silahlı kuvvetler kurma çabalarına karşı Beyaz Rusya kendi silahlı gücünü oluşturma kararı aldı. SSCB′nin dağılmasıyla bağımsız olan devletler; Azerbaycan, Türkmenistan, Özbekistan, Kazakistan, Kırgızistan, Tacikistan, Ermenistan ve Moldova Mart 1992′de BM üyeliğine kabul edildi. Litvanya, Estonya ve Letonya, bağımsızlık sonrasında BDT′ye katılmadı. 1992′de Rusya içindeki özerk cumhuriyetlerden Tataristan ve Çeçenistan bağımsızlık kararı aldı, Moskova 1 Nisan 1992′de Rusya Federasyonu′ndaki yirmi cumhuriyetten on sekizi ile anlaşma imzalayarak Rusya′ya bağlı kalmalarını sağladı.
Batılı kaynakların aktarımı bunlar, doğrudur belki şablonlar, ama benim gözümden neler oldu bir bilseniz, sınırlar parçalandı diyorlar, ben sınır görmedim ki yaşamımda parçalansın, şunu söylemeden geçemem ben bisikletli Maria'ya üzülüyorum en çok, yaşam dolu kadıncağız, görünmez ellerin darmadağın ettiği yaşamında Anadolu'ya göç etti, göç etmek zorunda kaldı, bende gittim ardından, yurdumdan uzaklaştım, yaşadığım doğduğum topraklardan, tanrı, ben bunu galaksi dışı sistemler anlamında kullanmak istiyorum, bu olaylar için ne düşünüyordur acaba, tanrıyı bu denli dilime dolamamı bir türlü anlayamıyordur bence, ne düşünecek ki!.. Şimdi neden sinir krizinin eşiğindeymiş gibi yinelemelerle kendimden geçtiğimi anladınız mı, perişan olup da, göksel dalgalanmalar, ilahi oyunlar ve yeryüzü tanrılarının ayetleriyle mutlu olan insanlar var mıdır, devrim ölülerin sayısıyla ve parçalanmalardan doğan kazanımlarla ölçülecekse, ulusların adları kategorik bir sıralama ve tutsaklığın şatafatlarıyla süslenmiş bir cin oyunudur benim için, bunu anlamamı bekleyemez yaşam benden, iki cephe savaşıyor ve biri kazanıyorsa ve dünya övgülerle, şarkılarla, tırmanarak o yarı bildik yolları, aksak ayaklarıyla kutsanan birinin kucaklaşmalarıyla barış şarkıları söylemeye kalkışıyorsa, bu benim için soykırımdan ibaret bir aydınlanmadır!.. Gelecek bizim gibilerin, bisikletli Mariaların, Burkonylerin dinmeyen kederini ve özlemini anlayacaktır umarım. Dünya bizim için yaşayan ölülerin mezarlığıydı, ama bunu kimse bilmiyor...
Devrimler tarihi, parçalanımlar, yok olumlar, oluşumlar tarihi, yaratılmışlar kulübünün üyesi ve bir dünyalı olarak bu tümceler artık beni heyecanlandırmıyor, neden... Değişen hiç bir şey yok da ondan!..
Kadın bedeniyle ilk kez tanışmamı sağlayan Maria bir gün her sözü hakkıyla anlayabilirmişim gibi dedi ki bana, erkeklere doğum yeteneğini kazandırmadıkça, uygarlık diye bir kavramdan söz edemeyiz, sürdürdü sonra, yaratmaktan, yaratıcılıktan yoksun ve yok edici olan yalnızca onlar demişti. Sözleri dün söylemiş gibi kulağımdadır. Bazı sözler incelikli ve anlaşılırdır ama gerçekliği değiştirmeye hiç bir yararı olmadıkça, bir değeri yoktur, hoş bir söz, salt hoş olduğu için güzel geliyordur bize, teoremde hiç bir değişkeye yol açmadıkça, olmayacaksa, bütün ironiler ve bilitler boşluğa tutulmuş aynadır ve geçicidirler ne yazık ki... E=m.c2 bir formül olarak insanlığa açıkça bir yarar sağladığı için tüm sözlerden belki de daha bir söz olmayı hak ediyordur. Dünya harflerin çöplüğüdür ne yazık ki...
Ukrayna, Karadeniz'in kıyısında bir ülkedir, tekneye binelim ve gezintimizi sürdürelim. Plastikten, bir ölüm şuası olabilen elektrik geçemediğine göre, evrende de ışığın geçemediği, ışığı geçirmeyen bir yer var demektir. Sonsuz boşluğun kara noktaları... Cehennem ateşten değil karanlıktan ibarettir gerçekte, çünkü ateş yakıcı ama yine de aydınlatıcıdır, ama karanlık düşünebilen bir yaratık için en büyük ceza sayılmalıdır. Karanlık gerçekte tanrının anayurdudur da. Hiçlik işte orasıdır, hiç bir zaman, hiç bir çağda, hiç bir şey olmadı oralarda, sonsuz ölümün sürüp gittiği, hiç bir uyanışın olmadığı sonsuz zamanlar ve sonsuz karanlıklar, hep öyle kalacaklar...
Gerçekte sonsuz bir tanrısızlık ve sonsuz bir yaratımsızlık ne acı... Sanat, bilim, felsefe bilinen algılardan, bilinmeyen vargılar üretmektir, galaksiler üstü sistemler ve tanrısallığında üstü şeyler var bu evrende, biz bir gövdeyiz ve algılarımız gövdemiz el verdiğince olup biten şeyler ve sınırlı olmak zorunda. Temel soruncalardan biri de şu, som varlıkla hiçlik aynı şeydir ne yazık ki. Düşüncelerimiz, duyu ve duygularımızın düzensiz kalabalığını aşamadıkça hiç bir şey öğrenemeyiz, bilemeyiz ve anlayamayız biz, evreni fethetmiş olsaydık bile barbarlık yakamızı bırakmayacaktır bizim. Genlerimiz şiddet duygusuyla yoğrulmuş, algıdan yoksun bir varoluşsa hiçlik kavramıyla eş anlamlıdır ve evren bir çelişkiler dünyasıdır, rüzgarın iç çekişi, belki de tanrının soluk alıp verişidir, suların şıkırtısı; meleklerin mırıldanışı, tanrıyla konuşmasıdır belki de, doğanın parçası olan bizler, onun efendiliğine soyunuyoruz, bir sanıyla onu biçimlendirmeye çalışıyoruz, yakıp yıkıyoruz planetimizi, evrenin değildir belki ama yeryüzünün iki yüzlü Janus'u, gerçek Mephistopheles'i bugün yalnızca insandır, homosapiens, düşünen adam!..
Evrense gerçekte ne yazık ki bir yanılsamadır, dalga ya da parçacık kuramları, anlağını elektrik sayaçlarının doldurduğu iki ayaklıların yüceltisinden başka bir şey değildir, bir gün bedenimiz yıldız tozu olduğunu anlayacak ve kendini ışınlayacak; dileyen sonsuzca biçim değiştirerek yaşarlığını sürdürecek artık ve dalga ya da parçacık kuramlarının ilkel çağlarımızın birer kuruntusu, demode birer mottosu olduğunu anlayacağız, fizik ve metafizik, matematik ve otomatik, bütün kuram ve formüllerimiz bizim öznel, tümüyle göreceli, değişkeli, elle tutulur somut dünyalarımızın, ruhani ürünleri, acınası mottoları ve en kötüsü albeniden yoksun, sıradan bir bilisizliğin, son kertede bayağı, gülünç bir deliliğin edimleridir.
Uzay boşluğunda kentler kurduğumuzda, silindir dünyalarımız boşlukta uçarken, yeryüzünü sonsuza dek bırakıp, terk ettiğimizde, yer çekimi yasalarıyla geçen yüzyıllarımız, pagan çağlarımız sayılacak ve gülümseyeceğiz, uzayın salınım yasaları görüş alanımıza girdiğinde, meşalelerle aydınlanan sokaklar ve grejuva ateşiyle birbirine saldıran insanları nasıl anımsayacağız, Gülliver'in Masalları mı, Alice Harikalar Diyarında mı diyeceğiz, baştan sona Binbir Gece Masalları'yız biz ve henüz gerçek değiliz!..
Çünkü bugün, gerçekte, varlıkta, yoklukta kuramsal bir simgedir ve insanlık tam olarak kendisini tanımlamaktan yoksun bir imgedir ne yazık ki. Gerçekte olay, olay ufku ve hareketlilik, devinim vardır yalnızca, onlar olduğu için varız ve bir varlığız biz ve varlık salt devinimdir, gene de engebelerle dolu bu oval ofis, bu yarı saydam plastik kubbe ve bağıntılarla dolu bu eliptik im, gerçekte saltık boşluğa bakan bir hiçliktir. Bizim yaşadıklarımız bir anın sonsuz derecede mikronik bir parçasıdır, yaşadığımız tüm olaylar ve bağıntıların uyumlu ve eş güdümlü anlatımını veya görüngüsünü bile başaramıyorsak henüz, tümüyle bir parçacık ve salt yok hükmündeyiz biz.
Tüm olan biteni tanrımız görüyordur diyoruz, öyleyse bir gün tanrı olabilmeliyiz biz, o zaman varız diyebiliriz, işte bu noktada bisikletli Maria'nın sözleri kulağımda çınlıyor, bir yaratıcı değil, bir yok edicidir onlar!.. Sözün özü, inanılır biçimde var olabilmemiz için yalnızca bir yaratıcı, yaratıyor olmamız gerekir, ama tanrının tanımı yine de bir hiçliktir, öyleyse olan biten sonsuz bir çelişiklik ve evrende her derinlik başka bir derinliğe işaret eder ve insansılar anlaşılmazlığı yücelten ve kutsayan bir varlıktır ne yazık ki. Evren yıldız çakıntılarıyla dolu, sonsuz bir karanlıksa eğer; Ademoğulları da mutluluk pırıltılarıyla dolu, sonsuz bir karamsarlıktır. Bu yüzden 1991 de bizi yurdumuzdan eden, yaşamı zehir eden hareketlerin, gösteriş dolu, pırıltılı kitaplarda, tarihin tozlu sayfalarında tanrının oğullarını açımlayan, güneşin ayetleri gibi okunması, insanlığın kesinkes bir acz içinde süründüğünün ve kozmikomik bir canlının kendisini ululaması ve aynı zamanda yadsımasından başka bir şey değildir.
Biz bu yüzden henüz gerçek değiliz!..
22
İçimi dökmek istiyorum sürgit, bıkmadan, doyasıya, olan biteni anlatmak neye yarar, başımdan geçenleri anlatmak, orada şu olmuş, şurada bu olmuş beni pek ilgilendirmiyor, yaşam hepimizin yaşamı, hepimizin yaşamı birbirine benziyor gerçekte, öyleyse merak edilecek bir şey yok, işte gördünüz belki de daha önce söylemiştim, yaşamlarımız birbirine benziyor, başımıza gelenlerin ötekinin başına gelmesi ya da gelmemesi neyi değiştiriyor ki, acılarımızın hepimizi öldürüyor olması gerekmez ki, yaşamın katlanılmaz oluşunu anlayabilmek için, ne bileyim ben, bazen susmak kadar güzel bir şey yok, bazen uyumak her şeyden güzel geliyor bana, bazen haykırmak, işte onu yapamıyorum, neden bilemiyorum...
Soruyorum kendime, devrim nedir, bir klişe, olan bitense, et pazarlığı, duydunuz mu et pazarlığı!.. Hepimiz aynı şeyleri yüzlerce kez yineliyoruz, şiir nedir, tanımı olmayan şey, haklı kim, kendini daha iyi savunan, peki gerçek ne... Şu yaşamda inanın, gerçek ne biliyor musunuz bana göre?..
13. Havari!..
Biliyorum ne demek istediğimi hiç bir zaman anlayamayacaksınız, hatta tanrı bile bilemeyecek demeye dilim varmıyor ama günün birinde gerçeğin 13. Havari olduğunu tüm insanlık anlayacak; Tanrı da, tanrı gerçeği biliyor ama, ne demek istediğimi biliyor... Yineliyorumdur belki, -umarsız yaratıklarız biz- 16. Louis'yi, Varennes'te paranın kiri yüzünden tanımasalardı devrim diye bir şey olmayacaktı, Osmanoflar, Bafeus zaferi olmasaydı kurulamayacaktı, Stalin rayları beş santim geniş tutmasaydı Natziler yenilmeyecekti, Gorbaçov kuyumculuğu sürdürseydi ben, tüm Ukrayna yurdundan uzaklaşmak ve yaşamı başka topraklarda, bambaşka ülkelerde aramak zorunda kalmayacaktı. Dünyada geçen yüzyılların akışı, işte ki o gün geldiğinde topraklarımızdan sürgün edilmekle son buldu, öyleyse, geçen yüzyıllar ve barış çığlıkları neyi değiştiriyor, gelmekte olan yeni bir savaşın habercisi yalnızca barış çığlıkları, silahlarımızda tanrının çocukları, başka bir şey değil, göç etmek, yerinden yurdundan olmak, açlık oyunlarıyla ömrünü tüketmek ve yarının ne getireceğini bilememek, onun korkusuyla yaşamak... Sürünmek bile denemez buna, öyleyse hiç bir şey değişmedi yüzyıllar boyunca, ne anlatmaya çalışmaktayım ben tüm zavallılığımla, ne demek istiyorum, ne demek istiyorum bir bilen, bir anlayan var mı, var mı tanrı aşkına... Tanrı aşkına, hiç bir şeyi anlayamıyorum artık ben, olup biten hiç bir şeyi, dilim sürçüyor ve beynim zonkluyor artık benim ve gözlerim hiç bir şeyi görmüyor, hiç bir şeyi, etimi elimle tutuyorum ve bu ne diyorum, bu ne, bu ne, neyim ben, yenilir bir şey mi yoksa!..
Ha ha ha!.. Hayvansı bir ruhtan söz ediyorum ben, istrangiloz balığının derdinden ve insanlığın milyarlarca yıldır tavuk karanlığı basınca kümesine girdiğinden. Uygarlık ha!.. Uyuklayan bir heykel ve yük altında ezilen Torinolu bir beygir olduğumuzu biliyorsunuz değil mi, uygarlık öğrenilen bir şeydir belki, ama biz ne yazık ki, yeryüzünün tunçtan yasalarını ve abecenin ilk harflerini bellemeye çalışıyoruz hala!..
Bir klişeyim ben, sürekli kendini yineleyen, olan biteni anlatmaktan başka bir şey bilmeyen süpürgeci Shakespeare'im. Bütün yaşamı üç kız kardeşin derdini, tasalarını anlatmaya yetmeyen Çehov'um, katillere babalık eden Dostoyevski, savaşları ve kalabalıkları geveleyerek hepimizle alay eden Tolstoy'um.. Karanlıkta aynaların arasına oturup ölümsüzlük deneyleri yapıyorum ben, körlerin karanlık yollarda savruluşuna, aşk adını veriyorum... Evrende bütün doğruların ıstırap verdiğini biliyorum, bir körün de yağan karı ve tanrıyı gördüğünü haykırabileceğini biliyorum, Acem diyarında köpeklerin gülümseyebildiğini, canına kıyanların saltık mutlanı aramış olduğunu ve ölümün katıksız bir tansıma olacağını...
Vaduz'da ateşlenen topların, havada uykusunun geldiğini biliyorum ben.
Güvertesinde tahtaların gıcırdadığı bir gemide, sonunda İstanbul'a göç etmek zorunda kaldığımızı, başımıza gelenlerin, bize bir yararı olmayan, hiç bir şeyi değiştirmeyen binlerce ayrıntının, tarihin koridorlarında yinelenen bir gevezelik, bir rezillik olduğunu, bir deliliğin pençesinde bıkıp usanmadan yanıp kavrulan, eğilip bükülen, kimliksiz, kişiliksiz, densiz, tanımsız, omurgasız canlılar olduğumuzu biliyorum. Canına kıymaya karar verenlerin yaptığının, yaşamaktan vazgeçenlerin yaptığının, bütün doğrularımızın, bütün bildiklerimizin, bütün eylemlerimizin üstünde, çok büyük bir yargı olduğunu düşünüyorum ve biliyorum artık ben, o kutsanmış vargının ne olduğunu!...
Bu dünyada köksüzüm ben, öksüzüm. Bugün bakla pişirdik ve Pisagorcuların bakla yemediklerini söyledi, her şeyi bilen bisikletli Maria'mız. İlk kez bir bilgiye gülümsedim o an, neredeyse o ne, bilgi ne yahu diye haykıracaktım. Kartezyen koordinat sistemi ve analitik geometrisi dünyamızın, yaşam şiirimizin ana aksının değişmesini bir türlü kabullenemiyor. Meleklerin safında, kim elimden tutabilir benim, çığlıklarımı duyabilen var mı, kim arayıp sorabilir beni tanrının katlarında ve kim sarılabilir şu umarsız dünyamda bana, kim atılabilir kollarıma gözyaşlarımla...
Ölmez otu mu...
Ey insan, yırtıcı hayvanların, yok yok, tüm canlıların en çok korktuğu varlıksın sen, Yekaterinburg'da Stalin'in heykelisin. Ah, Opus Dei, 'Tanrının İşi' bütün bunlar ölmüşlerim, tanrının işi!.. Bir kabus görüyorum ben, Kırım'dan İstanbul'a, tamda toprakların iki yakasına geleceğimiz gün bir kabus görüyorum. Yola çıkarken, gece, özlediğim insanların kollarına ve ölüme göç etmekten başka umarı kalmamış, toprak kokulu yaşlıların kucağına, bir daha geri dönemeyeceğimi biliyorum. O günden sonra, sürekli kâbus görmeye başladım ben...
Büyük bir boşlukta duruyorum, kimsecikler yok ortalıkta, birden üzerime kırmızı bir şeyler yağmaya başlıyor, karanlıkta kırmızı bulutlar görür gibi oluyorum, üç boynuzlu yeşil bir şey yaklaşıyor uzaktan, burgaç gibi, ağzı o kadar büyük ve korkunç ki, üzerime doğru geliyor, kıpırdayamıyorum bile, yılansı, derisinde çukurlar gizli, kara bir şey, sanki elimden tutuyor o an ve birden hızlanıyoruz, rüzgara kapılmış gibi uçuyoruz, etlerim lime lime dökülüyor uçarken, kurtulmaya çalışıyorum, kurtulursam yaşayacağımı sanıyorum, yanımdan, sağımdan solumdan tanıdıklarım geçiyor, elimi uzatıyorum, onlarda uzatıyor, birden her şeyin boşlukta uçuştuğunu görüyorum, kıyamet bu mu yoksa, aşağıda beyaz, uçsuz bucaksız bir düzlük var, köpük gibi, gidecek hiç bir yer yok, boşlukta durmak zorunda olduğumuzu seziyorum, nereye kadar, suratıma sert bir şey çarpıyor, hala çırpınan ve kan fışkıran bir yürek; kıvranıyor, üstüme başıma kan sıçrıyor, ağzıma yüzüme doluyor çamur gibi, iğreniyorum elimde olmadan, siyah bir kan, pıhtılaşıyor ağzımda, annemi uzakta, bir ejderhanın ağzının ortasında çırpınırken görüyorum, sanki bağırıyor, el sallıyorum, ama beni tanımıyor, babam bir domuzun sırtında, bitişik, tüysüz, dev bir horoz gibiler, kahkahalar çınlıyor duvarlarda, hiç bir şey görünmüyor, uzayıp gidiyor yankılar, ne oldu sana diye bağırıyorum, babama, başı öne düşüyor, yerlerde sürüklenerek uzaklaşıyor, kardeşim beliriyor, bedeni bomboş, içine yuvalanan bir şeyler var sanki, incecik, bir zar gibi süzülüyor havada ve diken dolu yamaçlarda, paramparça olarak, savrulup gidiyor, bu kardeşim mi benim, şeyler, bir takım nesneler, bir görünüp, bir kayboluyor, insanlar parıldayan, dev bir aynanın içine, uçurumlara düşer gibi akıyorlar, yitip gidiyorlar, solup giden bir resim gibiler, kurtulmaya çalışıyorum, sonsuz bir sessizlikte, ölüm biçimlerinin sergilendiği bir derinlikte, sürekli yok olan, anlamsızca geçip giden yaratıkların dünyasında, başı boş dolaştığımı ve uçup, giderek anlamsızlaştığımı duyumsuyorum gitgide ve başka hiç bir şey göremeyeceğimi biliyorum ve ne ölüyor, ne yaşıyorum artık, titansı, levha gibi bir şey, dehşet dolu bir parıltı, korkunç bir çınlamayla, sanki sırtıma çarpıyor, nedendir bilinmez, tanrı geldi işte, tanrı geldi diye bağırıyorum, saçma sapan bir dünyada, beyaza kesmiş gözlerimle, bir çözüm bulduğumu sanıyorum, evet işte, tanrıya benzer, tanrıya benzer bir şey, görür gibi oluyorum, umarsızca aranıyorum, arkamda dev bir şey beliriyor, kıskacıyla sanki boğazımı sıkıyor, soluk alamıyorum, boynumu çevirmek isterken...
Uyanıyorum!..
Loş bir karanlıkta, ay ışığı odaya girmiş, eşyalarda, gördüğüm düşe benzer kıvrımlarla dolanıyor, yanıp sönüyor, garip bir ürküye kapılıyorum o an, ıslak, sülüksü bir canlı, sanki derimde gezer gibi kıvranıyor, içimde mi yoksa, yine de yaşadığım dünyanın küçük, günahsız ve sevilesi korkularının daha cılız ve daha katlanılır olduğu sanısıyla, erinç içinde geceye uzanıyorum, ay ışığı üstümden akarak uzaklaşıyor ve karanlıkta yamaçlarda, bir ışık kaması gibi parlıyor ve dev bir çarpıntı, korkunç bir patlamayla tüm yeryüzü, sanki birden som beyaza kesiliyor, içler acısı çığlıklar duyuyorum, öyle derin ve acı dolu haykırışlar ki, kıyamet koptu sanıyor ve umarsızlıklar içinde; 'Son iç çekiş köyü'nün kalabalığında, inilti, gözyaşı ve hıçkırıklar arasında kendimi yine uykuya veriyorum... Ve az önceki sanrılarım yeniden başlıyor, gerçek dünyama, tanrının gerçek dünyasına döndüğüm umarıyla, gözlerimi kaparken, rüzgarda bir yaprak gibi titriyor ve uzaklardan, bir ninni, bir inilti gibi, sonsuz bir uykuya dalarcasına, ıssızlığın ve sessizliğin gözyaşları eşliğinde, bir ninni çalınıyor kulağıma...
'Saltık karanlıktan ayrılacak olan, eşsiz bir ışıltı mıydı. Gece onu kollarıyla saracaktır. Ölümü özlüyorum, ve benimle, yeryüzünün katlanılmaz acıları dinecek. Piramitler, madalyonlar silinecek, anayurtlar gölgeleri örtünüp, yaşayan tüm çehreler ölecektir. Yıkıntılar arasında ilahisin tanrım, tin ve tüne karışacak tarihin. Şimdi son güneşin batımını izliyor. Son kuşun ötüşüyle avunuyorum. Arzunun karanlık nesnesinden, Hiçliğin kollarına savruluyorum...'
23
'Bu şehr-i Stanbul ki bir mislü bahadır / Bir sengine yekpare acem mülkü fedadır...'
Avrasya'da bu darb-ı meseli, bu beyti gazeli duymayan yoktur, iyi ama ırmaklarımız ışıltılı, topraklarımız verimliydi bizim, et döksek, can bitecek sanırdık, mutluyduk ve sarhoşluk veren esrimeyle varlığımızı unutarak yaşayıp gidiyorduk, neşe içinde; bir bisikletli Maria bile yetiyor şu dünyaya yaşamı sevmek için, ama ne oldu, darmadağın oldu ortalık, kuyumcu Gorbaçov ve şürekası desek bir klişe olacak ama bizi onlar perişan etti, ne gittiğim müzik enstitüsü, ne yamaçlarda, doymuş bataklıklarda geçirdiğim yıllar, ne evde güpe gündüz, ansızın çıkan kavgalar, ne gelecek korkusu, ne var mıyız yok muyuz sorgusu, hiçbiri yıldıramazdı bizi, ama uzaklardan gelen kör, sağır, dilsiz; ve kötürüm mahşerin dört atlısı, dört asker, düsturlar, buyruklar yağdırdı ki yaşam o gün bitti bizim için... Düzen bozuldu ve yağmurun önünden kaçan tabansız bir mujik gibi savrulduk dört bir yana, nedenlerini biliyor, seziyor ve anlıyorsunuz, ama anlamamanızda doğal, iki kere iki neden dört eder ki, üstelik biri çıkıp bugünden sonra beş derse, hesaba kitaba yine uyacağını bile bile...
Neyse, anlatmam, anlatamam dediğimi anlatmaya çalışacağım, anlamadım, anlayamadım dediğim o günleri... Başka gönüllülerle, hiç birini tanımadığım umursuz çapulcular, umudunu yitirmiş yurttaş Kane'lerle dolu bir gemide İstanbul'a, Bizans'ın başkentine doğru yola çıktık, ortodoks Konstantiniyye bizim şehrimizdir bakmayın siz, korkusuzca varabiliriz oraya, bizi korkutan yaşamdır yalnızca... Yaşam ki, her yerde...
Gemi, gerçekte yolcu vapuru kılıklı konteynırımız Karadeniz'in çılgın dalgalarıyla boğuşup, adı üstünde bir melankolinin koyu rengine kapılmadan, Karaköy limanına, kanadı kırık bir martı gibi sokularak durunca, hepimiz indik, işlemlerden geçtik ve dağıldık şehre, sizin sıkıntılar içinde kıvranmanızı istemem demiştim, olağan şüpheliler gibi davranmayacak ve anlatılabilecek her şeyi anlatacağım, unutmadan şunu söylemek isterim, İstanbul'u Petersburg gibi, Kiev gibi düşlüyordum ben, yani geçmişin görkemiyle, yüzyıllara meydan okuyan bir kavanin!..
Eskil mimarinin büyüleyiciliğinde, yenicil ve tılsımlarla boğulmuş bir cennet. Düşünen taşın, olağanüstü gizemiyle parıldayan bir dünya!..
Ah, bu şehir bir garabet, her şey yeni ve görgüsüzce yükseliyor, ara sokaklara dek giriyor ve yeni olan her şeyin bilincin dolambaçlarında bile yuvalanan, derinlerine dek sızan, alabildiğine paslı kokuşmuşluğunda lağım ve egzoz dumanıyla mest oluyor bu şehir, yavaşça ölünür ve ölüm kutsanır burada ve anlıyorum ki yeni olan her şey eskidir ve eskil olan her şey yenidir bu dünyada artık, ne yazık ki... Nasıl bir şey bu ve insanlar bu cinneti başarabilirken, nasıl bu denli ustalıklı davranabiliyorlar, beceri dolu, hünerli elleriyle nasıl yeniden, köhnemiş ve içler acısı, utanılası bir viraneyi yaratabiliyorlar. Şaşırmak bu olsa gerek!
Aksaray'a doğru yola çıktık, dünyanın öbür ucuna da gitseniz, sizin kafileyi ya da kalabalığı karşılayan birileri çıkar, buraya daha önce gelmişler ve deneyimler içinde sizleri bekliyorlardır. Laleli semtinde bavul ticaretine o gün başlayanlarımız bile vardır ama ben çalgıcıyım, yaylı çalgıcı, kemankeş bir bestekar derlerdi burada bana, ama ben boyuma posuma uygun bir iş bulmalıyım doğallıkla, ruhuma... Görünmeyen bir inadın kurbanıyım ben şu yaşamda...
Aksaray'da bir otelde kaldık uzun süre, arkadaşlarla, benim payıma tuvaletten bozma, hiç bir cepheye, penceresi açılmayan, bir boşluğu veya bir mazgal deliği bile olmayan, bir oda düştü. Gorbaçov, baharatlarla süslü, kırık kaşıklardan geçilmeyen, bin bir renkli çorban hayırlı olsun!.. Dünya ne kadar güzel, tuvaletten bozma odayı, kapalı bir yatakhaneden ibaret boşluğu bile düşler kurarak; denizleri aşacak ve bir gün geride bıraktığımız ömrümün kalanıyla, görküyle barışarak Exodus'u tamamlayacağım.
Yurdumuzda öleceğiz, buna kesinlikle eminim... Adelhanov gibi amelelik yapacağız belki ama, bir gün geçmişimize daha büyük bir güçle döneceğiz, düşlerle avunmayacağız, hep ileriye gidecek ve başladığımız yere ancak öyle döneceğiz, onur ve şan duyguları içinde, ezgilerle alaylarla eskiye, geçmişimize, geldiğimiz yere...
Ve mezarlarımız inanıyorum ki gülümseyecektir bize, çünkü yenilmeyeceğiz, başaracağız, en büyük benim, en büyük biziz, çünkü utkuların sönmediği aforistik yeryüzünün cehennemlerinde, gene de insanız biz...
Anımsadıklarım şu ki, Aksaray'dan, Kocamustafapaşa semtine götürdü bir arkadaşımız bizi, Küçük Paris derler bir içki evinde çalacaktık üç kişi, Süleyman'ın otağı, oradaki meyhaneleri geceleri tek tek gezecek ve Ukri melodilerle, yurdumun, her insanoğlunun yüreğini dağlayan gurbet şarkılarını seslendirecek ve Ruleev'in önderliğinde işlerimizi yürütecektik. Küçük Paris'te başlıyorduk işe, daha sonra Davetli, Saray ve alkolün su gibi aktığı Yedikule surlarının içinde, bir sayrı evine yakınlığıyla bilinen, daha çok alkol batağında, ülkenin sorunlarını tartışmaya alışmış doktorların gelip gittiği bir mekan olan ve adına Sanatoryum -şu insanın kurnazlığı bitmez ki- denilen büyükçe bir kafe ve oraya komşu minicik Ramiz'in Yeri'nde çalarak gün ışığına kavuşacaktık.
Müzik gerçekten büyülü bir iş, dün karabasanlarla buraya gelirken sonumuzun ne olacağını düşünüyorduk ama işte bugün para kazanıyoruz, kıyısından, bucağından da olsa... Bunalım ve belirsizlikler bazen birden, bir umut ışığıyla eğlenceye dönüşüyor, kara sevda kara toprağı anımsatırken, kara günler birden konfetiler, çelenkler ve doru çiçeklerle aydınlanıyor ya da güneş altın ışıklarıyla yıkıyor artık elem yumağı olmuş, diz çökmüş, işi bitmiş tanrının yavrularını. Yaşamın büyüsünü göremiyoruz da onun için mi işin içinden çıkamıyoruz biz, onun için mi çözümsüzlük içinde kıvranıp birer kıyıcıya, gözü dönmüş canilere dönüşecek kadar gözlerimiz kararıyor, onun için mi dünyaya sırtımızı çeviriyor, benden sonra tufan diyerek, deliliğin eşiklerine geliyor, dizginsiz bir coşkuyla çıldırıyoruz; bir sihir var anlayamadığımız, bir giz var bir türlü görüp bilemediğimiz, görünmez bir taş duvar, titansı surlar, çözene kadar debeleneceğiz gibi geliyor bana...
Tanrı bekliyor, biz bekliyoruz, daha kimler bekliyor onu bile bilemiyoruz, ama bir dakika sonra bütün bu söylediklerimiz buhar oluyor, bir dakika sonra kahkahalar, göz yaşlarına karışıyor ve bu bulamacın neyle hazırlandığını, neden sunulup, önümüze konulduğunu bir türlü anlayamıyoruz ve gülüyoruz, ağlıyoruz ve zamanın ırmağında koşarak, yüzerek, uçarak, varlığın kıyamına doğru bilisizce, coşkuyla, hıçkırıkla, gözyaşıyla ve umutla koşarak, tükenip gidiyoruz. Anlatıyorum çünkü yalnızca buyuz ve anakaralarda yurtlarından sürülmüş, göçmen yığınlarıyız biz.
'Tüysüz hayvan, gezegenin surlarından atlayarak güneşe doğru uçuyor, süt kendini çoğaltarak, dağılıyor dört bir yana, evren duraksayarak gülümsüyor yaratılmışlara, ölmüşler yamacın arkasından kahkahayla izliyor olan biteni ve bu muydu, ah böyle miydi, nasıl da anlayamadık diye birbirlerine dirsek atıyorlar, ne yazık ki tanrı bile gözyaşlarını tutamıyor ve tüm zamanlara bakarak diyor ki, buna da şükür insanoğlu, buna da şükür, daha iyisini öğreneceğiz, hele şükür... Bir bitsin şu iş!..
Yeni ve başka bir yaşamın hamurunu yoğurduğumuzda, hata yapmayacağız bu kez diye söyleniyor tanrıcık ve bir melek, omuz başında belirerek, bir gölge gibi, silik ve ürkütücü, bembeyaz, kireç gibi yüzüyle gülümsüyor ve ön dişleri keskin, ürkücül bir bıçak gibi parlıyor o an... Arkadaşım şeytan!..'
Aksaray, Kocamustafapaşa üçgeninden zaman içinde çıkarak Vefa'daki, Karagümrük'de ve sıkı durun, zamanla Beyoğlu'ndaki batakhanelerde çalmaya başladık ve gene Ruleev önderliğinde, bir süre sonra şehrin haritası gözümde canlanmaya başladı, bilincime çöktü ve yön duygumu kazandım, şehir ruhumda bağdaş kurdu ve tek başıma dolanmaya başladım, otobüslere biniyor, vapurlara atlayarak dolanıyordum koca şehri, kimi zaman yaya, saatlerce yürüyerek denize sürüyordum kendimi, köprülerden geçtim, kuleleri gördüm, kadınları süzdüm, dilencilerle pazarlık ettim, eşlikle şakalaştım ve gecelerimde kabus görmekten kurtuldum ve özgürlüğünü geri verdim, yersiz yurtsuz, narin ruhumla-çelimsiz bedenime... Kendimi şöyle bir toparlayayım Adelhanov'un yazgısını değiştireceğim, Mozart olacağım ben, Salierileri yeneceğim!..
Burada sabah kahvaltıları çok değişik, çemen diye bir ezinti koyuyorlar sabah sofrasına, acı dolu, et yiyorlar sabahın köründe ve akşam karanlık basınca çay içiyorlar, kahveleri deviriyorlar aşırı gürültüler çıkararak ama durduk yerde kavgada ediyorlar bu hengamenin içinde ve ben zavallıya öyle geliyor ki az sonra yine de birbirini boğazlayacak bunlar, hır gür ve dalaşmanın içinde hakkıyla bir kavga ve yerde uykuya dalanları arıyor gözüm. İçgüdüsel bir korkuyla, sanki bir şey frenliyor bu yaratılmışları ve tapıyorum giderek onlara, sarılıyorum, demetlerle sevgi, goncalarla saygı sunarak. Kokuyorlar garip garip, hiç farkında değiller ama, şöyle düşünüyorum, kim bilir ben nasıl kokuyorum onlara, domuz teri gibi!.. Belki de istiridyenin incisi gibi, incinin belki bir kokusu vardır ne bileyim, aramızda birlik yaratıyor duyduğumuz sevinç diyorum onlara, nereden bilsinler bu söz benim özlemlerim olmuş, düş kırıklıklarıyla dolu ve onlar benim kardeşim diye düşünürken, göz yaşlarımı tutamıyorum ve bisikletli Maria'yı düşünüyorum aniden, acaba onun yazgısı da yüzüne böylesine güldü mü, yoksa acının, ıstırabın şaşkınlığı içinde, düşlerini yitirmişliğin boğucu göklerinde, o tek yönlü dehlizinde, göğsündeki kanseri mi aranıyor!.. Onu kurtarabilsem...
Maddenin sakınımı yasasını öğrettiler küçükken, var olan bir şey yok olamaz, yok olan bir şey var olamaz, böyle gülünç şeylere takılıyorum ben, kimi zaman dengemi yitiriyorum ve içimdeki Burkony'yle konuşarak geçiyor günlerim... Bir iş çıkarsa tazılar gibi koşturuyorum, köşe bucağı koklaya koklaya, iş çıkmazsa uyuyorum günlerce, bazen kendimi Ukrayna'da sanıyorum, hafif bir bunamanın eşliğinde yaşıyorum, sanki hiç bir yerde var olmayan bir boşlukta, yaşayıp gidiyorum...
Maddenin sakınımı yasasına göre, tanrı hiç bir zaman olmadı ya da her zaman vardı, insan ya gerçekten yok, ya da baştan beri yaşıyordu...
Hiç bir şeyi değiştirmeyen varsayımlarla oyalanıyorum artık ve diyorum ki kendime, böyle sürüklenmeseydin gurbete, başka topraklara ve başka illere, ağızlara, dillere, hiç bir zaman bunları düşünmeyecektin, böyle düşünceler sarmayacaktı yazgısına boyun eğen çelimsiz bedenini ve belki de Ukrayna'da çalarak, söyleyerek, tanrının düşüncesini insanlara yönelterek, çevirip, göstererek, göz ve kulak zevklerine eşlik ederek yaşayıp gidecektin ama onlar sana şöyle sesleneceklerdi; Burkony geliyor, Burkony!.. Tanrının elçisidir kendisi, müzikle uğraşıyor, tanrının düşüncesi ve onu insanlara sunmakla, aracılıkla görevli.
Nöbetçi kesilmiş, seçilmiş bir kişiyim ben, bu kadar basit işte, bu kadar basit ama ben neredeyim, neredeyim ben, bir iş var bu işin içinde diye ürperiyorum bazen ve korkuyla deviniyorum yatakta ve uyanınca da birden kuşku ve korkularımdan sıyrılarak, güneşin sızdığı odamda, sonsuz bir aydınlık görüyorum ve yaşam, işte yaşam, ne kadar ılık, ne kadar ipeksi, her şey yolunda diye sızıntıyı kucaklıyor, ona sarılarak uyuyorum.
Maddenin sakınımı yasasına göre, ben bu işi başaracağım, inanıyorum ve her zaman varım, her zaman varım. Ölümü, cehennemi ve dünyayı sonsuza dek içinde taşıyan, görkemli ve erişilmez bir canavarım!.. Kuşatıcı bereketin iklimi, hız ve haz çağının kerimi ve iman topraklarının selimiyim ben!..
Bir gün evde cin yakalamıştı, görmek istiyorsan gel dedi, buraların yerlisi Samson namlı arkadaşım, vaktiyle body çalışmış, vücudu üçgen ama çok saf biri, ne çelişkilerle doludur dünya, cin var diye beni çağırıyor, gitmedim, bir işim çıktı diye uğrayamam, gelemiyorum dedim kibarca... Samson, gece düşlerinde, içinden güneşlerin çıktığı bulutlar görmüş ve efendimiz onların arasındaydı diyor, saygı duydum, bizde efendimizi, İsa Mesihi arkasında güneşle çizmiyor muyuz, her şey birbirine benziyor ama herkes bilmezlikten geliyor ne yazık ki, hayır bu saflığı ileri süremem, her şey birbirine benziyor ama benzerlik ileri sürülür sürülmez, birbirimizi parçalayacak gibi oluyoruz nedense, hep eşsiz, biricik olmaya çalışan ruh ikizleriyiz biz, birbirimizden farkımız yok ama benzersizlik adına yarışıyor, çalışıp çabalıyor, savaşarak ölüyor ve öldürüyoruz, işin içinden çıkmak zor, ama çözüm işimize gelmiyor, çünkü o zaman daha büyük zorluklar bekliyor sanısı içindeyiz. Sanki hep değişecek olan değişmezliktir!..
Evrenin sürücüsü, ilahi şefimiz, hangi kavşaktan geçiyor ve hangi yolağa sapıyorsa oraya doğru gidiyoruz, bazen uçurumu görüyoruz ama geri vitesi, dönüşü ne yazık ki yok bu aracın, unutmuşlar, hep birlikte kahkahalarla uçuyoruz, belki bu da bir şeydir demekten başka, elimden bir şey gelmiyor.
Cin gören Samson'a senin yaşadığın binanın otomasyonunda, göğüs kafesinde, bir sorun vardır belki de dedim, kaburgalarından güm güm diye sesler geliyor, gözündeki gelgeçler, bir köşeden bir köşeye koşturan gölgecikler, bir takım arazlardan çıkıyor olabilir, yoksa cin sen misin!.. Bozuk bir zilin uyuşturan, derin musikisini aradık bir gün Ukrayna'da, sonunda kendi kendine, bu hafif tınılar yayan, gizil zamazingonun yerini bulduğumuzda birbirimize baktık, çünkü sese ilişkin görülerimizi burada aktarsam, deliliğin sınırlarını aşmış olmanın hazzıyla yaşadığımızı sanırsınız, imreniyorsunuzdur belki de bize ve ne yazık ki hiç umursamaz olduk artık birbirimizi... Oysa aynıyız hepimiz, garip bir çelişki...
Arkadaşlarla Novgorod fuarına gitmiştik geçmişte, satılan oyuncaklar, davlumbazlar, tavan süpürgeleri ve kabloların yarattığı canavarları görseydiniz, cinin içimizde saklı olduğunu anlardınız. Konuşmuştuk bolca o gün, aramızda müslim olan biri de vardı ve anımsadıklarım var... Kimi romanlar vardır, us uçuran kaynaklardır onlar, içlerinde cinler periler dolaşır ve kuru bir yaşamın dil dökücüsü geçinen bazı yazarlar ki kronolojistler diyorum ben onlara, dizin masalcıları, miskin musallacılar, o kitapları okuyarak bayağı iyi yazar olabilirler ama, boşlukları doldurmaktır aslolan bu dünyada, iyi ve nitelikli nesneler olmak ya da us kıran şeyler yaratmak, beceri değil artık bu dünyada, gerçeklik o ki bir kalem efendisi olmak kadar, kalemleri sivrilten bir şeytanın varlığı da önemlidir bu dünyada, hamuru ağzımıza süren değil, yoğuran ve hatta buğdayı ekerek, doğuran daha önemlidir, ama sıralamayı hünerin efendisi değil, katip olanın, sıralayıp dizenlerin ta kendisi yapıyordur dünyada...
Dünyanın fetih, fütühat ve devletlülere gereksinimi kalmayacak zamanla, sınırlar bir bir eriyor ama, acılar katlanarak çoğalıyor, bunu çözemiyoruz biz, tüm siyasiler, monarklar, partizan ve Sullalar geçmişin toprak organizatörleri olarak kalacak, komisyoncu mahalle muhtarları sayılacak zorbalar, komünizmi komünikasyonda, zürriyeti Zürih'de arayanlar çoğalacak, küçümsemiyorum ama yazgılarını okuyabiliyorum!..
Et simsarlığıyla, kan paylaşımının efendileri, ayak yolunun fenafillahı olarak yaratanın karşısına çıktıklarında, ben iyi yedim, iyi içtim ve iyidir dışkım, uçan, kaçan ve göçen kanatsız kuşların efendisiydim diyecekler, gururla, kebirle ve kibirle...
Temel gereksinimlerle konuşan, insanın düşünebildiğini ileri sürüp, kurnazlığın saltanatıyla, köpek dişlerini kurcalayan iskeletler ve kifayetsiz iç organ yığınları bunlar ne yazık ki, kör, sağır ve dilsiz solucanlar, toprağı, dağı, taşı ve denizi yutan canavarlar!.. Düşümde görüyorum ben bunları...
Bir gün hep birlikte pikniğe gittik, horozların öttüğü, arı kuşlarının kurig kurig çınlamaları arasında uçtuğu bir ada, şaşıyorum, iki dünya var burada, cennet ve cehennem bir arada, öyleyse neden tasalanmalı...
Her şey bir aradaysa, neden üzülmeli. Sevinçten bir çocuğun başını okşamaya kalkıştım, çocuk kaçarak annesinin eteklerine sarıldı, şunu düşündüm o an, çocuğa ilk verilen şey utanma duygusu ve güvenilmezlik, çünkü o bir tür zırh, biz canavarlar ve cani sürülerden kurtulma tekniklerini kesenkes kazanmalı ki çocuk, ah söylemesi güç, o da bir terminatör olana dek, büyüyüp serpilene dek. Öldürmek için yaşamayı öğrenme olanağı, ona da tanınmalı... Ve bu olasılık ve Kalkülüs hesapları, kesinlikle bir gerçellik olmalı ve hepimize bu fırsat tanınmalı...
Troçki'nin kaldığı köşke yüz sürmeye gittik, yokuş çıktık bir süre, adanın bir yerinde, seni ataların döller, atalarımızdan biridir Troçki, bayağı gösterişli bir yapı, çatısında bir kartal heykeli vardı anımsıyorsam, Troçki uçup-kaçarken ölümünden, ölüm onu yakaladı tabi ki, üzülemiyor insan.
Gerçekte, kim bu Troçki, bir söylentiye göre Haliç'in dibinde yatan Ceneviz kalyonlarının sağ gözü kapalı korsanı mı, birbirimizi nasıl parçalayacağımız ve olgun meyveleri nasıl paylaşacağımız üzerine düşler kurup, totemler, teoremler üreterek geçinen bir cinbön mü, tarih boyunca üretilen, tek tip endüstriyel ikonlar mı bunlar, ruhani anlamda bir gereksizlikti bence dünyada, olmayacak şeyler değil düşündüğü, olmayan şeyler. İyi niyetlide diyemiyorum ben onlara, sistem öyle olmalı ki, tavukların nasıl yem tüketeceğine hiç birimiz yön vermemeli, tavuklar yemsiz kalmamalı vb, gerisini siz biliyorsunuz, tavukların güzel kuşlar olduğunu bilmeyen var mı, dünya bir gün değiştiğinde, düşlerimiz gerçekleştiğinde, testileri sağa, çuvalları sola koysak gün ışığı alırdı odamız gibi meseller bunlar, o da değil, Çernişevski yanıldı, çünkü kolhozlara üç gün önceden verdi, ekmek üretme yetkisini gibi saçmalıklar. Temelleri sarsmayan, köle ticaretinin varyantları bunlar. Hepimiz gibi, inanın Marks'da bir papaz.
Bu bir bilinç akışı, miyelin yorgunluğu!.. Her şey kendini doğuruyor, üretebiliyor bu dünyada, tanrıya gereksinim duymadığımız bir dünyada yaşıyoruz gerçekte ama birileri çıkıyor, şu şöyle olmalı, bu böyle olmalı diyebiliyor, dedim ya, kan dökmenin yalağına açılan et pazarlıkları, tarih boyunca hem de... Bizim bedenimizin anatomisi ve us uçuran güzelliği; beynimizin ve düşüncelerimizin çok ötesinde bir estetik inanın, göğüs çatımız şiir, devinimlerimiz ve organik yapımız altın orandır bizim. Beynimiz, madde boşlukta en küçük yeri kaplamak ister kuralınca bir yumru ama bedenimiz tanrısal güzellikte kıvrımlar ve düşten öte görsellerle dolu bir tansık, bir heykel. İlahi bir müziğin eşlik ettiği, bir manzara o... Beynimiz çatımıza ve iskelet yapımıza ayak uyduramayan neandertal bir varlık, moronik bir düşüncenin kaplumbağa yavaşlığındaki kulübesi, bu çatıyı örten biçimsiz, eliptik şeyi üzerimizden atmadıkça, yeni bir yol bulamadıkça insan olamayacağız. Düşünce sistemimizi değiştirmeliyiz. Bir estetik kaygısıyız gerçekte biz, bir kusursuzluk arayışı ve bedenimizin güzelliği ne yazık ki ruhumuzun çok ötesinde, ruhumuz bedenimizi kıskanıyor belki de, çünkü o karmakarışık, biçimsiz ve kaotik. Bedenimiz tek tip, ah hayır ruhumuz tek tiptir bizim, beden değişken, estetik dolu ve kozmotik, düzenli ve güvenilir. Ruhun karmakarışıklığıdır onu tek tip yapan, düzensiz ve güvenilir değildir o, başka bir şey beklenmez ondan. Ruhun tek düze ve hiç bir şeye benzemeyen, bilinmeyen anatomisi yaşamı sürgit çirkinleştiriyor ve karanlık, içinden çıkılmaz tünele ve sonsuz ıstıraplara sürüklüyor durmaksızın bizi...
Bu şehre geldiğimde, o zamana dek hiç ayırdında olmamıştım belki de ya da yaşadığım yalnızlıklar ve ürkütücü karşılaşımlar öyle düşünmeme neden olmuş olabilir, evet ilk dikkatimi çeken şey şu oldu, bıçakların ucu neden bu kadar sivri, ekmek kesiyoruz, paylaşıma yarıyor onlar ama uçları, gizli bir sözleşmenin kodları gibi... Yaşamak için öldürmeliyiz, bir biçimde, ölü ya da diri yok etmeliyiz birbirimizi... Uzayıp giderse anlaşmazlıklar, işin kolayı var gibi diyor yazgılar, öyle bir düstur kazandırmış ve öyle formasyon vermiş, öyle kodlamışlar mavi cenneti, utanç verici ama çekinmeyeceğim, bu gereksiz ve aşağılık soruyu sormaktan, sivri bıçak ucunun neye yaradığını bilen var mı!.. Neden soruyorum, hiç değer vermediğimiz bu pıhtı, şu evreni yarattı!.. Bıçağın ucu ondan sonra yaratıldı, kim o, işte soru bu!..
O gün, elimde bir bıçakla, kaldığım otelin bir ucundan öbür ucuna gidiyordum, açık bir kapı gördüm; hafif loş bir ışık ve bir ürperti... Kadın öyle yabansı, öyle sessiz ve tanrısal bir yaratık gibi uzanmış ki, çırılçıplak demeli miyim, düşlerdeki gibi titredim aniden, tuhaf biçimde ürperdim. Denizin ve göklerin bambaşka bir cennetinde, uygarlığın yitik, gözden uzak bir köşesinde yaşayan bu perisil, bu meleksi şeyi tanımalıydım, elimdeki bıçağa baktım ve gözümde binlerce öykücük canlandı birden, çığlıklar, haykırışlar, varoluş ve yok oluşun dolambaçlarında çakan yıldırımlar, bıçağın acımasızca organlarda yol alan haykırışları, göklere yükselen kıvılcımlar, doyumsuz, canhıraş çınlayışlar, hangi serüvenin boyutları bu...
Kutsanmış yaratığı, benim olmalı diye düşündüm bir an, başka ve loş bir odanın kapısından geçerken, ayıldım birden, kimsecikler yoktu gerçekte, boşluğun efendimiz olduğunu bildim ve sonsuz düşüncelere dalarak kendime geldim. Sudaki Bıçak diye bir şeyi anımsamıştım.
Başka bir gün, 'Pera'da Bir Konçerto'ya giderken bir minibüse doluştuk, Grand Luxor otelde çalacağız, Beyoğlu, bizim için bir aşama ve bir heyecan elbette, keman sesiyle ölen bir dünyadır diye bir söz duymuştum ben -Beyoğlu- için, sürücü bir yokuşun başında durdu ve akşamın karanlığında birden kayboldu, bagajdaki herşeyimizde yok olmuş, nasıl oldu, nasıl becerdiler böyle bir şeyi anlayamadım, sanki çırılçıplak kaldık, güvenliğe gittik, dil zorluğu içinde hiç bir şeyi anlatamadık sanırım ya da kimse kimseyi anlamak istemiyordu bana kalırsa, olan olsun, kalan kalsın mantığı en iyi çözümdür bu dünyada, çünkü 'Eppur si muove' gene de dönüyor ve tasalanmak boşunadır, yarın güneş gene doğacak, sen henüz adam bile olamadın ki. Dert ettiğin şey seni öldürmüyorsa, yarını bekle, yaşayıp gidiyorsun, gideceksin, kahkahan bir eksik ya da bir fazla olmuş, daha ne istiyorsun, bekle güçleneceksin.
Biz müzik okulunda notaları öğrendik ilkin, hangi notaları nerede, hangi anda ve nasıl çalacağımızı öğrettiler, kimseler bilmez hiç bir zaman çalmamamız gereken o notayı, notaları da öğrettiler bize ve ben o gün çalmamam gereken notanın olduğu, bir günün içindeydim ne yazık ki, anladım. Tüm olan bitenlerin karşısında, Riemann sanısı dediğimiz şey, Fibonacci sayıları neye yarıyor, bir bilen var mı şu dünyada!..
Ben diyorum ki -bağışlayın beni-, 1789 gerçek bir devrim olsaydı, ardından Napolyonlar gelir miydi, avangard sandığımız sanatçılar, yazıcılar, çiziciler gericil bir düşlemin kollarında, uyuya kalır mıydı şu dünyada!.. Çocuğun birinin eline saçma atar bir şey vermişler, sokak arasında oynarken, yanlışlıkla kocaman birinin alnına ateş etmiş, dakikalarca kovaladı adam, bir ejderha gibi, çocuk neyin ne olduğunu bilmeyen bir melek değil mi, adam oyuncağın gerçeğini, çocuğun gözlerinde gezdirdi, gözümün önünde, efekt verdi bir geniz spesiyaliyle!.. Olay burada bitti, gerisi sizin düşlerinize kalmış, ah, ay balığı neler söylüyor değil mi, nasılsa her şey bir komedi, bir komedya ama her şeye karşın yine de şaşırtıcı bir elektronizm çağının içinde yüzüyoruz...
Elektronizm, tanrımız mı bizim, öyle geliyor ki, kurtuluşumuzun gizleri oradadır belki de, hepsi beş hece; ideal bir ailede birey sayısı, acaba güneşin sofrasında tümümüz için bir çözüm bulabilir miyiz bir gün, yaratabilir miyiz... Bir aileyiz biz. Bir aile?..
24
Ah, ah, yaban ellerde insan ruhu zayıflar, köklerinden kopar ve yüksüz bir nötron gibi bilip tanıyamadığı toprakların gizemine doğru savrulur. Düşünceleri keskinlikten ovalliğe, eliptik bir biçime doğru törpülenip, dönüş yapar, kabul skalası genişler ve sık sık gülümser. Buranın yabancısıyım ben ve bir konuğum sonuçta ama kimse bunu anlamaz ne yazık ki, dünyada kimse kimseyi anlayamaz gerçekte ama, yalnızlık, nostalghia sayrılığının tek nedeni, sizi anlamamaları değildir, sizi anlamayacak olanların arasında yaşadığınızın bilincinde olmaktır, en kötüsü budur işte...
Başka bir toprağa sürgün olan, göç eden naifleşir, çocuksu haller sergiler ve hiç olmadığı kadar sevgiyle dolar, işte anlatmak istediğim noktaya doğru geliyoruz, göçmen kişi, bir sürgün, kolaylıkla aşka kapılır, diyesim aşık olmak ister.
Bir kıza aşık oldum ben, yeni yaşantıma alışabilmek, köklerimden kopuşuma bir tepki olarak, hayata tutunabilmek adına, yaşam; varoluş biçimleri değil mi... Kapadokya'da bir otelde geceleri çalıyorduk, iki kemancı var minik orkestramızda, ikimizde ikinci kemanız orkestrada, eşleğiz, bir kız geldi arada, sanki yalnızca beni dinlemişçesine, şaşkınlıkla konuşuyor; Bende keman dersleri alıyorum, sizin eskivleriniz çok hoş, bu konuda deneyimlerinizi anlatsanız, düşüncelerinizi duymak isterdim, paylaşırsanız çok hoşuma giderdi inanın dedi. Keman çalıp da belagati iyi olmayan insan mı var, sözlerini tam anladığımı söyleyemem ama sezgilerim onun bana sempati duyduğunu ve kendini alamayıp konuşmak istediğini gösteriyordu... İstanbul'da yaşıyorlarmış, Peri Bacaları'nı görmeye gelmişler, Peri Bacaları kemana benziyor dedim, güldü, dünyanın her yerinde ilginç yerler var dedi, bu bir algı neredeyse, bilinmedik, tanıtımı yapılmamış o kadar güzel yer var ki dünyada, derler ki Pasolini film çevirmiş burada, çok beğenmiş demek ki... Kıza İstanbul'da görüşebiliriz istersen dedim, bir reveransla çok mutlu olurum diye yanıtladı. Olacak olan olur dünyada, ertesi gün bir kafede karşılaştık, ayaküstü konuştuk bir süre, sanki içime doğmuş gibi, kız kemandan ziyade benimle ilgileniyormuş gibi geldi, ama ruhça çok zayıfım bu aralar, onun bu yaklaşımı kısa zamanda beni ele geçirmesine ve rüzgarda savrulan bir yaprak gibi düşlerin dünyasına sürüklenmeme neden olabilir, hazır değilim, aşka değil, aksine hiç olmadığı kadar hazırım bir savrulmaya, aşk zayıflıktan doğar kimi zaman, belki de her zaman.
Aşk gerçekte bir arayıştır, tüm yaşamımız için olduğu gibi, arayışın minör lavları, yaşam kraterimizin aniden patlamasıdır aşk, o hiç bir zaman bulunmaz, saltık arzuyla ona çarpar, bile bile, diz üstü tökezleriz tüm benliğimizle, tüm çatımızı ayakta tutan kemiklerimizin sardığı bedenimizle... Aşık oldum evet, yirmi üç yaşında bir kıza, aşk, kaplan pençesi diyorum ben buna, her iki tarafı paranoyaya sürükleyebilir, paramparça...
'Ruhum darmadağın oldu, leylakların kokusu, yola sarkınca...'
Aşk bu işte, neden; Anılar, acılar, gözyaşı, sarılmalar, kokular, yaşama ilişkin unuttuğumuz her şeyi özetleyebilir bu sözcükler. Aşk kendine tapınmanın, bezdirici yollarıdır gerçekte ama sayısız tanımlamalar içinde, kralların kuralı budur derler aşk için!..
İstanbul'da, halim selim ama içe dönük bu kızın evine gittik, çok görkemli bir ev, kızın bana ilgi göstermesine şaşırdım o an, nasıl oluyor da bu görkemin içinde, yalnızca bir kemanın tellerine sarılabiliyordu bu kız, boğaza bakan geniş manzaralı, çok odalı, iki katlı bir ev... Annesi ve babasıyla da tanıştırdı beni, piyanoda vardı evde, annesi iyi çalıyormuş, kızı ise keman çalmak istemiş nedense, keman çok özgün bir müzik aletidir, kişiye özgü bir oyuncak, tapınca, hiç bir müzik aleti, keman çalan birinin özgürlüğüne ulaşamaz, keman evren ile insan arasında köprü işlevi görür, piyano dünyanın içindedir, klarnet, flüt, mandolin, düşünebildiğiniz her tür müzik aleti dünya ile vardır, ama keman dünya dışıdır, ruhanidir o, dünyanın üstündedir, özgedir, acıdır, sevinçtir, melektir, şeytandır ve tanrının duygularını en iyi o anlatır insanlığa... İnsanın macerasını da en iyi o özetler.
Aşık olduğum kızın adı Mehveş'ti, o günden sonra başka hiç bir yerde duymadım bu adı, başıboş, çalmadığımız günlerde, onunla buluşuyordum, parklar, bahçeler, kafeler ve el ele gezmeler, ne zaman, nasıl oldu bilemediğim.
Tanrı sevenleri korur. Tanrı mazlumlardan yanadır. Tanrı muhtaçların biricik yardımcısıdır. Böyle deriz zaman zaman ve zaman zaman gerçekten böyledir. Ukrayna'dan sürünerek gelen ben, orada bile yaşayamadığım güzellikte bir aşkı, İstanbul derler bir dünya cehennetinin içinde bulacaktım ha, yaşam bir sarsıntılar silsilesi, ödeşkeler bileşkesidir, yurdunuzdan olursunuz, tam yokum ben artık derken, aşkı bulursunuz, parasız pulsuz, dünyanın bir ucuna savrulursunuz, o gece size nasip olan çorbanın tadını, dünyanın hiç bir yerinde bir daha tadamaz, bulamazsınız.
Ah, ah, bir aşk nasıl sona eriyor, nasıl bitiyor peki... Aşkın tesellisi, paranın gücünü yenebilir mi, ayrı dünyalar, ayrı ülkelerin insanları birbirini ne kadar anlayabilirler, ne kadar katlanabilir, yaşam içinde sürüklenen bedenler; hep aynı yönde yürüyüp, hep aynı yönde koşarak, Araf'a birlikte kavuşabilirler mi... Tek bir tanrının ve apayrı dillerin görünmezliğinde... Bu aşkın tanımına girsin istemem ama aynı tanrıdan söz eden insanlık, nasıl bu denli birbirine düşüyor anlayamıyorum. Neyse, çok şükür, aşk bizi avutuyor!..
Oysa, oysa bu gezegen bizim değildi, var olan tüm canlıların, tüm yaratılmışların. Bizler aşkı yok etmeyi bırakın, diğer tüm canlıları yok etmek için can atan birer canlarız ne yazık ki, aşktan söz etmekten vazgeçmiş değilim, ama şunu kesinlikle söylemek isterim ki, bizler için bilinci olan varlıklar demek bir yana, bir us sahibi sayılmamız bile olası değildir bizim, daha doğrusu yaratanın bağışladığını bile kullandığımız söylenemez, öyleyse ne söyleyebiliriz ki, evet söyleyebilirim, yalnızca şu ki... Bizler, us dediğimiz şeyi ele geçirmişiz!..
Yeryüzünde diğer canlılar onun için eziliyor, onun için yok oluyor ve onun için mahzunlar. Başıma gelenler, kendi kendime konuşmalarımın daha kederli ve daha bıçkın, sertçil olmasına yol açmıştır belki de, öyle bir şey varsa, ne olur beni hoş görün... İnsanın tüm davranışlarına, us yormalarına, var oluş biçimi ve bilinen yol yordamlarına, bir yeti değil kurnazlık adını verebiliriz. Konuşmalarım, seçtiğim sözcükler, ikilemli ve doğallıkla tuhaf da olabilir benim.
Mehveş'le o denli içli dışlı olduk ki, bir gün orkestramızda çalan Hakem adlı bir Farisi ile evlerine gittik, keman dersleri ve çalışmalar, karşılıklı alışverişlerimizde sürüyordu elbette, anne babası da vardı gene, söyleşiler, küçük çaplı tartışmaya dönüşüyor her zaman, bir ara klarnet çalan, gırnatacı Hakem coştu ve bizim gibi ülkelerde hiç bir zaman düşünce özgürlüğü olamaz dedi, çünkü soyut bir uslamlamadan ibaret düşünce özgürlüğü kavramının, azılı ve somut bir gerçeklikten ibaret, ekonomik ve sosyal partiküllerin dengesizliğinin giderilmesi noktasında, hiç bir yararı yoktur. Çünkü düşünce özgürlüğü gelişmemiş ülkelerde basın özgürlüğü, gazetecilik, batı yanlısı oluşumların ve gerçekte dizginleyici muhalefetin bekasını kollamaktır. Batı neresi diye demagoji yapanlar var bugün, batı bir sistemin adıdır, uygarlık biçiminin, kim bu batı, bu batınilikle ilgili işbirliği içindeki her ülke, her ocakbaşıdır ve bu konçertonun, her düzeni, her politizasyon ve viyadüğü kendi toplumunun despotudur ne yazık ki, basın özgürlüğünden, düşünce özgürlüğünden söz eden her yapı, ekonomik dengeden, kur farklarından, dışalım köleliğinden, fırsat ve girişim eşitliğinden söz etmez hiç bir zaman, onların istediği tek şey, kendi sanat ve siyasi öngörülerinin, az gelişmiş ülkelerde cirit atmasıdır, bitmez tükenmez üst yapı komplimanları diyorum ben buna ve toplumun yararına köksel sayılabilir hiç bir şeyden söz etmezler, hiyerarşistlerin ağızlarında her ahkamı ve boş sözü gevelemesidir düşünce özgürlüğü, gerçek bir düşünce özgürlüğü, geri kalmışlığın nedenlerini domine eden bir düşünce akımıdır, bir impulsdır gerçekte ama hapislerde çürümüşler dahi, batının kuyrukçu varlıkları ve kuklaları ve gönüllü sözcüleridir ne yazık ki, bu binlerce yıldır böyledir, başı bulutlara değen kuleler, aşağıda ovada çalışanları gözetler her daim, kölecil toplumlarda düşünce özgürlüğü, efendisine hizmet eden kölenin, kuş diliyle şakımasıdır, gerçek bir sorun dile getirilmeye kalkışıldığında, düşünce özgürlüğünü savunanlar, elit ve lejyon birlikleri, dahası herkes, sözün sahibini gizemle yok edebilir ve kutsal misyonu yerine getirerek, toplumla birlikte, görünmez, içkin bir yılgının, bir tür ihanetin rehberliğinde, yas tutarlar her dönem, salt acılarımızla birlik olmanın geleneksel akışı; Requiemizm, ağıtçılıktır bunun adı...
Mehveş'in babası çok kızdı ve spiritüel konuşmalar bunlar dedi, mistik ya da gözbağcılık mı demek istedi anlayamadım, annesi birbirimizle bakışırken, dil çabukluğu bu gibi bir şey söyledi, bu deyim sanki daha ağır gibiydi, babası sürdürdü, öznesini değiştir bu tür tümcelerin, herkesi her yerde suçlayabileceğimiz türden yaklaşımlar ortaya çıkar, gerçek nerede, doğru ne, kim haklı, her zaman karmakarışık konulardır diye hafifçe sesini yükseltti. Hakem sustu, tarih tekerrür etti ve güçlü olanın son konuşan olması sıfatıyla, gözlenebilir bir hoşgörü içinde tartışmaya son verdi. Ben Mehveş'le olan bağımın sıkılığına dayanarak dedim ki, demokratik özgürlüklerin kaç ayağı var, salt düşünce özgürlüğü mü, varlığı kesin olması gereken, sosyal, ekonomik, endüstriyel, kültürel, sibersonik -bu sözüme güldü babası, konuşma zorluğundan saçmaladığımı düşündü, entelektüel afaziye düştüğümü sandı bir an ve sesini çıkarmadı, sonra mırıldanarak dedim ki- düşünce özgürlüğü, eylemsellik noktasında dur işareti verilebilen bir şey, sadomazohist bir doyum aracıdır dedim. Az gelişmişlerde diye güldü Mehveş...
Tartışmayı sürdürmedik, çünkü çaylar ve pastalar gelmişti, o gün gülümseyen ağızlar adına, çok sonra Hakem'e dedim ki, sen pasta ve çayları, engin bir boğaz manzarası içinde atıştırırken söylediklerinden utanmadıysan bile, hayıflandın gibi geldi bana dedim ve işte düşünce özgürlüğünün önündeki en büyük engel diye gülümsedim. Hakem yazgı değişmez, işin bu yanını unutuyoruz dedi, çatışık konular diye ekledi, çatışık değil karmakarışık dedim, kargaşa ve kaosların belirişi, kuşun su içmesini bir süreliğine bile engellese, altın kafesin içinde, düşlerini kuramaz olur kanarya!..
Mehveş'i gittiğimiz yerlere götürmeye başladım, ailesi o kadar moderndi ki aşkımızın nerede ve nasıl sonuçlanabileceğini bile düşünmüyorlardı, sanki Mehveş'in mutluluğu her şeyden önce geliyordu, şaşırıyordum, zaman içinde ben bu aşka öyle muhtaçtım ki, ama insan bu, giderek bu aşkın materyali miyim yoksa diye düşünmeye başladım, yani ben aşkla hayata bağlanırken, gerçekte hayata bağlanan Mehveş miydi yoksa, bu böyle olsun da, merakımı cezbediyordu doğrusu...
Mehveş'e bir gün başından kötü bir şey geçti mi senin dedim, işkillenmiştim bir kere, bu oyunun metası olduğuma dair, boşluğa bakar gibi baktı bana, ilk kez oluyordu bu, ürktüm, bakışından değil, sözümün sonrasında, olacaklardan çekinmemi söylüyordu iç güdülerim. Mehveş nasıl yani dedi, hiç öylesine sordum deyip çark ettim, ses tonumun yavaşlığında, sözümü geri alır gibi olduğumu sezdi ve o konuyu bir daha açmadım.
Gerçek bir öyküden söz edeyim, aşkın dolambaçlarıyla ilgili, ruhani değil, birebir yaşanmışlık, bir gün çaldığımız sayfiye şehrinin sokaklarında dolaşırken, ıssız bir kumsala çıktı yolumuz, el ele göz göze koşup kaçışırken, Mehveş birden yere yığıldı ve bir kan gölünün ortasında düşük yaptı, bana hiç söz etmemişti böyle bir şeyden, güçlükle ağaçlıklar arasına çekildik ve Mehveş hiç bir yardım istemedi ve hiç bir şey söylemedi, yalnızca göz yaşlarıyla boynuma sarıldı, hüngür hüngür ağlamaya başladık, ben zaten göz yaşı döküyordum uzun zamandır, için için, çok ağladık o gün, ay çıktığında geceyi yarılamıştık ve hala gözyaşlarımızla ıslanıyorduk. Bilinmez, şu dünyada mutluluklar ve acılar yalnızca gözyaşına mı yarıyor...
Aşk bir gerekçeye yaslanmayan, tek alışkanlığımızdır bizim, sığınaksız sığınak, çocuk istemiş miydik, biz bir arada yaşamayı isteyecek kadar birbirimize bağlanabilecek miydik, bu tür şeylerin hiç birini konuşmamıştık, salt dünyadan söz ediyor, sağdan soldan konuşuyor, nedensizce gülüyor ve bilinçsizce sevişiyorduk neredeyse... Aşkın kuralı kuralsızlığıdır demeyeceğim, aşk düşlerin yaşamda sahne alabildiği tek gerçeklik, bu yüzden bitmeye, ansızın sona ermeye ve bir dünyevi felakete zorunludur, çünkü aşk yaşamın içinde bir şey değil, bir ilahi gibi onun üstünde olan bir şey, bazen bizi ziyaret eder, sorgusuzca gelir ve yine hiç sormadan, nedensizce, habersizce çeker gider.
Aşk insanın egemen olamadığı, yönlendiremediği, çeki düzen veremediği tek şey. Aşk bir müjdedir, ölümlüye bir armağan, seçilmişe bir özveri, bir çılgınlık, derbedere bir minnet ve ruhsal şüheda!.. Aşk yaşamın dışından biz yaratılmışlara, düşünmekle cezalandırılmışlara sunulan bir bağış, bir avuntudur ölümlüler adına... Aşk olmasaydı, hayata bu kadar inanamazdık ne yazık ki. Çektiğimiz acılara bu denli katlanamazdık. Aşkı bulmak için ve aşkı bir kez olsun yaşayabilmek için gelir dünyaya insanlar ve her şeye, her mihnete katlanırken yaratılmışlar, aşkı bekleyerek, ona kavuşabilmek için çilelerine, bitmez tükenmez acılarına katlanırlar bu dünyanın, onunla bir kez olsun karşılaşmış gibi olsalar dahi, o anda dünyaya şükrederler, hiç bir pişmanlığı, hiç bir kırgınlığı, dile getirmezler artık yaşamlarına ilişkin, aşk iksirdir, bizi yıkarken, hayatın zulmetleri konusunda tedavi eder ve direncimizi alabildiğine güçlendirir, o Janus gibidir, öldürürken yaşatır, ve bu yüzden, yolu aşka çıkmayanlar, masumlar, onu aramak için seve seve öbür dünyanın yolunu tutarlar. Büyük bir bekleyişin, korkunç bir özlemin, erişilemeyen, dizginsiz bir hazzın tutsaklığı içinde, ne yazık ki ölüp gider onlar.
Aşkta zaten ölüm gibidir... Biri bizi yaşamdan ayırır, biri ise eni sonu sevdiğimizden. Bir gün bitmek için vardır o. Bir sonun başlangıcıdır yalnızca... Mehveş'i -bir ruh ikizi- bir sabah gittiğimiz yere götürmedim, götüremedim demem gerekir, çok ani ve hemen hareket etmemiz gereken bir gelişmeydi, ama işte size, o elim sonu bildireyim; Mehveş bu -hatamı- hiç bir zaman affetmedi, bir daha ne aradı, ne sordu, ne de karşıma çıktı... Düş bitmişti, kederini sonsuza dek taşıdığım. Yaşamın içinde birikimlerimiz, uğraşlarımız, elde ettiklerimiz, bir aşk için yaşadıklarımızdan daha mı fazladır ki, bir aşk için düşleyip, yaratışla, belki bir hınçla ortaya koyduklarımızdan daha fazlasına, ne zaman ve nerede ulaştık, kavuştuk ve yaşadık ki biz, gören var mı dahası, geçmişimi anımsadığımda Mehveş'ten başka bir şey gelmiyor usuma benim... Ama söylemeden geçemeyeceğim bir şey var, bu yaşadığım birbirini yok etme duygusunun ya da birbirinde yok olma arzusunun, en insani ve göksel diyemeyeceğim yanı, ayrılma gerekçemizdir. Biz ayetlere iman edip, tanrıya haykırışlar içinde bağlılığımızı sunarken, bir sabah serinliğinde, yola yalnız çıktı diye, ebedi ayrılığın zilinin çalmış olması, kalbimi aşk adına değil, yaşam adına kuşkularla dolduruyor benim. Ne yazık ki...
Mehveş, biriciğim benim, yine de diyorum ki;
'Kimbilir belki bu kadar sevmezdik birbirimizi / Uzaktan seyredemeseydik ruhunu birbirimizin / Kimbilir felek ayırmasaydı bizi birbirimizden / Belki bu kadar yakın olmazdık birbirimize'
Vladimir ve Mehveş, Ukrayna ve bu topraklar... Aşkın birleştirdiği şeyleri; tüm insanlık ve yaşam biçimlerimiz ve uygarlığımız bir araya getirmeyi öğrendiğinde, cennet yeryüzünün adı olacak, ütopyalar son bulacak, gözyaşları tarihe karışacak ve içimizdeki şeytan çekip gidecektir!..
Ve tanrı...
Tanrı yeryüzünden çekilecektir!..
25
Aşkın melankolisinden kurtulmak yıllar alıyor, ama Anadolu'yu tanımak ilginç geliyor bana, İstanbul tek başına ülkeyse de, yine de zaman içinde bir vehme kapıldım ben, yaşam beni sürüklüyor, o yaşıyor beni, yaşamıma egemen olamıyorum ben, insanlar her yerde aynı ve her yerde farklı nedense... Ciddi, donanımlı bir müzisyen olmak isterdim, kalıcı yapıtlar, besteler üretmek, müzik tarihinde bir yerim olsun isterdim. Bütün idealim hala bu benim, hala aynı düşlerin içindeyim ama ümidim giderek azalıyor, bir başı boşluğa ve gizil bir karamsarlığa sürükleniyorum günden güne, daha korkuncu karanlık bana doğru yaklaşıyor ve korkuyorum kendimden. Bir umursamazlık içindeyim ben, sürüklendiğim yaşam biçimi, dilerse beni deli edebilir, dilerse yaşam sarhoşu, iyicil anlamda değil, uscağızı başından gidip, bir sarhoşa dönmek anlamında, sanki yok olup gidecekmişim gibi geliyor bana, ölümü düşünür oldum yavaşça, garip...
Karadüşler, kabuslar kaplıyor içimi geceleri, gençliğim yitip gidiyor, şarkılarda olduğu gibi ve ben hala yaban ellerde, gazinolarda, barlarda, pavyonlarda çalarak, çalışarak, günü birlik mutlulukların, kederlerin, kahkaha ve göz yaşlarının içinde, rüzgara kapılmış çarkıfelek gibi savrulup gidiyorum, neşeliyim, beni köklerimden savurup, söküp atacak denli bir derdin içinde değilim ama içimi kemiren korkunç bir şey var, ben kimim sorusu değil beni meşgul eden, daha kötüsü, o sorunun yanıtı... Nedir o; evet ben bir hiçim. Beni mahveden işte bu, küçük mutluluklar, tatlı saatler, günler, yemekler, ama hepsi günü birlik, günü birlik evet, örneğin dün ne yediğimi anımsamıyorum ben, oysa başkalarının kolay kolay erişemeyeceği şeyler yiyoruz sanırım!..
Mutlu değilim derinde, sersemliğin baş tacı kafelerde, yıldızlı otellerde çalarak ömrümü tükettiğimin bilincindeyim, mutlulukla ölüme koşuyoruz biz, yapay bir mutlulukla, inandırıcılıktan yoksun. Aç, sefil sürünmek ama Mozart gibi bir şey olmak isterdim ben, kim bilebilir... Bazen kendimi kendime soracak zamanım bile olmuyor benim, ama bir düşkün, bir serseri olsaydım keşke, yaşamı boyunca kendine sorular soran, kendisiyle konuşan, yarı deli, bir meczup...
Bir hay huyun içinde avunup gidiyorum, başkaldıramıyorum, hayır diyemiyorum, bırakıp gidemiyorum, ekonomik, sosyal, psikolojik, kişisel ve kürevi sorunların yaratıp, sürüklediği bir virüsüm ben... Adım insan!.. Karanlık sorular soracağım günler yakın gibi geliyor kendime, olamaz dediğim şeyler olacak mı acaba, yakışmaz dediğim, asla olmayacak, olmaz dediğim... Kendimden kaçıyorum bugün ama, bir gün belki yakalanabilirim de, ümidim azalıyor artık benim, başım azgın, karaltılar arasından yükselen, ürkütücü bir dolunay gibi... Geceleri beni serseme çeviren çalkantılar; geçmişim ve çocukluğumun fırtınalı düşlerinde, gelgitlerin bıraktığı acımasız tortular gibi, beynimin kıvrımlarına vuruyor. Gündüzleriyse mutluyum ne yazık ki, çünkü biliyorum ki, gecemi unutuyor ve gündüzleri uyuyor artık benim bedenim.
Bize ne zaman yazıldığı belli olmayan şiir, zaman üstü bir şiir, nasıl modern sanısı vermiyorsa, benim yaşamımda zamanımın dışında sürüp gidiyor artık, algım bozuldu benim, zaman beni ilgilendirmez oldu dahası, ruhumun giderek deforme olduğunu biliyorum ve hiç bir sorun yok gibi gözüküyor, yiyorum, içiyorum, uyuyorum, arkadaşlarım var ama bir şey var anlamadığım, mutlulukla geçiyor dediğim bir zamanın içinde... Neden mutsuzum ben, mutluluk içinde, neden görkünç bir mutsuzluğun pençesindeyim, neden sürünüp gidiyorum ben, onun için artık biliyor ve emin oluyorum ki artık; mutlu insanlar daha mutsuzdur!..
Brecht, korkunç bir soru sorar insanlığa; Çin seddinin bittiği akşam duvarcılar nereye gittiler. Tuhaf bir soru bu, acı bir soru değil. Diyorum ki benim sonum ne olacak, bu hay huyun içinde işgüzarca, hiç bir köktenci yanı olmayan, gelip geçici, oportünist yaşam biçimim bittiğinde, elimde kalan ne olacak ve daha sonrası ne olacağım ve onunda sonrası bir zamanım kalacak mı, uyanılmaz uykulara varmadan. Bilemiyorum, işte korkunç olan bu benim için, bu tip korkular oluşuyor artık bende, bir tümör gibi günden güne sarıyor, beni kuşatıyorlar.
Sen, ülkende evrilip gelişmeni tamamlayamadan buralara savruldun, feodaliteyi yaşamadan, burjuvatik bir yaşam biçimine sürüklendin, hazırcı, yiyip içen bir homongolosa dönüştün, diyebilirler bana... Ne minvaller üretir insanlar, ümit etme boşuna, ama bu safsata bence, ben gene de ideallerimin peşinde koşacak bir kahramana dönüşebilmeliyim, yenilmemeliyim. Adem şimdi doğsa ve başarısız olsa, neandertal dönemi yaşamadı onun için başarısız oldu mu diyeceğiz, ben insanın çağ atlayabileceğine inanıyorum, kafesteki kuş uçmayı unutmayacaktır, kurtulduğunda kendini yine tanıyacak ve bir tansımayla kuş olmanın gereklerini hakkıyla yerine getirebilecektir. Prangalarımdan kurtulacağım bir gün ve kemanımla özdeş, bir bütün, müziğin; tanrının düşüncesinin elçisi olacağım, dünyaya boşuna gelmiş olmayacağım ve yuvasından düşen bir kızıl gerdanı, bir gün mutlaka yuvasına koyabileceğim ben. İnanıyorum ve yaşamımda bu hayhuyu yenerek, bir gün mutlaka göklere doğru savrulup, haykırabileceğimi sanıyorum. Geçtim seni ya Süleyman demeyeceğim, düşmanlarımla kucaklaşmaya geldim ben dünyaya gibi, kısır mottolarla yetinmeyeceğim, evrenin şarkısını söyleyeceğim, onlara gerçek barış ve mutluluğun anahtarı, evrenin sırları gibi; sonsuz bir besteyi armağan edip, öyle gideceğim...
Bu ülkenin dili bir garip, çuha ve çulha, deli ve dellal, çeri ve cerrah, barbar ve barbekü, küs ve külüstür, snop ve Sinop gibi birbirinden türeyen zannettiğiniz sözcüklerin birbiriyle hiç ilgisi yok, dolayısıyla öğrenmesi zor ama eğlendirici bir dil, politika, poetikada öyle ya, başka dillerde böyle gariplik var mı bilemem, bir de kıssaları, garip mottoları ve meselsi şeyleri var.
Bakın, Temel demiş ki, insanlar üçe ayrılır, sayı saymasını bilenler ve bilmeyenler, Cemal iki oldu ama demiş, Temel tamam işte sen sayı saymasını bilenlerdensin demiş. Kendisiyle alay edip, dalga geçebilen, iyi niyetli bir toplumun içindeyim ben. Her çarpımın önüne bir eklediğinizde, iki kere iki beş eder diyen bir yersiz yurtsuzla karşılaşmıştım, bilisiz bilgelerle dolu bir toplum bu ama gerçekte teorik bir yaşam sürüyorlar, basit ve kurgumsu, bir yinelemeye benziyor, her şey var ama hiç bir şey tam değil ve pratiğe gönülden sevdalı bir kitle olamamışlar nedense, salt konuşuyorlar, bir söz uygarlığı, kusurları gizlenmiş sözel bir cennetin içinde gibiyim ben...
Benim kendimi algılayamayışım, bütün olarak yalnızca karşımızdakini algılayabilmemiz hep garip gelmiştir bana, bir tür görecelilik ama, bu toplumun böyle kaygıları yok, yüzeyseller ve derinliğe inmekten korkar gibi bir halleri var, soru sormuyorlar pek. Yaşamı, soru sormaya değer bulmayan bir halleri var, taklit edilen şair, gerçekte kötü şairdir diye bir mottomuz var bizim. Bu toplum her şeyi taklit ediyor ve her şeyi temelde kötücül bu yüzden, ama ayrımında değiller, bizdeki ırmak çobanlarının, tepelerin süvarisinin yaptığı gibi; Bir kasaba kasaba gitti türünden sözcük oyunlarıyla yetiniyorlar. Tan güneşin doğma anıysa, tanrıda güneştir diyecekler neredeyse, basit çözümlerle yetinen ve karmaşadan hiç hoşlanmayan halleri var, elektrik kablosuna iplik bağlıyorlar, palyatif çözümlere tapınan bir kabilenin kutsayıcısı olmuşlar, karmaşa veya kargaşa eşittir kavga sayılıyor onlar için, oysa bildiğim kadarıyla, karmaşa ve kaosla bir evren yaratıldı!..
Matematikçi Cantor'a göre birden fazla sonsuzluk kavramı yaratılabilirmiş, dahası varmış; öyleyse tanrı biricik değildir, demiş mi bilemem ama bizimkilere, yani yeni yurdumun beyefendilerine, böyle bir şey söylesem, kimi yerde başım derde girer, kimi yerde de haddini bilmez bir saygısız olarak karşılanırım, gizlisinden biliyorum!.. Oysa bu tür düşünceler gelişmenin ve aklın hünerlerinin temelidir, tanrı tek demek de, dememek de tanrıyla ilgili bir kavram değildir gerçekte, bir düşüncenin metafiziği ve aksiyom ya da postulaların, usun sınırlarını yoklamasıdır yalnızca, hani derler ya Jüpiter'i görmüyoruz ama vardır, tanrıda öyle, öyleyse tanrı ile ilgili tüm anagramlar düşünce jimnastiğidir ve insan nasıl insan oldu sorusunun temelidir, dahası tanrı tartışsınlar, düşünceler çarpışsın ve bir diyalektle bana kavuşsunlar diye yarattı bizi, tanrı kendisini yadsımamızdan hoşnut olurdu, kendisinden kuşkulanmak ve belirsizliklerle boğuşmak tanrının da hakkıdır, ona yardımcı olmamız ise büyük bir aşkınlık olurdu, çünkü varlık ve yokluk sonsuzda aynı şey gibi algılanabilir, evren bir olasılıktır, işte bu derinlikte, bizler barbarlık çağlarını bile geride bırakamayan organelleriz henüz, acıklı bir son bekliyor belki de bizi, tanrının kurtaramadığı kulları için, tanrının varlığı neye yarar, o bizim eşdeğerimizdir olsa olsa, annemiz, babamız olsun, yarın sende anne olacaksın, baba da olabilirsin, türevlerimiz değiştiğinde bu kavramlar nasıl geride kalacaksa, tanrıda elimizi tutmayı bırakıp, köşesine çekilen dünyevi bir ermiş olacaktır. Zamanın geride bıraktığı bir üç ayaklı, bastonunu savuramıyor bile artık, bu tip düşünceler hiç bir şeyi değiştirmez dünyamızda, dün düşündüklerimizi bugünde düşünüyoruz, yarında düşüneceğiz.
Zaman bizi geliştiren tek şeydir ve nükleer kış gerçekleştiğinde, tüm düşüncelerimiz gökyüzünde bir yere sığınacak ama elde ettiklerimiz tarihe karışacaktır. Bir adaya, bir insanla, çamaşır makinesini koyduğumuzda, çamaşır makinesinin ne işe yaradığını bilemeden ölüp gidecektir Adem'in evlatları, ama zamanla yağmurda içine girmeyi düşünebilecektir, öyleyse aslolan düşüncedir ve zaman efendimizdir bizim, tanrıda, eril, egemen bir dünyamızın asalı, taçsız kraliçesidir!..
İnsan tanrının suretidir her teofilide, füruu ya da kendisidir, insan her şeyin, kozmosun yüksek çözünürlü bir parodisini yazmaya çalışan, manik, evrenik bir kölesidir, bir tür kompüterdir insan, bir bilsay, makine, her şey gibi hiç bir şeyi değiştiremeyecektir ama evrende, o evrenin bir parçasıdır yalnızca ve parça bütünü belirler evet, ama bütün parçanın egemenliğini elinde tutar, bu yüzden parça evrenin efendisi olamayacaktır, çünkü evrendeki her tür değişiklik parçanın sayesinde gerçekleşmiş olsaydı bile, bu, bir tür gizil mantığın, mantalitenin egemenliğinde, bütünün izniyle var olan bir şey olabileceği için, insan hiç bir zaman evrenin yerini alamayacağı gibi, tanrıyı da arayıp bulamayacaktır, tanrı yaratılmışın, bu lisandan uzaklaşırsak, varlığın egosu, sapmasıdır kısacası, çünkü o kendisidir ve tanrı onu yarattıysa eğer, tanrı bir insandır demekten öte, tanrı insanı ve evreni yaratabilen insanın eşdeğeridir, bir metafor ve bir alegori!..
Karamsarlık sarmasın bizi, eğer tanrı katına varırsak, dahası bir tanrı olursak, -zamanda bütün sorunsalımız budur bizim, acı bir şey- hiç bir şeyin değişmediğini göreceksiniz, çünkü onun parçasıyız biz ve hiyerarşist yapılarımız onu yüceltmekten hala kendini alamıyor, oysa hümanistçe, insanca bir başkaldırı, barbarlıkla şükretmekten daha engin bir tutumdu ve şuna emin olun ki, çağlar boyu tapınmak, tanrıyı yadsımanın, onu gizlemenin, bir pöstekiye çevirmenin biricik yolu oldu...
Bilgi üretilen bir şey sonuçta, cehaletimizi artıran bir bilgi türünün tutsağıyızdır belki de...
İnsan olağanüstü bir yaratık gibi gelir bize, ama her şeyin olağanüstü sayılabileceği bir yapıntıyı, evren olarak algılıyorsak eğer, sıradanlık, sıradan olanda olağanüstü gelecektir artık bize, insan gerçekte sıradandır, kükreyen at -tekboynuz-, Avagadro sayısı gibi, çünkü evren olağanüstülüklerle doludur. Dünyanın en dayanıklı hayvanı her tür nükleer, konvansiyonel saldırıda, diyesim güneş sıcaklığında bile canlı kalabilen tardigradmış, kim demiş insan olağanüstü diye, biz bilgi ve anlak dışı materyallerle boğulan ve avunmayı yaşam saymış, bir anomaliyiz gerçekte, megamakine bir evrenin, boğucu hiçliğinde, sıkılıp duran, can sıkıcı bir mengene!.. İlkel ve atavist. Bir Ceset İstifçisi!.. Etten kemikten bir varlık olarak hepimiz uzayda bir yer kaplarız, evet ben tuhaf biçimde sıkılmaya başladım, melankolik bir çıkmazın pençesindeyim, ölmek üzereyim belki de, belki yakın zamanda öleceğimdir de, belki cesaret edebilirsem, kendimin katili de olabileceğim ama; uzayda işgal ettiğim yerden vazgeçmek ve çekilip gitmek diyorum ben buna. Gerçek sonsuzluğa ve ebedi yaşama...
Ne garip, benim bunu yapmaya yüreğim olsa da, ardımdan yüreksizin biriydi diyecekler, bilinmeyen bir gerçekliğin, haklısı olamaz ki!.. Yaşamın eğriltisinde. Bir şey başaramayacaksam evren adına, onun koynuna sığınmakta yarar var ve onunla yüzleşmek ve onu utanç içinde görmek onur veriyor bana... Mekan algım değişecek yalnızca, biliyorum ve nöral ateşleme örüntülerinin yapay cehenneminde, gerçek düşüncenin oluşumunu izleyerek, sonsuz mutlan içinde olacağımı düşünüyorum, bu bende şimdilik, belki de bir sanrı boyutundadır, içinde yaşadığım, anın boyun eğdiği zamana başkaldırdığım anda, her şey bir yalana dönüşecek, bir düş olacağım ve unutulmanın tatlı rehavetinde, saltık özgürlüğe kavuşacağım!.. Belki de gerçek başarı budur, kim bilir!..
Şu minicik dünyada, binlerce yıllık Kenger yazmanların derlediği yaşamlar daha mı güzel!.. Şimdiki zamanın dışında ne var bu dünyada, Sezar mı, Jüstinyen mi, heykeli üç vakitte yerle bir edilen Lenin mi... Tuna üzerinde uçan turnalar bugün var, yarın asla olmayacaklar, öyleyse eni sonu gitmeyi istemek, yaşamının bir yenilgi olacağını sezdiğinde, geldiği yere dönmek, dahası şanla, görkemle göğe çekilmek, niçin bedbahtlık olsun ki, bu bir ders olmalıdır aksine, herkese, tanrıya, evrene, okyanuslara, toprağa, düşüncelerim gibi akıp giden yıldızlara... Belki bu da bir var oluş biçimidir, bezdirici, bıktıran, yılan ve yıldıran uğraşının çapraz bağları, başka bir karşı koyuş ve başka tür bir var oluşun, sıradan olan bizlere, göz yaşlarından başka bir şey armağan etmeyen örnekçesi, imrenilesi gelmeyebilir ama az şey mi...
'Öyleyse ne olur cesaret verme bana. Bırak eksik kalsın geçmişin üzüncünde bilinç. Bir umutsuzluk oyunbazlık ya da. Seni düşünmek ve görememek seni. Senin bedeninde acı çekmek ve bir çığlık bile koparamadan. Lütfuna borçlandığım, vebalim olan seyre bir başıma dalmak. Tepeden tırnağa düşünülebilecek. Tek varlık olan senin içinde. Değil mi ki senin tapılası buyruğundur sessizce yakarmak. Verilmiş bir sözün varsa senin. Ve bizzat kendisiysen o şeyin...'
Var Olmayanın Baladı'yım ben!..
'Mekatronik bir zaman içinde, -konuşan maymunlar- ve ortografik şifrelerimiz. Harf kombinasyonları, sayımsallar ve işte Alice’in Harikalar Ülkesi’ndeyiz. Üçüncü evre sona eriyor artık, siber uzay simülasyonları, second life, microsoft, avatar ve bal kuyularında uğuldayan arılar!.. Yaklaşan sisin bilinci varmış gibi, son didaktilosu uygarlığın, bilgeler ve zalimlerimiz… Alfa, beta, zeta, zirkonyum ve zerolar yaklaşıyor işte, atropin ve belladona ve yengeç yürüyüşü yapan sensörlerimiz!.. Hibridleşmiş gerçeklik, ölümsüz tek tanrısı radyasyon meleğinin, hipoklorit, peroksit çalkalama, kuzenimin üç ayağı madura!.. Sahibesini gezdiren kedi, komşu ziyaretine giden köpek, hydralar, Venüs kuşu, tazılar! Yaklaşıyor siyah gecelerimiz... Yanan ormanlar içinde geyikler ağlıyor!.. Ve tanrı parmağından yoksun ellerimiz!..'
Ve Geleceğe Ağıt'ım.
'Dünyayı militer yöntemlerle denetim altına almak hakkım ve sorumluluğumdur, dünyanın patronuyum ben, her yeri kontrol edeceğim, gerektiğinde dünyayı hiçe sayarak, hiç kimseyi dikkate almadan, tek taraflı militer girişimlerde bulunacağım, benim için her şey potansiyel bir tehdittir, nükleer bir saldırı kimliğimdir benim. Hackerlere ve siber kavgalara hazırım, düşünülebilecek her kalkışmaya misliyle karşılık vereceğim, koltuğa oturduktan sonra yapacağım ilk iş her şeyi havaya uçurabileceğimi görmek olacak ve bundan emin olmalıyız. Biz ötekilerden emsalsiz niteliklere sahibiz, her şeyi pogrom düzeyinde modernize edeceğiz ve burada söz veriyorum, dünyadan gelecek tehditlere kat be kat karşılık vereceğiz!..'
Tanrının Bir Yansıması ve Tanrının Yadsınması'yım ben!..
26
Ölümü düşündüğümden öte, ölüm nedir onu da düşünüyorum sık sık, insanlar şiir okur, bu öyle ilginç bir konudur ki, bir şiirin yazılışıyla ilgili ya da anlamıyla çok ilgisiz gerekçeler ileri sürer insanlar, şairin onlara boyun büktüğüne ve sessiz kaldığına çok tanık olmuşumdur, nereden biliyorum, tanıdıklarımdan, tanıklıklarımdan, şöyle bir şiircik ölümü düşündürüyor belki ama, onun ölümün bir alışkanlık ve geride kalanlara, doğa sevgisini kutsamaya çalışan, hatta yaşamı sevmeyi öğütleyen, -bu sözcükten hiç hoşlanmam, salık veren demeliyiz-, yaşamı sevmeyi ve onun eşsizliğini, gönüllerde yitmeyen coşku ve sevinç dolu albenisini anlatmayı, anımsatmayı amaçlıyor bu dizeler, o düşüncede bir üçlük olarak yazıldığını biliyorum, basitçe, onu diğerinden ayıranlar için, yalın bir dize bunlar...
'Son iç çekiş köyü. Masmavi sümbüller. Dökülen sular, güller!..'
Belki de çocukluğunun veya gençliğinin mezarlık görüntülerini dile getirmeyi düşünmüştür yazan, kabristanları gezmiştir küçük dilini yutarak, ama düşünsel yanı sonsuz üretkelere yol açar okuyanın gözünde, ölümün üzüncü, yaşamın kederi, sevinç, coşku, zaman, evren gibi uçar gider bakış açıları... Etkilememesi, kişide o ölçekte benzeri bağlantıları uyandırmamasındandır, Guernika bir pigme ya da Maori için bir parodidir en çok, bir uzaylı ya da Ufo'dan inen biri veya gelişmiş bir zeka içinse komedidir.
Ölüm varken biz yokuz, biz varken ölüm yok demiş bir Yunanlı, korkmak gereksiz demeye getiriyor ilk bakışta, felsefi bir motto yaratmaya çalışarak. Anadolu'dan çıkmış bir şair var, kuvvetli şeyler yazıyor, yaşamdan söz ediyor, somut şeyleri dert edinen dürüst biri kanımca, büyük insanlık filan diyor, çok sempatik elbette, ama ruhani değil, neredeyse benim gibi, bana hayatı çok görecekseniz, insana hayatı çok görecekseniz ey uygarlıklar, kitle kombinasyonları diye şiddetle haykırıyor ve nerede nasıl olursa olsun, karşı çıkıyor onlara, düzene, yaşama, onu göksel bir dille söylüyor, tanrısal bir buyruk düzeyinde ama, yaşamın temel prensipleri üzerine söylüyor bütün mottolarını, haksızlığa karşı dile getiriyor tüm hitabetini, sıradan insanları avutacak hiç bir ruhani söyleme girişmiyor, derin soyutlamalarla, faşizan hayata katlanmaya sürükleyecek hiç bir analizi yok, soyutlama yok, bacalarından felsefe tüten...
'Gönlümüzde hak edilmiş ekmeğine doymuşluk, / gözümüzde ışığından ayrılmanın kederi / işte geldik gidiyoruz / şen olasın Halep şehri.'
Bu dizelerinde bile yaşamı ululayan, Kurani bir söylemin, kederli bakışları sezilebiliyor ve ama tümüyle gerçekçi, somut bir bakışın, soyutlanabilen, derin ve sertçil söylemi bunlar, etkileyici evet, yaşamı, somut dünyamızı bu denli soyut bir söyleme, yani ruhanileştirerek, Kurani bir çevrene sığdırarak dile getirmek hayranlık verici ama her şeyin daha ötesini, varlık, yokluk ikilemini, -bunu hayattan bezenlerle, felsefeciler dert ediniyor dünyamızda!- spiritüel kozmolojik varyasyonlar üzerine yakılmış ağıtları -somutlama bu- arayanlar için, bu derin insan pek bir şey vermiyor görünebilir, şunu demek istiyorum;
'Bakanlar bana, gövdemi görürler, ben başka yerdeyim, gömenler beni, gövdemi gömerler, ben başka yerdeyim, aç cübbeni cüneyd, ne görüyorsun, görünmeyeni, cüneyd nerede, cüneyd ne oldu, sana bana olan, ona da oldu, kendi cübbesi altında, cüneyd yok oldu.'
Böyle hiç bir dizesi yok, varsa yoksa, haksızlık, eşitlik, özgürlük. Voznesenski diye biri var kuzeyde, bizim oralarda, o biraz ruhaniydi, Rustik şairdir, bizim has şairlerimizden Mayakovski'de toplumsal sözleşmenin ürünüdür ama deyim yerindeyse, biraz uyanıktır o, bakın şiirinin adı ne; Pantolonlu Bulut, yoruma gerek var mı ve bu aksamda ruhani, mistik görümlere yelken açarak, en azından kapısını açık tutarak, şiirinin, gerçekte evrene bakış açısı ve yorumlayışının düşünsel alanını yerel ölçekte yaygınlaştırarak, tüm ademe hitap etmek ister ya da bu isteğinin iç güdüselliğini yerine getirmek ister o, mistifikasyon dozunu ve göksel karmatiliği anımsatan yıldız tozunu -varlıksallığımızın skalası- dizelerine serperek izleyici ve okur profilini yeryüzüne dağıtır, her cinbön ve her kadersiz okuyabilir onu, bakın başka bir şiirinin adı ne; Omurganın Flütü -şiirin adı, onun bir dizesidir-, kurnazlığını sürdürüyor dememiz onun ruhuna saygısızlık olur, sonuçta, bu tip insanlar içrektir ve alıngan yapılıdır, birazda sorgulayıcı ve kuşkucu, toplumsal yapı adına şiir yazıp, soyut ya da ruhaniliğin damarlarına girmek, onların kişiliğine dair ipuçları veriyordur zaten, her şeyden kuşkulanabilir bu karakterin insanları, dava yolunda ölmedi o, dava yolunda kuşkunun merdivenlerine sardı ve basamakları çıkarken, kendinden olduğu kadar, karşısındakilerden de kuşkulandı, sorgulayıcı dedim ya, ne yaptı, özkıyıma yöneldi, canına kıydı, kıymasını bildi dersek kuşkucu yapısını bir azlığa indirgemiş oluruz, deneyimli bir psikiyatr bu tip insanların kendine yönelik acımasızlıklara bile girişebileceğini öngörebilir ve sonuçta her tür ikilemi bağrında barındırabilen bu kişilik -şair-, o günün yaşamının görünen peyzajına ve çalkantısına katlanamayarak çekip gitti. Kendine veya davasına iman edenler bunu pek yapamaz, onlar ikircikten yoksundur, karşıdan gelir ölüm onlara ya da sürgüne bile gider ya da doruklarda gezerler, ani çıkışlar ve depresif görüngünün yakıcı, altın oranı içreklerden yanadır... Ötekilerin bilinç düzeyi daha düşüktür ya da yaşama biraz daha düzayak bakarlar anlamına gelmez bu, yaşam bir okyanustur, yargıların kesinlenmesi neredeyse olanaksızdır ama ruhani yapısı inişli çıkışlı olanların, zamana karşı daha narin ve incileyin bir yapının bedeniyle yaşadıkları neredeyse herkesçe bilinir... Bu belirsiz söyleşiden kastım, ölümle ilgili düşünsel versiyonları genişletmektir, insanın her davranışı, her eylemi, kurgusal, metafizik, her devinimi, ölüm ya da yaşamla ilgili bakışlarının ip uçlarıdır, şimdi bu örnekçelerde bile yeryüzünün yerev-yersel kaygılarını evrensel düzeye taşımaya çalışırken, bu öncelikle sözle olabilir, evrensel veya kozmik tasaları yerele indirgemek, günümüzde hala pek geçerli bir yöntem değil, bu korkunç düzeyde karmaşık bir almaçtır ama benimki bir dilem ya da basitçe bir öngörü düzeyinde, anladığımız kadarıyla olay ufkunda hala ağırlıkla şuyuz biz; birbirimizle uğraşıp, dalaşmaktan, kavga ve ölüme meydan okuyarak, psişik anarşizan, genlerimizde yer etmiş şiddet ve paranoya duygularından henüz kurtulamamış olduğumuzu gösteriyor bu yaşam cönkleri, cenkleri mi diyecektim, bu dil bana hala yabancı, ama anlaşılamamanın tadı, alışkanlık yapan bir akineton gibidir üzülmüyorum, biz belki kozmik ölçekte yaratılalı, bir kaç güneş doğumundan öte değilizdir, emekliyoruzdur kim bilir ve tanrımızda acemidir artık, kızmamak gerekir, insanı, insanlığı kutsarken hala hangi boyutlarda ve hangi ikilemle, somutu bırakamayan ve soyutu serpiştirerek açıyı genişletmeye çalışan, çağcıl ölçekte varlığını konumlandırmaya çalışan, sanat ve düşün insanlarının çömezliğinde, yol almaya çalışan meşalecileriz biz. Oyalanma portföyümüz ne kadar dar, sıkıcı, üzücü ve ben merkezden çıkamayan salalar görüyorsunuz, -bu dili öğreniyorum sanırım- son sözün ne deselerdi şunu derdim ben, üzülmek, sevinmek, hoş görmek ve yerinmekten ziyade şunu diyebilirim... Biz, hala biziz!...
Uygarlığımız sona erdiğinde, ola ki yukarıdan gelenler ne düşünebilir, görecekleri şey, olasılıkla birbirini yok etmiş bir insanlık, bir canlılar grubuyla karşılaştıklarında gülümseyerek birbirine bakacaklar ve ava çıktıklarında, sonunda depresif yaşamın alış veriş, söz ve düşünsel aykırılıklarında birbirini öldüren dört arkadaş gibi, göğe savurdukları bumerangın kendilerine dönerek, yok ettiklerini anlayıp, tek ve vazgeçilmez yazgımızın alışkanlığıyla, düşüncenin hazzına kapılmaktan, olasılıklar okyanusunda kulaç atmaktan başka ellerinden bir şey gelmeyecektir.
Kumandaya basarak her şeyi yeni baştan canlandırabilirler miydi acaba!.. İşte yıkıntılar arasında ilahiyi gördükleri zaman ezeli ve ebedi tanrımızın totemik ve illüzyonal bir oyuncak olduğunu tartışarak, aralarında belki de şakalaşacaklardır, tanrımızın düştüğü durumları görüyor musunuz, bir gün Makarenko lakaplı -ona burada Makara derlerdi kısaca- benimle birlikte göç eden arkadaşımla, bu minval konuşurken, bana gülerek -makara yapsa da-, Aztekler'in başına da böyle bir şey gelmişti dediğinde, konu cüzileşmişti belki ama inanın ona sarılmaktan kendimi alamayıp konuşmayı kesmiştim, beni anlamıştı, işte bir türlü kendimizin dışına çıkamayışımız, gerçek olamayışımız, yüzyılların akışı içinde, zamanın efendiliğinde, acı değil mi, üzücü değil mi, biz evrene açılmalıyız ve birbirimize baktığımızda -nobran yüzlerimizi görmekten-, kısır sevinçler ve meleksi gözyaşlarımızı göstermekten artık vazgeçmeliyiz. İrisler çiçek açmalı!.. Söyleyecek, sonsuzluğu bile geride bırakacak denli söz, düşünüp dile getirilecek ölçekte, zamanın sınırlarını aşabilecek kadar sınırsız kaygılarımız var bizim... Bakın şimdi gözlerim doldu.
Gerçeğe dönelim derler ya, söylemeliyim ki Rus ve Slav edebiyatı da, şiiri de, gerçekçidir, soğuktur. İnsanlar birazda aldatılmak, avunmak ister diyemem ama -bunun yaşamda gözlemi çok somuttur ama katılmak noktasında herkes karşı çıkar ve hakçası iki yüzlüdürler ne yazık ki- yaşama şiddetle bağlanıyoruz ve özgürlükler için çarpışıyoruz da ne değişiyor, insanlar bunu anladıklarında sislerin ardındaki parapsikolojik -bu aşağılama gibi duruyor-, yani derinliğin karanlığına, görünmezlik peleriniyle, sarılıp sarmalanmaya sığınmak isteyebilirler, riskli ve daha aldatıcı gelebilir ama çözüm noktasında henüz, şu yaşamda daha kabullenilir bir algı uçurumlarından biridir bu diyemiyoruz, oysa gerçekliğin büyük bir bölümüdür bu, öyle yaşar gideriz pratikte, gerçekçi ozanlar hapse atılıyor bu dünyada, mistisizmin kollarında savrulanlara dokunan yok, onlarda gerçekliği ötekinden çok daha usta sömürüyorlar gibi yaklaşanlarımız olabilir, şimdiki zamanın akışına çomak sokmayan her dünyalıya bir şey olmuyor yaşamda veya hiyerarşik dengenin bozumculuğuna yeltenen Asiisa'lar kendi yurdunda sürgün oluyor kısacası, denklem uzatılıp, eklentilerle çoğaltılabilir, sıkıcı değil belki ama insan çözümsüzlük ürettiği konulardan çabuk sıkılır, çıkmaz sokaklardan hoşlananı göremezsiniz, dolayısıyla yüz yılların içindeki anlık protezlerden hepimiz sıkılabiliriz, öyleyse sorum şu; Yaşam nedir!..
Eşitlik ve özgürlük çığlıklarının sonu krematoryumlara varıyorsa, hangi hayat şiirinin veya yaşam sistematiklerinin peşine düşmeliyiz ki biz, birbirimizi öldürerek hiç bir şeyin değişmediği ekonoyak anarşizmlerin kaldırımlarında kuş ölüsü gibi uzanmış paryalara ağıt yakarak mı geçirmeliyiz yaşamımızı, yoksa ruhani ritimlerin, sersemletici bülbül seslerinin kasvetinde bir olanaksızlığa, inci gibi gözyaşları dökerek mi geçip gitmeliyiz dünyadan, dahası yaşamdan umudunu kestiği için herkese iyilik perisi gibi davranan Egeli bir bilge ya da umudunu kesmemek gibi bir bahtsızlığa düştüğü için, nevroza sürüklenen öteki bilge gibi herkesi saldırgan tavırlarla iyiliğe ve doğruluğa mı zorlamalıyız...
İşin içinden çıkamıyorum ben. Kaygılarımızın başına dönecek olursam, 'bakanlar bana gövdemi görürler' gibi dizeler, deliliğin eşiklerine sürükleyebiliyor insanı biliyorum. Özkıyımın dikenli yollarını, patikalarını, bir sanrının tuzağında gül bahçelerine de çevirebiliyordur belki de bu tür dizeler, iyi ama özgürlük naraları da, kendi irademiz dışında kurşunların açtığı deliklerle, bir flütün sonsuz ağlatılarına dönüştürmüyor mu bizi, diyorum ki ben çıkmazların içindeyim, müziğin tanrısına, ona yakışır nice besteler sunmadan gidecek miyim noktasında, ruh yıkıntıları içinde bir eleme sürüklenirsem, hepinize hınçla el sallayıp, düşüncemin dolambaçlarında, gemi azıya alan girdaplarında çekinmeden, fütursuzca elveda diyebilirim size, kinle, sizlerde belki üzülecek, belki alay edenleriniz bile olacaktır, bu çatışkının sonu bir klişe, giderken, hepinizle görüşeceğiz, bekliyorum diyenler yok mu içimizde, ben bir sayrılar evinin acil servisinde her şeye, evrene, tanrıya, insana sövgüler yağdırarak ölüp giden biriyle karşılaşmıştım, tek handikabı, bu tavrının, dışarda oynayan çocukların, yeryüzüne sunabildiği manzara ve bu eylemlerinin görünür evrenimizde kaplayabileceği alan kadar bile, bir yer tutamayacağıydı, o bunu biliyordur da, çünkü bir şey daha var, son sözünü tam ayrılırken söyleyenlere inanmakta zorluk çekiyor insanlık, artık çok geç diye bir söz var!..
Ölüm nedir ki peki;
'Rengârenk Anka kuşu, Güneşli korulukta, Ötüyor, görünmüyor!..'
Kuş güzelim yaşamı simgeliyor, güneşli koruluk, bir o kadar eşsiz dünyamızı ama kuşun bir türlü görünmeyişi ölümü anımsatıyor işte, yitirdiklerimizi, her tür güzelliğin geçiciliğini, ele geçmezliği, ilgisiz bir dize yığını bile anlam denizlerine sürükleyebilir işte insanı. Biz ölümün ne olduğunu bilmiyoruz, yaşama bakış açımız belirliyor bütün düşüncelerimizi, öbür tarafta olan biteni algılayamıyoruz, göremiyoruz, hepsi yaşamımızdan kaynaklı kaygılar, hepsi bu dünyadan esinlendiğimiz, haklar haksızlıklar, esinti ya da güzellikler üzerine kurulmuş Babil kütüphaneleri, adına tapınak dediğimiz zigguratlar, hepsi göklere doğru yükseliyor, bilinmeyene, aylar, yıldızlar biçimlendirmiş çoğu zaman bizi, sonsuzluk ve onun minimal, minör navigasyonu süt yolu, kılavuzumuz olmuşlar.
Ölen yakınımız olduğunda göz yaşlarımızı tutamıyoruz, ama başkasının ölüleri söz konusu olduğunda göz yaşı dökmüyoruz, geride kalanların zor durumda olduklarını düşünerek hayıflanıyoruz yalnızca, başınız sağolsun diyoruz, zorluklarını paylaşıyoruz, ölüyü unutuyoruz artık, her şey yaşamın içinde olup bitiyor, cennet ve cehennem ve tüm kaygılarımız, ileri sürüp, forse ettiğimiz tüm düşünceler, bu dünyanın içinden geçip giden şeyler, ölüm şarkıları, kahramanlıklar, övünçler, ölen için ileri sürdüğümüz ayrıcalık ve temenniler, hepsi bu dünyanın yönsemeleri, kalanlar için ileri sürdüğümüz büyük sözleşmenin sayfaları, tümü bu dünyanın armağanları, bir soyutlama olarak sonsuzluğun tütsüsü karışabiliyor, sunumlar başımızı döndürüyor, vaat edilenler, bu dünyayı bile geride bırakıp gidiyor ama, bu dünyadan kaynaklı bir armağanın, bu dünyayla bağı varsa, bu dünyanın koşullarıyla ona kavuşulacaksa, onların bu dünyadan bağımsız, bir adım öteye gidebileceğini nasıl ileri sürebiliriz ki, öbür dünyanın varlığı, bu dünyaya bağlı, biraz alegori gibi geliyor bana, asap bozucu bir niteleme olarak da düşünebiliriz bunu, bana da öyle geliyor, bir şiirin nasıl tadına varmak için, arka planını tümüyle öğrenmek gerekmiyorsa, hatta öğrendiğimizde tadı kaçıyor, bazen midemiz bile kaldırmıyorsa artık serçelerin o cıvıldayışını, kanaryanın ötüşünü, vaatlerinde yalnız vaat olarak kalmasını düşünüyoruz, gerekçeler bazen gerçekliği ve inandırıcılığı gölgeleyebiliyor, kutsal kitabın buyrultularının gerekçelerini öğrendiğimizde, bazen gülünç konu komşu ilişkilerinden gökselliğe varan yargılar oluşmasının, tanrının bile dedikoduya değer verdiğini düşündürüyor bana, oysa gerekçelerin bilincinde olmadan öğrendiğimiz evamiri aşere beni daha çok etkiliyor, Sibirya kurdu görmüş gibi ürperiyorum o zaman, kısacası öğrenmek her zaman büyüyü bozuyor, tanrının çölde, devenin hızından göksel yargılara varması beni hüzünlendiriyor kısacası, her şeye kadir olanın, her yargısının zamana yenilebileceğini düşünerek, doğallıkla artık tanrının yanı başımızda biri olabileceğini de düşlüyorum, işte o zaman korkularım kadar, büyüleyici duygular ve beni saran kıskaçların, demir kuşakların da çözüldüğü duygusuna kapılıyorum .
Çünkü yaşam biçimlerimizin derinliklerinde ateş kuyularının olduğunu biliyoruz, görkemin kusurlardan, acılardan ve vahşetten yücelip, çoğalabildiğini anlıyoruz, öyleyse sarsılmak istemiyorsak geleceğe bakmalıyız, salt geçmişe değil, çünkü geçmiş kutsal ve tansıklarla dolu olduğu kadar alabildiğine gülünç. Bizi geçmiş değil gelecek avutmuştur tarih boyunca, bunu biliyoruz!.. Ölüm binlerce türevi olan bir şey, hızla geçtiğimiz yollarda, geçen yüzleri bir daha göremiyoruz, onlar bizim için bir an için yaşayan ve sonra yok olup giden canlı türleri, neden acımasızca olsun bu yakıştırma, hepimiz bu dünyanın primatları değil miyiz, göçmen kuşları, sülünleri, tepeli pelikanları, sincap ve canavarları, yarı tanrıları... Tanrıçaları da anımsatarak gülümsemenize yardımcı olabilirim.
Kendimi aşamadığımı biliyorum düşüncelerimde, hiç kayda değer bir şey, yeni bir motto ileri sürememenin aczi içindeyim. Ayasofya'ya Ankara'dan gidilebiliyorsa, Ayasofya Ankara'dadır diyebilirim ben, saçmalıyorum görüyorsunuz, biz dünyalılar olarak, yalnızca dünyanın el verdiği düşünceler üretebiliyoruz. İnanın, onun için bir kafes kuşuyuz biz, görünür evrenin çocukları olarak elbette sıradanız, sonu gelmeyen düşlerimiz var, tasımlarımız us dışı diyebiliyoruz ama onların kanatları, yuvanın çevresinde dolaşmaktan başka bir işe yaramıyor, onu da biliyoruz, uzamın bir tutsağı olarak, dünyamızın izin verdiği ölçüde kükreyebiliyoruz biz, bunu bilmiyor değiliz, her şeyi biliyoruz, her şeyi, ne ki düşüncenin sonsuzluğuna yeniliyoruz biz yalnızca, evrenin sonsuzluğuna değil, evrensel sonsuzluk somut bir algıdan başka bir şey olamayacaktır sonuçta, ama düşüncenin sonsuzluğu bizi dize getiren tek varsayım ne yazık ki, bir kuş sonsuzluğun sınırına varsa ne değişecekti, ama düşüncenin tutsağı olan insan, sonsuzluğun sınırıyla yetinemiyor, çünkü o anda onu, başka bir soru bekliyor, Tantalos gibi insanın yaşamı, kayayı dağın doruğuna kadar çıkarsa bile, biraz daha sürdüğünde, onu yeni bir uçurum bekliyor, tanrı böyle bir yaratığın efendisi olamaz!.. Çünkü tanrı sonlu bir kavram!.. Ölümsüz belki ama sonsuzluk ile ölümsüzlük aynı şey değil, ölümsüzlük maddenin, somut olanın, zamanın bitimsizliği ve akıcılığına karşı gösterebildiği direncin adı, eni sonu limidal bir yargı, kibarca bir kibirlilikle söylememe izin verirseniz, tanrı ürkü veren bir güzelleme, evrene kabaca egemen olmaya çalışan bir estet, armonik bir belirim, homo sapiensin, düşünen varlığın anlağında çakan bir görkemin adıdır, bir kapris ve sonuçta bir niteleme...
Tanrı sonsuzluktur diyemiyoruz ama ölümsüz diyebiliyoruz, ölümsüz olan, sonsuzdur ama aynı zamanda, peki sorun nerede, sonsuzluk öyle bir şeydir ki, o kendisi bile değildir ve düşünen varlığın cismaniyetinden ve ileri sürebildiği somut, soyut tüm hipotez ve paradigmalardan vareste, tam bağımsız bir töz, ruhani bir varsayım ve kavranılamaz hiçliğin ta kendisidir o, insan bu düşünceyi aşabildiğinde, evrenin gizlerine değil, tüme varım diye niteleyebileceği her şeye vakıf olacak, algı sınırları da -ne yazık ki- paramparça olacaktır. Sonsuzluğun fethi -olanaksız gibi- düşünce dahil, evrensel, kozmik tüm algılarımızın tepetaklak olmasıdır. Onunla merak duygusu bitecek ve tüm evren, varoluşun tözü dediğimiz sınırsızlık, bir bing bang'la sona erecektir, çünkü o big crunch'ın ta kendisidir. Sonsuzluk, insani söylemle sonsuz ölümdür, görüyorsunuz tanrı, görünür evrenin bir varsayımı, bir klişe, sonsuzluksa yaratılmışlığın çok ötesinde bir dilemma-ikilemdir kısacası, bir tarafında biz varız onun ve öbür tarafsa ne, onu dahi bilemiyoruz ve bilemeyeceğiz, çünkü öbür taraf yok!.. Yokluk; insanın sınırlarının patladığı andır ve bir kurtuluştur ne yazık ki...
'Issız korulukta, Ne bir kuş sesi, Ne tavşan izi...'
Dünyadan el ayak çekildiğinde yalnız bu dizeler kalacak dediğimizde gülümsemeliyiz, bu dünya bir koruluk değil mi, kuş sesleri, evler, zaman içinde uçup giden füzeler, barbarlığın şatafatı katedraller, çöller, hiç bir zaman göremediğimiz, bu dünyada binlerce başka dünya var, ama hepsi birbirine korkunç derecede bağlı bir mekanizmanın, bir manivelanın hükmettiği manzaraları aşamayan gelgitler-met cezirler ne yazık ki...
Bir keresinde bir kazayla karşılaşmıştık, dokuz kişi can vermiş. Hiç kavga etmeden, birbirlerine girmeden, dediklerine göre sürücünün yanlış sollaması sonucu devrilen arabanın, kendilerinin Azrail'i olduğunu bilmeden çıktıkları yolda, Kağızman'a -çok zor söyleyebiliyorum bu sözcüğü, dilim boğazımda düğüm oluyor sanki, dil varlık evimizdir diyenin kurnazlığını anlıyorum böylece, dilimiz dönüp, söyleyemiyoruz ki her sözcüğü, nasıl anlaşalım biz insanlar aramızda demek istemiş sanırım o- varmaya kilometreler kala bir bir can vermişler, yaralılar ve bütünüyle sağ kalanlar bir arada; unutamadığım bir şey vardı orada, şuydu, sağ kalanların yakınları mutlulukla birbirine sarılıyorlardı, ölülerinkiyse göz yaşı döküyorlardı, bizim gibi deyim yerindeyse kayıtsızca bakanlarda vardı, korkunç derecede haykıranlarda, onların düşünsel yapısı itici gelir bize ama nöronlarının girinti ve çıkıntılarında bu haykırışlarının Esperanto'ya, şu bir tür mors alfabesine dökülüşünde, evrenin gizine ulaşabileceğimizi düşlerim her zaman ben, çağların çok öncesinden gelen bir dürtünün dışavurumu var o seslerde, acaba ne olmuştu,..
O gün rölativite ve evrenin yazgısıyla baş başa olduğumuzu veya kavradığımızı düşündüm ben, ortada bir tek olay vardı ama değişik tepkiler, tavır ve durumlara bakıldığında, olayın tek olma olasılığı zayıftı, bilemem ki yansıyışın çokluğu karşısında, olayında tek sayılamayacağını, sayılmaması gerektiğini düşünüyorum ben, ama anlatamadığımı biliyorum.
Olaydan çok sonra garip bir şey oldu, anlatması güç belki, utandırıcı yanı da vardır belki ya da beğeniyle karşılayanlarınızda olabilir, görecelilik yasası işte bu ya, bir gün gene oradan geçiyorduk, nasipmiş der buranın insanları, nasipmiş, arkadaşlardan aracımızı durdurmalarını istedim, her halde çok sıkıştığımı filan düşünmüşlerdir, indim arabadan ve çok iyi bildiğim, o geniş sapakta o gün ölenlerin anısına bir süre, ağıt dolu bir şeyler çaldım, kemanımla, ağıt diyoruz biz, değil oysa, bizi ürperten ve sorgulayan, ne bileyim düşünmeye yönlendiren şeyler demeliyiz belki de, gözlerimin nemlenmesine izin vermedim o gün.
O zaman kendi özbenliğim için çalmış olur, onlara adanmış bir ruhun serenadı olarak düşünemezdim yaptığımı, sonra arabaya bindim ve bana delirdin mi sen dediler, -haklılar, ortada bir şey görünmüyor ki- size garip gelebilir ama epeyce güldüm, bazen bir hareketin nedenini anlatmaya kalkışmaktan ziyade, daha kontra ve tuhaf bir tavır sergilemek kurtuluşu oluyor insanın, o konu, o gün ölen, sessizce uzanmış ve insanı sonsuzca yoran bir düşün yolcuları gibi, ebedi bir manzarada rol almış kişilerle, aramızda geçen bir şeydi, paylaşmak ve anlatmak gereğini duyamazdım, o zaman bir değeri kalmazdı, bugün anlatıyorum ama buna paylaşmak denilemez, üzerinden zaman geçen hiç bir şeyin, o anki gibi kavranılması olanağı zaten yoktur artık. O günde öyleydi, o an geçip gitti, yıldızlar ve bazı şeyler gibi yalnızca içimizde yer etti artık. Belki birimizin, belki hepimizin, ama büyük gerçeklik, abartısız olan, eğer bir gün yüzünü gösterecekse, içimizdeki baskılar, gizler, duygu ve düşünceler, belki de yeni mezmurlarımız olacaktır.
Ölümden korkmuyorum ben diyemem, ama o yalnızca yaşamla bağlantısı olan ve ötesinde hiç bir şeyin olmadığı bir şey, inanıyorum ki, bunun için, o bir tür yaşam ve onu çekinmeden tasımlıyor, eğip büküyor ve onunla tıpkı kendimle olduğu gibi hesaplaşmayı düşünebiliyorum ben. Ürkütücü bir yaklaşım belki de ama, yaşamıma egemen olamayacaksam, ölümüme egemen olabilirim, olmayı düşünebilirim, böylece yaşamım yenilgiye uğratacaksa beni, dönüşecekse -yenilgi kavramı sevimsiz ve üzücü, hatta egoistçe ama- ve kemanım beni taşıyamayacak, ben kemanımı taşıyacaksam -göksel olanda tersi de aynı şeydir ama- yaşamımı cezalandırıp, ölümü küçümseyebilmeliyim, baba, kutsal ruh ve ben bütünleşebilmeliyiz ve buna karar verebilmeliyim ki, Vladimir Burkony, ben olabileyim... Yaşamımız, hatalarımız ve günahlarımız saltıklıkla bizim olmalı!.. Var oluşun bezdirici yollarından biri de budur ne yazık ki...
27
Su, ateşi söndürebilir. Bir zamanlar yaşayan ölülerin ışığı nasıl sönüp giderse, her aşkta bir gün solup gidecek. Mehveş'i unutamıyorum, geri dönmenin olanaksızlığını bile bile, bir kere ok yaydan çıkmışsa, bir daha eski haline dönmüyor madde, hiç bir şey. Sen içinde çırpınacağım denizdin Mehveş, ama olmadı, aşkın en güzel ve bizi tutsak eden yanı doğaçlama oluşu, her şey kendiliğinden, sanki dünyada yalnız ikimiz vardık. Yıldız Parkı'nda dolaşmamız, nilüferlere bakışımız, Emirgan'a yürüyüşümüz, Sarıyer sırtlarından, adını aldığı kedi tırnaklarının içinden şehre bakışımız hep seninle oldu. Kendi başıma bin kere baksam, asla unutulmayacak bir anıya dönüşmüyor onlar, ne var bu aşkta, neden sonsuzluk duygusu gibi olağanüstü bir çarpınç, belleğimize bir düş sahnesi gibi yerleşiyor ve anımsadıkça bir zehre dönüşüyor, neden ağlama duygusu veriyor anılar.
Çünkü aşk meleklerin yaşamına benziyor, hayata tepeden bakıyorsunuz, onunla her şey, bir ziyaretçinin bir gezegene inmesi gibi, siz sanki başka bir planettensiniz ve bu tuhaf kente gezmeye gelmişsiniz, aşk bitince gerçek yaşamınıza dönüyorsunuz, bordro imzalıyor ücretinizi alıyorsunuz örneğin, yemek masasına tabakları getiriyorsunuz, faturaları yatırıyorsunuz, küçük borçlarınızı ödüyor, sağa sola koşturuyorsunuz ama aşk varken inanın bütün bunları anımsamıyorsunuz bile, yaşam bir düş, hangi atmosferin içindeyseniz, diğerine ağırlığını duyumsatıyor ve aşkın metafiziğiyle, esen bir meltem gibi bakıyorsunuz yaşama, aşk doğası gereği kısa sürüyor, uzunda sürebilir belki ama hayatın handikapları, zaman içinde aşkın kalelerine ve burçlarına saldırılar düzenlemeye başlayınca, manzara bir sise bürünüyor giderek ve gerçekte, aşkla birlikte sürdürdüğümüz paralel dünyamız artık görünmeye başlıyor, su yüzüne çıkıyor ve aşk ne yazık ki gerilerde kalıyor, aşkın kimi zaman platonik olması da bu yüzden, hayatı unutmak, ağırlığını hafifletmek isteyenler, platonik bir aşkın buyruğuna boyun eğebilirler, neden, aslolan aşktır inanın, eğer aslolan aşk olmasaydı bir kez aşık olduktan sonra bir daha olamazdık, oysa dünya aşk gemisidir, limanlara uğramayabilir ama herkes ona el sallar, dedikodusunu eder, şiir yazar ve sıkı durun, canına kıyar!..
Mehveş beni çağırsa, geri dönmeyeceğimi de biliyorum, oda geri dönsem eskisi gibi olmayacağını biliyor ve ne oluyor, her dakika onunla baş başayız iç dünyamızda, ama dış dünyaya taşımaktan vazgeçtiğimiz için, artık o yalnızca bir anı, bir elem ya da buruk bir serzeniş. Yaşanmış ama aniden biten her şey gibi, pişmanlıklarla dolu bir gel-gitin esintisini taşıyor artık o, yaşamda yalnızca aşk, geri dönülmez bir yolun yolcularını taşır, aşkın biricikliği bundandır, hayatta nasıl aynı soluğu iki kere alıp veremiyorsak, çekemiyorsak içimize, aşkta öyledir bittiğinde, yalnızca göz yaşlarımıza güveniriz, çünkü bir araya gelseniz bile, tanrı araya girmiştir artık, melek buyrultuyu uzatmıştır ve şeytan işbirliğini imzalamıştır gizlice, kısacası aşk artık bitmiştir. Aşkın mitolojisi onun bitişindedir, bitmeyen aşk diye bir kavram olsaydı eğer, adına aşk diyemezdik...
İçimi dökerek Mehveş'in beni tutsak eden hayaletinden kurtulmaya çalışıyorumdur belki de. Hayalet; oysa tanrıda hayalet, meleklerde, şeytanda bir hayalet ve şunu bilin ki, yalnızca aşkımız şu yaşamda bir gün hayalet katına ulaşabilir... Gözyaşlarım, onun tadı, aşkımın kabrine bıraktığım güller ve onun kokularıdır artık. Yalnız kaldığımda kemanımda ağlıyor, hayata, aşka, ölüme, savruluşlarıma ve bu dünyadan çekip gitme isteğime... Her şey var ama hiç bir şey istediğim gibi değil, kendimi zorluyorum neden mutsuzum diye, neden huzursuzum, bende bir sayrılık mı var, kimselerde olmayan melankolik bir yetersizlik duygusunun içinde kıvranıp duruyor muyum ben, çaresi yok mu, belki başkaları da böyledir, kimse kimsenin ruhunu göremiyor ki gerçekte... Bir gün her şey bittiğinde kendime bir çare bulmuş olacağımdır belki de, güzelliklerin, estetin, şiddet ve korkuyla kol kola, iyilik ve mutluluk veren yaratım ve paylaşımların, hiçlik ve umursamazlıkla yan yana bir vandallıkla sürüp gitmesine, herkesin katlanmasını beklemek ve çoğunluğun uyuşturan mantığına, görmezlikten gelmesine dört ayağımızla uyum göstermek, hakça ve doğru olandır diyebilir miyiz, dünyadan bir kişi bile yakınıyor olsaydı, tanrıyı kusurlu bulurdum ben, eğer bunun olanağı yoksa, günahkar olan bizleriz, o da değilse olup bitenler yüz kızartıcı ve işte şimdiki gibi, sessiz bir çığlıkla bile olsa, sonsuza dek dile getirmeye hakkımız var diye düşünüyorum, aynı soluğu alıp vermek istemiyorum, aynı düşünceleri paylaşmak ve aynı yargılarla geleceğe kulaç atıp durmanın, bir tadı yok diyorum ben, bana hiç kimse hak vermeseydi eğer, işte o an, tam olarak haklı olduğumu düşünebilirdim ama bazen haklısın diyen arkadaşlarım var benim, başta Makarenko, alayda ediyor olabilir -bu olasılığa karşı hep Malakanlar'dan mısın sen derim ona, o da, o ne der, gülerek bilmiyorum derim- ama bu beni yaşama bağlıyor işte.
Makarenko, söylemesi kimileri için bireysel, dokunulmazlık alanına girse de, gerçekte bir tür Mehveş işlevi görüyor yaşamımda, gerçek tavrım ve ayrıksı düşüncelerim, onun varlığında esniyor, toprağa, yeryüzüne bağlılığımı artırıyor ve benim içimdeki şiddetle, karşı koyma isteklerime set çekiyor artık inanın, yaşam başkalarıdır belki de...
Şarkıdan inleyen bir tını, yükselen bir feryat başlayınca alkışlarda göklere çıkıyor. Ezilmişliğin ve yenilmişliğin gizlenen acılarıyla, şarkılar eşliğinde inanılmaz bir senkronite, hayranlık uyandırıyor ve ta arkalardan biri beklenmedik bir coşku, görülmedik bir haykırışla yine de dehşete düşürüyor insanı; Şerefe!.. Gazinolarda çalışıyoruz, yakınıyorum hep, barlarda, pavyonlarda her şey işte böyle, insanlar müzik diye tam olarak duyamadıkları, bir kör döğüşünü andıran müzikhollerde ayılmak değil, tam aksine, her şeyi unutmak için geliyorlar buraya ama değiştiremeyecekleri bir yaşam biçimi adına, her şeyi unutmak için buralara sığınmak, ne kadar kabullenilir bir şey, sabah işe gidecekler, gene tartışacaklar hiç yoktan, geçim sıkıntısından konuşacaklar, akşam tv de izledikleri diziden söz edecekler hararetle ve değiştirmeyi arzuladıkları yaşam biçimine, hiç bir zaman ulaşamadan ölüp gidecekler. Herkesin arzuladığı, peşinde bir ömür koştuğu yaşam biçimleri var bu dünyada, herkesin, maraton gibi, Atları da Vururlar gibi, çok severim o filmi, çok basit ama, gerçeği, asıl gerçekliği duyumsatıyor, tanrıyı bile huzursuz ediyordur o film biliyorum, ama her zamanki gibi, her şey ve her şey eskisi gibi!..
Çekinip korkmaya, ürkmüş gibi gücenmeye, üzülmeye gerek yok tanrım!..
Kıbrıs'a gittik, daha öncede gitmiştik, müzik değil, bir hay huyun emrinde sürünüyoruz, nedir para, geçim kaynağı edinebilmek ama vulger, absürt bir dünyanın içinde, pastalar, içkiler, solgun çiçekler, akan makyaj, sahte tebessüm, egosantrik yarışma, merhabalar, alelacele görüşürüz kelamının ihale edildiği portmanto itişmeleri ve ben ya da benim gibiler!.. Biz. Hiç bir zaman müziğin tanrısal bir ninni gibi dinlenebileceği, sessizliğin sesinin ancak duyulabildiği, yüksek tavanlı, bedenimizin baştan ayağa ürperdiği ve yaşamın ne denli soylu bir muştu, bir kez bile soluk alıp vermenin, ne kutsal, ne yüce bir ayrıcalık olduğunu duyumsadığımız, yüz yılların içinden süzülen ilahilerin çınladığı ve yalnız şu an için gelmiş olsaydım bile, yaşam ne kadar güzel, evren ne denli soylu, insan ne denli ayrıcalıklı, ulu bir yaratıkmış meğer diye kendimden geçebileceğim, tanrının evlerinde, başı göklere değen katedrallerde, mabetlerde çalamayacak mıyım ben!.. İnsanı eğlendirmeyecek, eğlenmesine yol açmayacak, tek bir şey vardır gerçeklikte, müzik... Çünkü o tanrının düşüncesidir. Bırakın onu, gerçekte müzik ve kitap, bir sevgili gibidir, asla paylaşılmaz!.. Düşüncenin denizleri sonsuzdur ve herkes ondan kendince bir pay alır, özgürlük budur.
Makarenko, sesim yükseldiğinde, her şeyin yeri ayrı diyor bana, her zamanki gibi ayaklarım suya değiyor ama, bu adam benim paralel dünyam, benim yaşamla bağım, elektronik çangırtılarımın kontağı bozulup attığında, onun oldukça basit, bir kaç sözcükten ibaret kapsülleri var, hemen bana veriyor, içiyor, yutuyorum ve kendime geliyorum ve her neyse sanrılarımı unutuyorum ve içimden ona diyorum ki, nereye kadar Makarenko, nereye kadar!.. E, eşittir, m, c karenin babası geldi bak Maria, Jüpiter Bey hoşgeldin, sen banker değil miydin, Alyoşa lütfen suyu getirir misin, ah sakın, kuantum teorisiyle arkadaş gibi konuşmalısınız, bağ evinin içinden Mars'a gidecekler şu tarafa geçsin. Benim düşüncelerim anlam zincirinden uzaklaşıyor artık, başıma ne geldi benim, sanki bipolarım ve sanrılar içinde sürükleniyor gibiyim.
Mehveş buhar olup gitti yaşamımdan, bahar geliyor ama, onunla Yıldız Parkı'nda gördüğüm nilüferlerden başka, henüz bir gerçeklik bile yaşamış değilim. Benim diyebileceğim tek bir gerçeklik bile yaşamış değilim henüz. Bakıyor ama görmüyorum, kokluyorum ama ruhumda bir kıpırdanma yok artık. Ah, Mehveş'le öyle miydi, onun kokusunu bile unutamıyorum...
Aşkım için bir divertimento besteleyebilseydim, onun, yaşanmışlığın ruhunu değiştirebileceğim, yeni baştan düşleyebileceğim ve yenileyip, yineleyebileceğim... Hafif ama derin, dedim ya, bakıyorum ama görmüyorum, istiyorum ama ellerim bile yok artık!..
Akşam bir şiir okudum, ruhumu dinlendirmek için, kendime lanet okumaktan kurtulabilmek için, sığındığım tek şey budur benim, içinden müzik geçen bir şarkı ve gerçekte bir ağlatı bu... Keman ve gecenin sessizliğinde bir takım mırıltılar, şimdilik benim tek kurtuluşum...
'Yeryüzünün yalnızıyım ben, ama belki ne yeryüzündeyim, ne de bir insanım. Belki bir tanrı aldatıyordur beni. Belki bir tanrı zamanıma hükmediyordur, şu sonsuz yanılsamaya. Ayı düşlüyorum ben ve düşlerken gözlerimde canlandığını biliyorum. Düşledim sabahın ve akşamın ilk gününü. Düşledim Kartaca'yı ve çöle dönmüş lejyonunu. Düşledim Lukan'ı. Düşledim Golgotha'nın bayırlarını ve Roma'nın haçını. Düşledim geometriyi. Düşledim, çizgiyi, yolları, yüzey ve boşlukları. Düşledim sarıyı, maviyi, ve kırmızıları. Düşledim sayrılı çocukluk çağlarımı. Düşledim haritaları ve krallıkları, ve her gün doğumundaki umarsızlıkları. Düşledim o durgunluk veren bahtsızlıkları. Düşledim kılıcımı. Düşledim Bohemya'nın Elizabeth'ini. Düşledim kuşku ve kesinlemeleri. Düşledim geçmişimi. Belki geçmiş diye bir şey yoktur, belki hiç bir zaman doğmadım. Düşlerin içindeki bir düş olabilirim. Kutupçul bir sanrıya, dehşete kapılmış olabilirim. Tuna Üzerinde ki, şu katıksız gecede. Descartes'ı düşlemeyi sürdüreceğim ve atalarına ona gönül borcum var benim.'
Bisikletli Maria çok severdi bu şiiri, dünyanın ağırlığı altında eziliyorum ben...